Enerji projesiyle Türkiye’yi kuşatmak: EastMed’in dönüşümü
"Avrupa Konseyi’nin ay sonundaki toplantısında başlıca gündem Türkiye dosyası olacak. Bu dosyayı birkaç gün önce dışişleri bakanları olarak Berlin’de hazırladık. Dosya Türkiye’ye karşı yürürlüğe konabilecek yaptırımlar dizisini içeriyor."
Fransa Dışişleri Bakanı Jeans-Yves Le Drian Libya’dan Irak’a kadar ülkesinin Türkiye’yi doğrudan hedef alan çevreleme harekatının yaklaşan hamlesini France Inter Radyosu’na 6 Eylül Pazar günü verdiği demeçte işte bu sözlerle duyurdu.
27 Kasım 2019’da Türkiye ile Libya arasında imzalanan Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası’nın Akdeniz’de değiştirdiği dengeler, Türkiye’ye karşı diplomatik çözüm arayışı görünümü altında askeri bir ittifakın gün yüzüne çıkışını tetikledi. Bu ittifakın boyutunu ve içeriğini anlamaya çalışırken 2019-2020 yıllarını irdelemekle yetinmek hata olur. Öncelikle 2013 yılına geri giderek Avrupa’nın refahını temin etme gayesiyle başlatılıp bugün Akdeniz’de ABD ve Fransa tarafından da desteklenen ve Türkiye karşıtı bir askeri ittifaka dönüşen “EastMed Boru Hattı Projesi”ne bir göz atmak gerekir.
Avrupa Komisyonu’nun desteğiyle başlatılan projenin ilk katılımcıları İsrail-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) iken Orta Doğu’da Türkiye aleyhtarı politikaların platformu haline gelen Mısır da bu yapıya eklemlendi. Kıbrıs adası çevresindeki hidrokarbon kaynaklarının paylaşımı ve Avrupa’ya taşınması konusunda Türkiye ile bu dörtlü arasında yaşanan ihtilaflar, Libya’daki gelişmelere bağlı olarak son bir yılda enerji rekabetinden çıkarak askeri boyuta taşındı. 2019 yılının son çeyreğinde küresel ekonomideki yavaşlama ve yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının sanayi üretimine yaptığı olumsuz etkinin enerjiye duyulan talebi düşürmesine bağlı olarak EastMed Boru Hattı Projesi’nin geçerliliğini yitirmesi de garip bir şekilde krizin ivme kazanmasını engellemedi. Bilakis, “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” adı altında yeniden şekillenen bu ittifaka 2020 yılının Ocak ayında İtalya, Filistin ve Ürdün dahil edilirken, Fransa ve ABD de üyelik için başvurdu. Fransa ve ABD’nin bu ittifaka katılım girişimi, uzlaşmazlığın enerji rekabeti olmaktan çıkıp askeri boyut kazanmasına etki eden en önemli adımdı.
Aradan dokuz ay geçtikten sonra bugün, Fransa’nın, olası bir hava çatışmasında Yunanistan’a Türkiye’ye karşı nispi üstünlük sağlamasını temin edebilecek Rafale savaş uçakları satışını ve ABD’nin GKRY’ye 33 yıl sonra kaldırdığı silah ambargosunu konuşmaktayız. 10 Eylül’de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis arasında gerçekleşecek görüşme, Türkiye’ye yönelik kuşatma planının boyutları konusunda daha net bir perspektif verecek. Bu ziyarette, Fransa’nın Yunanistan’a savaş uçağı satışının yanı sıra, ABD’nin ardından Fransa askerlerinin de Batı Trakya’ya konuşlandırılması ve ortak askeri tatbikatların yapılmasına dair anlaşma imzalanması bekleniyor. Yunanistan, Fransa’dan alacağı savaş uçaklarının finansmanı için Macron’un gelişini beklemeden 2 Eylül Çarşamba günü uluslararası piyasalara 2,5 milyar avroluk tahvil satışı gerçekleştirdi. Mısır, Yunanistan ve GKRY’nin silahlanma programlarının dolaylı olarak Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan tarafından finanse edildiği dikkate alındığında, bu tahvillerin alıcılarının adreslerini de tahmin etmek zor olmuyor. İşte bu tablo, Doğu Akdeniz’de giderek saldırganlaşan bu ittifaka Birleşmiş Milletler’in (BM) sessiz kalmasını beraberinde getirirken, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in Türkiye ile Yunanistan arasında diyalog başlatmak için harcadığı çabaların da Yunanistan tarafından herhangi bir gerekçe gösterilmeden reddedilmesini de kolaylaştırıyor. Yunanistan’ın mevcut şartlar altında hangi mali ve askeri kaynaklara güvenerek diyalogdan kaçındığını hatta kimi Avrupa yayın organlarını kullanarak Türkiye’yi her an saldırıya hazır taraf olarak göstermeye çalıştığını da paranın ve silah ticaretinin izini takip ederek tespit etmek mümkün. Yunanistan’ın diyalogdan kaçışını anlamaya çalışırken, NATO’nun aslında gözümüzün önünde herkesin bildiği ancak dile getirmediği bir sır gibi değişmekte olan kimliğini irdelemekte de yarar var.
NATO DÖNÜŞTÜRÜLÜRKEN TÜRKİYE DIŞARIDA MI BIRAKILIYOR?
Türkiye, Libya ve Doğu Akdeniz’deki ihtilafın çözümünde NATO müttefikliğinin önemine vurgu yaparken bizzat ittifak üyesi ülkelerin saldırgan tavır ve suçlamalarına maruz kalıyor. NATO genel sekreterinin diyalog çağrılarına Atina hiçbir somut yanıt vermeden ipe un serebiliyor. Acaba, NATO’nun Soğuk Savaş dönemi ihtiyaçlarına göre inşa edilmiş paradigmasında, bazı üyelerine bilgi verilmeden bir değişiklik mi yapılmakta? Belki de Doğu Akdeniz’deki gidişatı anlamak için bu sorunun yanıtını düşünmek gerekiyor.
Savunma harcamalarına Berlin’in yeterli katkıyı yapmadığını bahane ederek Almanya’daki askerlerini azaltma kararı alan ABD’nin bu hamlesi Kuzey Atlantik İttifakı’nın gidişatı konusunda Türkiye’ye de fikir verebilir. ABD, Almanya’daki hava unsurlarını Libya merkezli olarak Kuzey Afrika ve Akdeniz’de artan Rus hava tehdidine karşı İtalya’ya yönlendirirken, zırhlı birlik ve piyadelerini Polonya ile Baltık ülkelerine sevk etti. Bu esnada Yunanistan Dedeağaç’a yapılan ABD askeri konuşlanmasını da not etmek gerekiyor. Orta Avrupa’da Polonya merkezli olarak, Rusya’ya karşı yeni bir askeri yapılanmaya gidiliyor. ABD’nin B-52 bombardıman uçakları, Kırım ile Ukrayna sınırı ve Karadeniz üzerinde uçuş yapıyor. İngiltere de Rusya’ya karşı organize edilen bu yeni yapılanmada ABD’nin en yakın ortağı durumunda. Bu esnada Akdeniz, Lübnan ve hatta Irak’ın (ABD askerlerinin çekilmesine paralel olarak) Fransız etkisine terk edildiği gözleniyor.
Fransa, 4 Ağustos’ta Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta meydana gelen bir “endüstriyel kazayı” kullanarak (aksi yönde bir delil henüz olmadığından bunu ancak bir “endüstriyel kaza” olarak nitelendirebiliyoruz) bu ülkeyi Orta Doğu’ya bir giriş kapısı haline getirdi. Fransa, Lübnan’a bu kazanın yaralarını sarmak için insani yardım yapmanın ötesine geçerek bir ay içerisinde bu ülkenin siyasi ve mali yapısını kökten değiştirecek, Lübnan’daki İran etkisini tasfiye edecek bir pozisyona konumlandı. Eş zamanlı olarak NATO’ya dahil etmek istediği ancak başaramadığı GKRY’yi de enerji işbirliği görünümü altında bir askeri ittifaka eklemlemiş oldu. ABD ve Fransa, nüfuz alanlarını bu şekilde paylaşmış görünürken, İran ve Rusya tehditlerine karşı inşa edilen bu yeni yapılanmayı Körfez bölgesine ulaştıracak bir hamle daha yapıldı. ABD Başkanı Donald Trump’ın duyurduğu BAE ile İsrail arasında diplomatik ilişkilerin tesisine yönelik atılan adımın bu ittifaklar zincirinin dışında tasarlanmış bir karar olduğunu düşünmek mümkün değil. Hatırlanacağı gibi 2019 yılının Aralık ayında da Londra’daki NATO Liderler Zirvesi’nde ittifakın Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı devreye girmesinin gündeme geldiği iddia edilmişti. Üyeleri haricinde işbirliği yaptığı ülkelerle bölgesel ittifaklar oluşturmaya yöneldikleri anlaşılan NATO’nun bazı başat ülkelerinin Filipinler, Kanada, Avustralya donanmalarını yanlarına alarak yakın zamanda Güney Çin Denizi’nin kapısına dayanmaları bu perspektifte ihtimal dahilinde görülüyor. Yüksek sesle ilan edilmeyen bu dönüşümde Brüksel’deki NATO karargâhı bir şemsiye organizasyon haline gelirken, ABD, Fransa ve İngiltere’nin NATO bayrağı altında kendi küresel çıkar alanlarında farklı yapılanmalara yöneldikleri anlaşılıyor. Doğu Akdeniz’deki bilmeceyi çözmek için de hükümetler-üstü bir süreç olduğu anlaşılan bu dönüşümde Türkiye’nin yerinin neresi olduğu sorusunun yanıtını bulmak gerekecek.
1919 PARADİGMASI TEKERRÜR EDEBİLİR Mİ?
Tarih, Ön Asya’ya (Anadolu, Suriye ve Lübnan ile Nil Deltası) hâkim olan siyasi gücün Avrupa merkezli güç odakları tarafından istikrarsızlaştırılmasına yönelik nice girişimlere tanıklık etti. Bu girişimlerden bizi en çok ilgilendirenleri hatırlamak gerekirse, Rus Çarlığının 1770’de St. Petersburg’dan yola çıkarak Osmanlı donanmasını Çeşme’de yakması, buna paralel olarak Mora yarımadasına ayak basarak buradaki Rumları bağımsızlık için kışkırtmaları, 1832’de Kavalalı Mehmet Ali Paşa eliyle Mısır merkezli olarak Akdeniz’de dengeleri değiştirmeleri ve 19. yüzyıldaki Osmanlı-Yunan çatışmaları zincirinin 1919’da İzmir’e çıkarılan Yunan askerleri eliyle Anadolu’nun işgali girişimi ile zincirin tamamlanması hedeflenmişti.
İngiltere’nin, silah, mühimmat, istihbarat desteği 1919’da kurulan paradigmanın sonuca ulaşmasını sağlamaya yetmedi. Bugün, Türkiye ile Yunanistan arasındaki potansiyel ihtilaf konularına yenilerini ekleyerek bu paradigmanın tekrarlanmaya çalışıldığı bir tiyatroyu izliyoruz. Fransa’nın yönetmenliğinde, Avrupa Birliği (AB), Almanya ve Doğu Akdeniz Gaz Forumu üyelerinin aktörlüğünde sahneye konan oyunun amacının Türkiye’yi bir çatışmaya çekerek saldırgan taraf pozisyonuna düşürmek olduğu artık aşikâr. Türkiye’nin tüm yaptırım baskılarına ve askeri tehditlere rağmen bugün dirayetle savunduğu diplomasi ve diyalog yolunda ısrarı, “1919 Paradigması”nın tekerrürü hayalini kuranların yolunun çıkmaz sokak olduğunu ispatlayacaktır. Bu paradigmayı hayata geçirmeye çalışan ve başını Fransa’nın çektiği odakların ise halihazırda Lübnan ve Irak’taki ekonomik ve siyasi krizler devam ederken, Suriye ve Libya’daki çatışmalar sürerken, bölgede yeni bir istikrarsızlık alanı doğurmanın maliyetinin ne olacağını iyi hesaplamaları gerekir. BAE tarafından finanse edilmiş silahlarla bir Yunanistan vatandaşının kendini ateşe atması ya da 2022’de yeniden cumhurbaşkanı seçileceğine dair ufukta hiçbir ümit görünmeyen Macron uğruna üstlenilecek riskler, Yunanistan’daki Miçotakis hükümetinin satacağı devlet tahvillerinin parasıyla karşılanamayacak maliyetlere neden olacaktır.
Gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır.