Ekonomide Kurtuluş Savaşı doğru programla başarılır
Özal ekonomisine yani neoliberal sisteme yapılan eleştiriler, faiz lobilerini hedef alan uygulamalar, Çin modeli açıklamaları ve üretimle ilgili söylemler olumludur. Eski sisteme karşı bayrak açan Türkiye, bir zorunluluk olarak tekrar üreticilere sarılacaktır.
Bu zorlu günleri doğru bir program ve millî birliktelikle aşacaktır.
2000’li yıllara gelirken Türkiye ekonomik sıkıntılarla boğuşuyordu. Bu ekonomik sıkıntıların tabii ki tarihsel bir dayanağı vardır. 24 Ocak 1980’de alınan kararların darbe zoruyla yürütülmesi ekonomide devletin payını küçültmüştür. Türkiye’yi emperyalist sömürüye açık bir pazar haline getirmeye başlamıştır. Atatürk’ün ölümünden sonra gelen iktidarların hatalarına rağmen kısmen ayakta duran karma ekonomik modelden bu süreçte tamamen vazgeçilmiştir. Tansu Çiller’in “Son sosyalist devleti de yıktık.” demesi işte tam da bu yüzdendir. Avrupa Birliği (AB) ile yapılan Gümrük Birliği Antlaşması da cabası olmuştur. 1998 yılında yaşanan “Rusya Ekonomik Krizi” ile ihracat ve turizmde 13 milyar dolara yakın bir zararın oluşmuştur. 1999 depreminin yarattığı ekonomik kayıplar derin sarsıntılar yaşatmıştır. Bütçe açığı katlanılamaz bir hale gelmiştir. Yıllık enflasyon %70’lere kadar yükselmiş, ekonomide daralma yaşanmış ve işsizlik artmıştır.
Bu krize karşı “önlem” olarak Türkiye’nin attığı iki belirleyici adımdan bahsedilebilir: 1-Dünya Bankasında üst düzey görevler yapmış olan Kemal Derviş, ekonomiden sorumlu bakan yapılmıştır. 2-Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund-IMF) ile ilişkiler güçlendirilmiş, stand-by anlaşması yürürlüğe girmiştir. IMF destekli “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” hazırlanmıştır. Kurda çıpa sisteminden uzaklaşılmış ve kur tamamen piyasanın dalgalanmasına bırakılmıştır. 2001 krizi koalisyon hükümetine karşı güveni tamamen bitirmiş ve Ak Partinin tek başına iktidar olmasının yolunu açmıştı. Kemal Derviş’in ve IMF’nin birlikte hazırladığı yeni ekonomik program, Ak Parti tarafından da benimsenmiş ve uygulanmasına devam edilmiştir.
Vatan Partisi, “Üretim Devrimi Programı” ile krizden çıkılacağını ve üreticinin yeniden baştacı olacağını belirtiyor.
2002-2013 YILLARI ARASI AK PARTİ HÜKÜMETİ
Ak Parti hükümeti tarafından Türkiye’de daha önce hiçbir iktidar döneminde rastlanmayan özel sektör yanlısı bir politika uygulanmıştır. Özellikle 2002-2011 yılları arasında, farklı dönemlerde yaklaşık 7 yıl ekonomi bakanlığı yapan Ali Babacan, Kemal Derviş’in getirdiği programın sürdürücüsüdür. Hatta denilebilir ki daha ısrarlı uygulayıcısı olmuştur. IMF ile güçlü ilişkiler kurulması, Türkiye’ye dışardan sıcak para getirilmesi ve AB ile “uyum” sürecinde hep ön plana o çıkmıştır.
1950’den 2001 krizine kadar Türkiye sürekli bütçe açığı veriyor, kamu kesimi borçlanıyordu. Ak Parti döneminde ise özel sektör yanlısı politikalar ile bütçe açığı yerine cari açık veren, kamu kesimi yerine özel kesimi borçlandıran bir modele geçiş yapıldı. Bütçe açıklarının düşürülmesi politikası, cari açığın giderek artmasına sebep oluyordu. Bu model giderek daha fazla dış finansman gerektirmiş, dolayısıyla özelleştirmelerin ve borçlanmanın önünü açmıştır. 1980’den sonra gündemde olan fakat siyasal ve hukuksal dirençlerden ötürü yavaş ilerleyen özelleştirmeler, Ak Parti döneminde Cumhuriyet tarihinde görülmeyen düzeylere ulaştı. Kamu borçlarının kapatılması da dönemin Ekonomi Bakanı Babacan’ın daha fazla özelleştirme yapmasının “geçerli” sebeplerindendi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ekonomide Kurtuluş Savaşı verdiklerini sık sık söylüyor. Fakat her fırsatta da serbest piyasa ekonomisine bağlı olduklarını vurguluyor.
Ali Babacan döneminde olmazsa olmazmış gibi gösterilen AB süreci de ülkemizin ekonomisine büyük zararlar verdi. AB’nin, Türkiye’ye refah getireceği beklentisi ile iç ve dış politikalar belirlenmiş, doğrudan yatırımlar yoluyla yabancı sermaye girişine yol açılmıştır. Cumhuriyet dönemi boyunca sınırlı kalan doğrudan yabancı sermaye yatırımları, daha önceleri yıllık 2-3 milyar dolar düzeyinde kalırken, 2005 senesi sonrasında 10-15 milyar dolar düzeyine çıkmıştır. Ancak bu işlemler yeni iş alanları ve fabrikalar açmak yerine, çoğunlukla özelleştirmelerle var olan yerli şirketlerin satın alınması şeklinde gerçekleştiği için istihdamı fazla artırmamıştır. Yani AB üyelik görüşmeleri de beklendiği gibi refah düzeyine kalıcı bir etki yaratmamıştır. Aksine kamu işletmeleri özel kesime satılıp iddia edilen şekilde çalıştırılmadığı için zorluklar katlanmıştır.
Artan özelleştirmeler, IMF destekleri, AB ile tam üyelik müzakereleri gibi batıcı uygulamalar sayesinde aldatıcı bir refah sağlanmıştır. Fakat uzun erimli, planlı, hedefli bir üretim olmadığı için bu durumda çok uzun sürdürülememiştir. Bu aldatıcı refahın sebeplerine bağlı olarak, 2013 yılına kadar 2008 dünya krizini saymazsak kişi başına GSYİH’de düzenli bir artış olduğunu söyleyebiliriz. İlerleyen dönemde Türkiye, özel kesimde tasarruf oranının düşmesi sonucunda ekonomide ürettiğinden fazla tüketen, yatırım için sürekli dışardan borç arayan bir duruma düşünce sıkıntılar katlanarak artmaya başladı. Büyük kentlerde yükselen alışveriş merkezleri ve artan konutlar daha fazla dış borç ile fazla tüketime bağlı bir modelin simgesiydi. Binalar yükseldikçe Türkiye ekonomisi küçülüyordu.
CHP, Ali Babacan'ın partisinin hazırladığı ekonomi programına katılacaklarını açıkladı. Oysa en kritik özelleştirmeler Babacan döneminde yapıldı. 50 milyar dolarlık kamu kaynağı satıldı. Babacan, sıcak para gelsin diye Irak'ın işgaline destek çıktı. Derviş'in IMF programını harfiyen uyguladı.
VATAN SAVAŞI VE AK PARTİ İKTİDARI
2013 yılından sonra özellikle Batı kampıyla Türkiye’nin siyasi çelişkilerinin artması, Türkiye ekonomisini ciddi bir şekilde etkiledi. IMF’nin desteği ve o desteğe bağlı gözetimi son buldu. AB ile müzakere süreci yüzeysel olarak sürdürüldü, hatta durduruldu. Dolayısıyla doğrudan yabancı yatırımlar azalmaya başladı. Özelleştirmelerden sağlanan aktarımlar azaldı. Türk lirası, dolar karşısında değer kaybetmeye başladı. Yukarıda bahsettiğimiz geçici refah algısının sonuna gelindi. Son 20 yılın kişi başına düşen Gayri safi yurt içi hasıla grafiğini incelediğimiz zaman, 2013 sonrasında bir kırılma olduğunu görebiliriz.
Türkiye’nin emperyalizm ile yeniden hesaplaşma döneminin başlangıcıyla ekonomik zorlukların baş göstermesi aynı döneme denk gelmektedir. Başlangıcı on yıllar öncesine dayanan, 12 Eylül sonrası sistemleştirilen ve Ak Parti hükümetinin ilk 11-12 senesinde büyüyen dışa bağımlı ekonomi modeli söz konusudur. Türkiye’nin bağımsızlaşma mücadelesi verdiği sırada ekonominin gerilemesi ve yeni sistem arayışlarının sancılarının olması kaçınılmazdır.
Türkiye’nin son yıllarda yaşamakta olduğu sorunlar var olan ekonomik sistemden kaynaklanmaktadır. Emperyalist ilişkileri reddettiğimiz, ekonomide bağımsızlığa yöneldiğimiz bu dönemlerde eski sistem çaresiz kalmaktadır. Dünya piyasalarına açılma adına yapılan özelleştirmelerin bizleri getirdiği nokta bellidir. Bu anlamda son zamanlarda hükümet kanadından gelen açıklamaları, Türkiye’nin bağımsız ekonomisinin kurulması açısından olumlu buluyoruz. Özal ekonomisine yani neoliberal sisteme yapılan eleştiriler, faiz lobilerini hedef alan uygulamalar, Çin modeli açıklamaları ve üretimle ilgili söylemler olumludur. Eski sisteme karşı bayrak açan Türkiye, bir zorunluluk olarak tekrar üreticilere sarılacaktır. Bu zorlu günleri doğru bir program ve millî birliktelikle aşacaktır.