12 Ocak 2025 Pazar
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Fıkraların Ustası Cevdet Tont: Adı unutulmuş bir nüktedan ve heccav

Tont, karakter itibariyle mert, babacan, filozof tabiatlı ve hayalperest bir insandır. Keskin bir zekâya sahiptir. Korkunç bir hafızası vardır. Maalesef kendisinin de bahsettiği gibi bu yazıların büyük çoğunluğu bir kazada kaybolmuştur

Fıkraların Ustası Cevdet Tont: Adı unutulmuş bir nüktedan ve heccav
A+ A-

“Nüktedan ne yalayan, ne dalayan adamdır.”

Cevdet Tont

(I)

HİCİV İLE NÜKTE ARASINDA BİR HAYAT

Hiciv ile nükte aynı bağının iki gülüdür. Heccav ve nüktedan ise bu güllerin bülbülü… Hiciv Arapça’da “hecv” kökeninden gelmektedir. Sözlüklerde “yergi, alay yoluyla yermek” olarak tanımlanır. Fakat bu söyleyiş sanatı sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Hiciv sadece kalemle olmayan, cesareti de yanına yoldaş isteyen bir edebi türdür. Heccav hicvini yazarken gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemez. Nükte ise, hicvin daha yumuşak yüzünü temsil eder. Nükte de hiciv gibi Arapça kökenli bir söz olup “İnce anlamlı, düşündürücü, şakalı söz.”1 anlamına gelir.

Hoca Nasrettin’den Kaygusuz Abdal’a, Şeyhi’den Figani’ye, Nefi’den Şair Eşref’e, Ziya Paşa’dan, Neyzen Tevfik’e kadar, çok sayıda şair ve yazarımız geniş bir hiciv ve nükte edebiyatının oluşmasına önemli katkılar sağlamıştır. Kuşkusuz edebiyat tarihimiz içinde başka yazarlarımızda bu alanda kalem eser vermiştir. Fakat bu kişilerin çoğu ya unutulmuş, ya da yazdıkları ile birlikte kaybolup gitmiştir.

İşte hem hiciv, hem de nükte alanında uzun yıllar kalem oynatan, fakat adı çoktan unutulan şair ve yazarlarımızdan biri de Cevdet Tont’tur.

CEVDET TONT’UN HAYATI VE KİŞİLİĞİ

Cevdet Tont, ömrü boyunca mizah yapmayı zekâsının zekâtı olarak görmüş bir hiciv ve nükte şairimizdir. Ömrünün son demine kadar zekâ kıvılcımı kokan şiir, nükte ve fıkralar yazmıştır. Hayatı şair, yazar ve heccavların arasında geçmiştir. Hicvin son büyük ustası olan Neyzen Tevfik’le dostluk kurmuş, o sayede ondan pek çok anekdot ve fıkra dinlemiştir. Fakat yazdıkları eski gazetelerde, söyledikleri ise onu tanıyan dostlarının hatıralarında kalmıştır.

Cevdet Tont, özgeçmişini kendi kaleminden şöyle anlatır:

“Şair ve yazar. Konya Ereğli’sinin Tont Köyü’ndendir. 1908’de Ereğli’de doğdu. Orta derecede bir tahsil görebildi. Daha çok kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Büyük bir kısmı köylerde geçen ve kırk yıl kadar süren memuriyet hayatının sonunda Et ve Balık Kurumu raportörlüğünden emekli oldu.

Şairliğe çok genç yaşında, hem de hiciv türünde başladı. İkinci Cihan Savaşı’nda Başbakan Refik Saydam ile Tarım Bakanı Muhlis Erkmen’in çiftçilere yaptıkları konuşmayı manzum olarak yazdı. Onun bu manzumesi “Ziraat Mühendisler Birliği’nin” dergisinde özel bir nüsha olarak neşredildi. Bu onun ilk yazısıdır.(1940)

Cevdet TONT, memur olarak bulunduğu yörelerde özlü fıkralar topladı. Ayrıca oralarda çıkan gazetelere fıkralar da yazdı.

1946’da memuriyeti İstanbul’a nakledildi. Yazdığı ve o zaman makbul olan hiciv fıkralarıyla kendisini kolayca tanıttı. Bu yeni tanışmaların başında Sedat Simavi, Cihad Baban gibi gazeteciler, Nihad Sami gibi edebiyatçılar da vardı.

1947’de Yedigün Dergisi’nde meşhur “Mimar Sinan” şiirini neşretti. Daha sonra o zamanın meşhur ve çetin bir mücadele gazetesi olan Tasvir Gazetesinde vecizeler, hiciv fıkraları ve Pazar sohbetleri yazdı. Şiirlerinin ve hicivlerinin büyük bir kısmı bir kazada zâyi oldu. İlerlemiş yaşına rağmen gene de, bazı olaylardan esinlenip ara sıra zarif hiciv fıkraları yazabilmektedir. Cevdet Tont, evli ve dört çocuk babasıdır. Üçüncü oğlu olan Sargun Ali TONT, Amerika’da okyanuslar ilminin dünyaca ün yapmış uzmanlarındandır. Bütün bu neşriyat arasında Namık Kemâl, Mehmet Emin Yurdakul, Rıza Tevfik ve başka şairlerin bazı şiirlerine söylediği şakalı nazirelerle; bilhassa Ramazanlarda “İftarlık İlhamlar” adıyla neşrettiği vecizeler, zamanında çok rağbet gördü. Şiirlerinden pek az bir kısmı ve çok kısa hal tercümesiyle İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunmaktadır.

Evli ve dört çocuk babası olan Cevdet Tont, yaşının hayli ilerlemiş olmasına rağmen, bazı olaylardan esinlenerek gene de zarif hiciv kıt’aları yazabilmektedir. Amma kendisinin bir zemanlar neşrettiği; “Nüktedan ne yalayan, ne de dalayan adamdır.” vecizesine sâdık kalarak…” 2

Bu kısa özgeçmişinde anlaşılacağı üzere yazarımız 1908 yılında Konya’nın Ereğli ilçesinde doğmuştur. Dedesi Ereğli eşrafından Kantarcı İbrahim Efendi, babası ise Kantarcıoğlu Ali’dir. Kantarcıoğlu Ali İstiklâl Savaşı gazisidir. Savaşın bitiminden bir süre sonra Ereğli’de hayatını kaybetmiştir. Cevdet Tont babasını kaybettiğinde 14 yaşındadır. Cevdet Tont’un annesi zamanın Ereğli müftüsünün kızı Emine Hanım’dır.

Cevdet Tont’un öğrenim hayatına baktığımızda orta derecede tahsil gördüğünü daha sonra arkadaşları ile İstanbul’a okumaya gittiğini, ama öğrenimine devam edemeyerek memuriyet hayatına atıldığını görüyoruz. Memuriyeti boyunca Anadolu’nun dört bir yanını dolaşmıştır. Bir süre sonra Satıâ Hanım ile evlenen Cevdet Tont’un Sümer, Sumru, Sargun, Emine isminde dört çocuğu dünyaya gelmiştir. Bugün çocuklarından Sargun Tont ve Sumru Ünver hayattadır.3

Cevdet Tont, karakter itibariyle mert, babacan, filozof tabiatlı4 ve hayalperest bir insandır. Keskin bir zekâya sahiptir. Korkunç bir hafızası vardır. Nüktedan ve hoşsohbet kişiliği sayesinde çevresindeki insanlarla aynı sıcaklıkla ve çok çabuk arkadaşlık kurabilmektedir. Spora meraklıdır.5 Neşeli bir adam olmasının yanı sıra müziğe de meraklıdır. Pek çok şarkıyı ezbere bilmesine ve müthiş bir müzik kulağına sahip olmasına rağmen, maalesef sesi o derece iyi değildir. İstanbul yıllarında bestekâr Yesâri Asım(ERSOY) zaman zaman Erenköy’deki evlerine gelip ailenin kulaklarının pasını almıştır.6

Cevdet Tont’un hayatını üç döneme ayırabiliriz. Birinci dönem, memuriyeti dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunması. İkinci dönem, İstanbul yılları. Üçüncü dönem ise, Ankara yıllarıdır.

Memuriyet hayatına Aksaray’da –tahminen Sivrisinek Müdürlüğü’nde-7 başlar. Daha sonra özgeçmişinde bahsettiği gibi Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev alır. 1970 yılında Et ve Balık Kurumu’ndan emekli olur. Memuriyet hayatı aynı zamanda Anadolu’dan özlü fıkralar toplamasına da vesile olmuştur.

Tont, 1946 yılında İstanbul’a gelir. Bu tayin şairlik ve yazarlığını geliştireceği en önemli adım olacaktır. İstanbul’a gelmesi ile o dönemin önemli edebi şahsiyetleri ile tanışır. Bunlar arasında Neyzen Tevfik gibi heccavların yanında yukarıda da bahsettiğimiz gibi Yesâri Asım(ERSOY) gibi bestekârlarda bulunmaktadır. Özellikle Neyzen Tevfik’le kurduğu dostluk heccavlığını daha da kuvvetlendirecektir. Aile İstanbul’da Erenköy, Pendik ve Üsküdar gibi çeşitli semtlerde ikâmet etmiştir.

Cevdet Tont, 1940 yılından itibaren şiir, nükte, hiciv, fıkra tarzında yazılar kaleme almıştır. Maalesef özgeçmişinde de bahsettiği gibi bu yazıların büyük çoğunluğu bir kazada zayi olmuştur. Bu “kaza” ibaresini yaptığım araştırmada somutlaştıramamakla beraber yangın sonucu kaybolma ihtimali yüksek görünmektedir.

Ömrünün sonlarına doğru Ankara’ya taşınan Cevdet Tont, burada da Rafet ÖZDEMİR, Tahir AKTAN, Neşet AKTAN, Faruk SÜKAN, Osman TOLUN, Şaban KARATAŞ, Cinuçen TANRIKORUR, Hami MÜFTÜOĞLU gibi avukat, bestekâr, siyasetçi ve bürokratlarla dostluklar kurar.8

ÇİNUÇEN TANRIKORUR İLE TANIŞMASI

O yıllarda Emek Mahallesi’nde ikâmet eden Cevdet Tont’un Hami MÜFTÜOĞLU ile sıkı bir dostluğu olur.

Yine Cinuçen TANRIKORUR ile tanışması bu yıllara rast gelir.

Cinuçen TANRIKORUR “Saz-ü Söz Arasında” isimli hatıratında Cevdet TONT ile tanışmasını şöyle anlatır:

“… Yıllar sonra, 1971 Ekiminde bir gün, Ankara-Kızılay’da, şimdiki Şaziyem Çarşı’nın bulunduğu yerdeki eski otelin caddeye bakan salonu önünden geçerken camın vurulduğunu fark edip başımı kaldırdım. Camın arkasında Âsım bey, eliyle “Gel!” diye işaret etmiyor mu?.. Hemen geri döndüm, otelin yandaki giriş merdivenini hızla çıktım ve tâ ucunda oturdukları koridoru heyecanla yürümeye başladım. Âsım Bey(ERSOY) girişe sırtı dönük bembeyaz saçlı bir zâtla karşılıklı oturuyordu. Ben kendilerine doğru yürürken, “ Bu gelen çocuk var ya, diyormuş arkadaşına, bu çocuk udu konuşturur…” Yanlarına gelince her ikisinin de elini öptüm. Beyaz saçlı yaşlı zat kendisini “Şuarâ-yı zuafâdan Cevdet Tont” diye takdim etti; Âsım Bey’in çok eski bir arkadaşıymış. Üstada kendisini Ankara’da görmenin beni çok sevindirdiğini söyleyince,“Belki seni de görürüm diye arzu ederek geldim. Turhan Toper’de kalıyorum” dedi. Kalacakları süre içinde fakirhaneyi teşrife imkân bulup bulamayacaklarını sordum.

“İnşallah o da olur, ama iki şartla: başka kimseyi davet etmeyeceksin ve fazla fazla yemek yapmayacaksın. Sen, ben ve halîlen (eşin)” dedi. Hele gençliğinde ünü derecesinde yakışıklı, ama o nisbette mahçup da olduğu için, gittiği yerlerde ev sahibinin çağırdığı bir sürü hanımı görünce fevkalâde rahatsız olduğunu

duymuştum. “Tabiî hocam, siz merak etmeyin” dedim. Birkaç gün sonra buluştuk ve Küçükesat’taki evimizde mûsikî dolu hârikulâde bir akşam geçirdik. Ricamızı kırmayıp son yazdığı bazı eserleri okuduğu gibi, benim bir-iki bestemi de tevâzu ile dinlenip takdirlerini esirgememek büyüklüğü göstermişti. Nurlar içinde yatsın.

Ankara’da oturduğumuz için daha sık görüşme imkânını bulduğumuz Cevdet(Tont) Amca ise, tanıştığımız gün eve dönünce, “Şu oğlanın niyetine bir şiir çekeyim, bakalım ne çıkacak?” demiş ve kütüphanesindeki, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri fasiküllerinden birini gözünü kapayıp çekip herhangi bir sayfasını açmış. Kenarına “Cinuçen’in kısmetine çıktı” diye yazıp fotokopisini verdiği

7.fasikülde Ankaralı Sadullah Efendi diye bir şaire ayrılmış olan sayfa. İçindeki şiir de şu:

“Hulûs isminde vardır hân(i) kahah-î dilde bir mürşid Olur maksûda vasıl tutanlar dest ü dâmânın

(Yani: Gönül kuşunun yuvasında adı ‘kalp temizliği’ olan bir yol gösterici oturur ki, eline-eteğine yapışabilenler bütün emellerine ulaşırlar.)

Birkaç yıl sonra tanıştığım merhum senatör Âtıf Benderlioğlu’nun evinde, ismimin mânâsıyla ilgili olarak Hüseyin Kâzım Kadri’nin Büyük Türk Lûgati’nde ‘Çin-çen’ maddesinde ‘hulûs, dürüstlük, dostluğa ve ahde vefâ’ karşılıklarını görünce öyle şaşırdım ki!.. 9

Rahmetli Cinuçen TANRIKORUR’un sayesinde eşi Barihûda TANRIKORUR’da Cevdet TONT ile tanışmıştır. Barihûda TANRIKORUR, Cevdet TONT ile tanışmasını şu şekilde anlatmıştır:

“Cevdet Amca (Tont) ile Ankara’dayken tanıştık. Oturur, sohbet ederdik. Bana “Postacı Cevdet” yazarak kitap hediye etti. Bunlar tasavvuf kitaplarıydı. Sohbetlerimizde bize fıkra ve Neyzen Tevfik’i anlatırdı. Bir keresinde ilk besmele okuma hikâyesini anlatmıştı. Nüktedan ve içten bir insandı.” 10

Cevdet Tont 1980’li yılların ortalarına doğru rahatsızlanır. Elimizdeki bilgiler rahatsızlığı, ölüm nedeni ve ölüm tarihi hakkında net bilgiler vermemektedir. Arkadaşı Hami MÜFTÜOĞLU, Cevdet Tont’un rahatsızlığını ve ölüm sebebini “yaşlılığın getirdiği hastalıklar” olarak ifade ederken, oğlu Sargun Tont “kanser” olduğunu, bu nedenle hayatını kaybettiğini belirtmektedir.11 Cevdet TONT 1980’lerin ortasında vefat etmiş, cenazesi Ankara Karşıyaka Mezarlığı’na defnedilmiştir.

CEVDET TONT’UN YAZDIKLARINA DAİR

Cevdet Tont’un yazarlığa ve şairliğe ne zaman başladığını tam olarak bilemiyoruz. Fakat kısa özgeçmişinde yazdığına göre genç yaşta, hem de hicivle başladığını belirtmektedir. Cevdet Tont’un nüktedan kişiliği nedeniyle memuriyeti boyunca halk kültüründeki hiciv ve nüktelere yabancı durmamış, gittiği her yerde bu tip ürünleri hem dinlemiş, hem de derlemiştir. İstanbul’a gidip gerçek anlamda yazarlığa başladığında terkisinde bolca birikmiş olan Anadolu fıkra ve nükteleri, keskin zekâsı, tatlı üslûbu ile birleşecek ve ortaya demini almış mükemmel köşe yazıları çıkacaktır.

Cevdet Tont’un iyi bir yazar olmasında kaleminin güçlü olmasının yanı sıra kurduğu dostlukların büyük payı vardır. Sedat Simavi, Cihad Baban, Refi Cevad(Ulunay) gibi döneminin güçlü gazetecileri ile tanışmıştır. Daha da önemlisi, Neyzen Tevfik gibi güçlü bir heccavla dostluk kurma şansını bulmuştur. Cevdet Tont’un ilk yazısı 1940 yılında Başbakan Refik Saydam ile Tarım Bakanı Muhlis Erkmen’in çiftçilere yaptıkları konuşmayı manzum olarak yazmasıdır. Bu manzume “Ziraat Mühendisler Birliği’nin” dergisinde özel bir nüsha olarak yayınlanır. 1947’de Yedigün Dergisi’nde meşhur “Mimar Sinan” şiiri yayınlanır. Daha sonra o zamanın meşhur ve çetin bir mücadele gazetesi olan Tasvir Gazetesinde takma isimle vecizeler, hiciv fıkraları ve “Pazar sohbetleri” yazar.12 Bu gazetede yazarken köşesinin ismi: “Tepeden İnme”dir. Cevdet Tont ayrıca Türk Sesi, Son Saat gibi gazetelerde de yazılar yazar. Cevdet Tont’un yazılarına bakarak onun geniş bir kültüre sahip olduğu anlaşılmaktadır. Şairlerimizden Mehmet Akif’i(ERSOY) aruzu iyi kullanmasından dolayı çok beğenmektedir. Ayrıca Yahya Kemal’in(BEYATLI) şiirlerini de beğenmektedir.13

Yazar, özgeçmişinde şiirlerinden pek az bir kısmının, çok kısa hal tercümesiyle İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunduğunu belirtmektedir. Ayrıca “Karacaahmet’ten İlhamlar” isimli bir şiir kitabı olduğu bilinmektedir.14 Fakat yazdıklarının tamamının bundan ibaret olmadığı şüphesizdir. Çünkü sağlığında çeşitli gazete ve dergilere yazdığı yazılar halen durmaktadır. Bazı gazete yazılarına bakılarak Cevdet Tont’un özellikle Neyzen Tevfik’le yakın arkadaşlık kurduğu belirgin bir şekilde görülmektedir. Ve yıllar içerisinde biriktirdiği pek çok fıkra, hikâye ve nüktesi olduğu da anlaşılmaktadır. Fakat tüm bunlar dağınık haldedir.

Anlaşıldığı kadarıyla Cevdet Tont biriktirdiği nükte ve fıkraları kitap haline getirmek istemiş ancak bu gerçekleşmemiştir. Bu kanaatimizi doğrulayacak olan bir başka somut bilgi 07 Şubat 2013 ve 23 Kasım 2019 tarihlerinde peyderpey elime ulaşan ve beni Cevdet Tont’u araştırma macerasına sürükleyen Cevdet Tont dosyasıdır. Bu noktada Cevdet Tont’tan haberdar olmamı sağlayan bu dosyanın nasıl gün yüzüne çıktığından ve içeriğinden kısaca bahsetmek istiyorum.

TREN İSTASYONUNDAN ALINAN DOSYA VE SONRASI

Ben Cevdet TONT ismiyle 07 Şubat 2013 yılında, trenle Mersin’e dönerken tanıştım. Cevdet Tont’tan bana bahseden isim, Konya-Ereğlili araştırmacı ve yazar A.Hilmi EREL oldu.15 Yaptığımız bir telefon görüşmesinde Ereğli kökenli bir yazarın evrakının elinde olduğunu söylemişti. Kendisine dosyanın bir örneğinin bende de bulunmasının mümkün olup olmayacağını sordum. “Memnuniyetle!” dedi. Dosyayı almam için Ereğli tren istasyonundaki simitçiye bırakacağını söyledi. Heyecanla Ereğli tren istasyonuna varmayı bekledim. Nihayet saat 17.50’de Ereğli tren istasyonuna vardık. Dosyayı bir “simit-ayran” ile beraber aldım.

Yol boyunca elimdeki dosyayı baştan sona okudum. Okuduktan sonra ölümünden günümüze kadar, yaklaşık otuz yıl boyunca bu kıymette bir yazar ve şairi nasıl olup da unuttuğumuz sorusu aklıma takıldı? Ondan sonra Cevdet Tont’u araştırmaya başladım. Aslında elimdeki dosyada Cevdet Tont kendisini çok güzel anlatmıştı. Özgeçmişini -yukarıda da kullandığım üzere- kendi ağzından yazmıştı. Fakat bu kadarı yeterli olmadığı için aile efradını, arkadaş çevresini ve daha başka yazdıklarını da bulmak gerekiyordu. Bu minvalde araştırmamı sürdürdüm. Adeta iz sürdüm. Önce sevgili oğlu Sargun Tont ile tanıştım. Babası hakkında bilgi topladım. Ardından dosyada ismi geçen kişilere ulaşmaya çalıştım. Bu kişilerden tamamına ulaşamamış olsam da, bir kısmına ulaşmayı başardım.

EVLADIM YILDIRIM

Bu isimlerden en önemlisi Cevdet Tont dosyanın asıl sahibi olan Avukat Hami MÜFTÜOĞLU idi. 1922 doğumlu olan Hami MÜFTÜOĞLU, hem Cevdet Tont’un hemşerisi, hem de çok yakın arkadaşıydı. Hami Bey ile 23 Kasım 2019 tarihinde Ankara’daki evinde buluştuk. Bu buluşma da Hami Bey bana Cevdet Tont’tan daha ayrıntılı olarak bahsetti. Dahası ben de bulunan dosyanın eksik olduğunu söyleyerek, tamamını hediye etti.16 Dosyayı verdikten sonrada günün hatırası olarak bana şu sözleri dikte ettirip yazdırdı.

“ Evladım Yıldırım, sana bugüne kadar bir hazine olarak bana emanet edilen Ereğli’mizin yetiştirdiği çok muhterem ve kıymetli ağabeyimiz Cevdet Tont’un hiciv ve sohbetlerini içeren hayat hikâyesini bırakıyorum. Burada kendisi gibi şair ve yazar olan, merhum Neyzen Tevfik’le olan sohbetlerini de göreceksin. Cevdet TONT hemşehrimiz biz ve bizden öncekiler için büyük değer taşıyan kıymetli bir hemşehrimizdi. Ben de

emanet olan hayat hikâyesini sana bırakıyorum. Gerekli değerlendirmelerinle merhum ağabeyimizin hayatını canlandıracağınızı ümit ederek, gözlerinden öpüyorum. Hami Müftüoğlu”

Böylece altı yıllık sürecin sonunda Cevdet Tont dosyasının tamamına ulaşmış oldum.

CEVDET TONT DOSYASININ İÇERİĞİ

Cevdet Tont dosyasının içeriğine baktığımızda toplamda 53 sayfadan oluştuğu görülür. Bu dosyanın tamamı fotokopiden oluşmaktadır. Metinler daktilo ile yazılmıştır. Bu metinlere Cevdet Tont tarafından zaman zaman el yazısıyla düzeltmeler yapılmıştır. Dosya “Sevgili yiğenim Hami” başlığını taşıyan bir bilgi notuyla başlamaktadır. Bilgi notunun tarihi 25 Mart 1977’dir. Devamında yazarın kendi kaleminden özgeçmişi, Mayıs 1976 yılında Ankara’da yazdığı “Ereğli Tarihine Giriş” şiiri, “Sohbete Dair, “İlim mi İrfan mı?” isimli iki yazı vardır. 28.11.1977 yılında Son Havadis gazetesinde çıkan “Neyzen Tevfik” yazısı, “Çeşitli Fıkralar/Fıkralara Dair” başlıklı yazı ile Tevfik Fikret, Ferid Kâm, Şair Eşref, Ahmet Vefik Paşa, Talat Paşa, gibi şair, heccav, hoca ve devlet adamlarına dair fıkralar ile nükteler bulunmaktadır. Yine kıssadan hisse tarzında hayvan fıkraları da mevcuttur. Cevdet Tont, görev yaptığı yerlerde derlediği bazı yerel fıkraları da metne eklemiştir. Ayrıca Keçecizâde İzzet Molla’yı tanıtan bir yazı ile üç adet fıkrasına yer vermiştir.

Tüm bunlarla birlikte Cevdet Tont’un dosyasında altmıştan fazla özgün ve muhtemelen hiç yayınlanmamış fıkrayla nükte bulunmaktadır. Yine ilgili dosyaya “Tezvirat” isimli bir gazete de konulmuştur. Bu gazete 1950’li yıllarda Hami Müftüoğlu ve Utku Abay tarafından Ereğli Avukatlar Bayramı balosu şerefine çıkarılmış günübirlik bir gazetedir.17

NEYZEN TEVFİK İLE CEVDET TONT

Bu dosyayı ilginç ve özgün kılan metinler Neyzen Tevfik fıkralardır. Yazımızın devamında bu fıkralardan bazıları okuyucu ile paylaşılacaktır. Dosyadaki Neyzen Tevfik fıkra ve nükteleri yaptığım araştırmalara göre daha önce hiç yayınlanmamıştır. Elbette gelecekte yapılacak daha derinlikli araştırmalar bu yorumu değiştirebilir. Bu fıkralara örnekler vermeden önce Neyzen Tevfik’le Cevdet Tont arasındaki tanışıklıktan bahsetmek gerekir.

Cevdet Tont’la Neyzen Tevfik arasındaki dostluk, İstanbul yıllarında başlamış ve Neyzen Tevfik ölünceye kadar sürmüştür. Neyzen Tevfik’le Cevdet Tont’un ilk karşılaşmasını Cinuçen TANRIKORUR hatıratında şöyle anlatır:

“Gençliğinde simâen de benzediği Neyzen Tevfik’le çok yakın dostluk içinde bulunmuş olan Cevdet Amca çok kuvvetli bir heccavdı. Neyzen’le olan yüzlerce hatırasından sadece bir tanesini, tanıştıkları günkünü anlatmadan geçemiyorum. “Ne iş yapıyorsun evlât?” diye sorunca Neyzen, “Memurum efendim” der Cevdet Amca. Ve Neyzen nükteyi yapıştırır: Yani sen de dar gelirlisin!” Cevdet Amca altta kalır mı? “Dar gelirliyim 16 2013 yılında elime geçen evrak toplam 24 sayfadan oluşmaktaydı. Fakat Hami Bey’in verdiği dosya 53 sayfadan oluşmaktadır.

Cinuçen TANRIKORUR’un belirttiği gibi dostlukları Neyzen Tevfik’in ölümüne kadar devam eder. Bu dostluklarının her daim tatlı devam ettiği söylenemez. Belli ki, Neyzen meclisinin bir unsuru olan iğneleme, hicvetme, taş atma, şaka yollu eleştirme metodunu Cevdet Tont’un, Neyzen Tevfik’e karşı kullandığı olmuştur. Hem de hiciv şeklinde…

Bilindiği üzere 1944 yılında İstanbu’un Beşiktaş iskelesine bir Barbaros anıtı dikilir. Bu anıtın kaidesine Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” adlı şiirinden şu bölüm yazılır:

“Deniz ufkunda bu top sesleri, nereden geliyor Barbaros belki donanmayla seferden geliyor.

Adalardan mı, Tunus’tan mı, Cezayir’den mi?

Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş ayı gördükleri yerden geliyor

O mübarek gemiler hangi seherden geliyor? ”

Neyzen Tevfik, anıta konulan bu şiire: “Edebi bilgini Hayrettin Kaptan/Beş asır önceden biliyor gibi(…)” diye başlayan bir hiciv yazar.

Neyzen Tevfik’in bu hicvi üzerine Cevdet Tont’ta yerinde duramaz ve Neyzen’e cevabî bir hiciv yazar.19 Tont’un şiirini okuyan Neyzen Tevfik “ Bunu yazsa, yazsa bizim Cevdet yazar” diyerek hem hicvi beğenir, hem de kahkahayı koyverir. Aralarında bu kadar samimi ve hiciv dolu ilişki bulunan iki şairin dostluğu Neyzen Tevfik’in ölümü ile sona erecektir.

CEVDET TONT’UN NEYZEN TEVFİK HAKKINDA YAZDIKLARI

Cevdet Tont, arkadaşı Neyzen Tevfik hakkında çeşitli dönemlerde bazı yazılar kaleme almıştır. Nitekim elimde bulunan dosyada Neyzen Tevfik hakkında yazdığı çeşitli yazılar bulunmaktadır. Bundan başka Neyzen’le ilgili yazılarından biri de Son Saat gazetesinde çıkan 8 Şubat 1953 tarihli yazısıdır. “Pazar Sohbetleri” köşesinde yayınlanan bu yazı “Neyzen Tevfik’in Yolladığı Mektup” başlığını taşır. Yazı, Neyzen Tevfik’in ölümünün ardından yazılmıştır. Bu yazıda Cevdet Tont, Neyzen’in ağzından yazılmış bir mektup kaleme alır. “Azizim Nisyani” girişiyle başlayan mektup, Neyzen Tevfik’in ilk gün öte dünyada neler yaşadığını, kimlerle karşılaştığını, Ahret Postasını, Ahmet Rasim’i, şair Nedim’i, Orhan Veli’nin Ahret mecmuasındaki Neyzen şiirini, Mehmet Akif’i mizahi bir üslupla anlatır. Mektup şu şekilde sona erer:

“Nisyanî bu sana birinci mektubumdur. Onun için havadan sudan oldu. Unuttuğum mühim bir şey var ki görürsen, ya kardeşim Şefik’e yahut diğer dostlarıma söyle bana mezar taşı dikeceklerse, üzerine “Hüvelbâki” filan yazmasınlar. Ben O’nun bekâsına şehâdet edecek kadar kudrete sahip değilim. Mezarıma sadece bir hiç yazsınlar, kâfi! Evet, koskocaman bir hiç! Zaten ben dünyada iken bu maksadımı şöylece açıklamıştım:

“Felsefemde yok ötem ben çünkü sırr-ı vâhidim Cem-i kesrette yekûnen sıfırı mutlak olmuşum.”20

Neyzen Tevfik hakkında ulaşabildiğimiz ikinci yazı ise Neyzen Tevfik’in 24. ölüm yıl dönümde Son Havadis gazetesinde kaleme aldığı “Neyzen Tevfik” isimli yazıdır. Cevdet Tont yazısının ilk kısmında Neyzen Tevfik’i şöyle anlatır:

“Kendine mahsus bir çeşni içinde Neyzenliği, nüktedanlığı, hiciv şairliği ve derbeder yaşayışıyla meşhur olan Neyzen Tevfik, 24 Mart, 1879’da Bodrum’da doğmuştur. Tuhaf tesadüf, eski dünyanın yedi harikasında birisi

SONUÇ

Özetle Cevdet Tont, 1908 yılında başlayıp 1980’li yıllara kadar sürdürdüğü renkli hayatına pek çok önemli dost sığdırmıştır. Hayatını nükte ile hiciv arasında geçirmiş, keskin zekâsı ile onlarca yazı kaleme almıştır.

Fakat malum, hafıza-i beşer nisyan ile maluldür… Kırk yılı aşkın yazarlık serüveninde onca yazısı, nüktesi, hicvi olan Cevdet Tont, yazık ki hatıralarda kalmıştır. Koca yazar unutulacağını adeta hissetmiştir. Bu yüzden Neyzen Tevfik yazısında kullandığı “Nisyanî” takma ismi bir rastlantından ibaret değil, bilinçli bir tercihtir. Sanki kalbinde hissettiği duygu, kalemine bu isimle dökülmüştür. Peki tamamen unutulmuş mudur? Hayır!

Tamamen unutulduğu söylemek çok yanlış ve çok iddialı bir söz olur. Çünkü söz uçar, yazı kalır. Çünkü yazarlar ölümsüzdür. Cevdet Tont’ta yazdıklarıyla ölümsüzleşmiştir aslında. Yazdıkları sayesinde unutulduğu yerden tekrar hatırlanmıştır. Ölümüyle yazdıklarının üstünü biraz tozlandırmıştır, o kadar. Ne mutlu ki, bu tozu almak, yazdığı sayfaları aralamak görevi ve mutluluğu bize kısmet olmuştur.

Cevdet Tont edebi sanatların en zorlu fakat güzel alanlarından birinde kalem oynatmıştır. Hem de çok ustaca… Ustalığının büyüklüğü nükte için yaptığı tanımda açıkça görülür. “Nüktedan ne yalayan, ne dalayan adamdır” der Cevdet Tont... Sanırım bu ifadesiyle nüktenin tanımı hakkında kalıcı ve veciz bir hüküm koymuştur. Nüktede bunu söyleyen ve onca yazı yazan bir kalem acaba hicivde neler döktürmüştür, kim bilir? Elbet bir gün hiciv şiirleri de ortaya çıkacaktır.

İşte bu yazı ile onun hayatını, nüktedan kimliğini, yazdıklarını paylaştık. Cevdet Tont’u okuyuculara tekrar hatırlattık. Tont’un zengin nükte birikiminin kapılarını bir parça da olsa araladık. Yine bu yazı sayesinde hiciv edebiyatımızın büyük ismi Neyzen Tevfik’ten dinlediği ve derlediği fıkraları geniş bir okuyucu kitlesi ile buluşturduk. Gelecekte yapılacak daha ayrıntılı araştırmalar Cevdet Tont’un etraflıca tanınmasını elbette sağlayacaktır.

Bu vesile ile bu değerli yazarı bir kez daha saygı ve rahmetle anıyor ve sizleri onun nükte ve fıkraları ile baş başa bırakıyoruz.

(II)

NEYZEN TEVFİK22

CEVDET TONT’TAN NEYZEN TEVFİK’E DAİR YAZILAR VE FIKRALAR

“Serserinim düştüm aşkınla meye/Nasıl girdin elimdeki şu ney’e.”

“ Hem seversin beni Neyzenin diye/Hem de sarhoş diye destan edersin.”

“ Kendine mahsus bir çeşni içinde neyzenliği, nüktedanlığı, hiciv şairliği ve derbeder yaşayışıyla meşhur olan Neyzen Tevfik, 24 Mart 1879’da Bodrum’da doğmuştur. Tuhaf tesadüf, eski dünyanın yedi harikasından birisi de bu şehirde idi. Antika bir tabirle söyleyecek olursak, sanki hilkat sekizinci harika olarak Neyzen’i de bu topraklarda dünyaya getirdi.

Babası Samsun’un Bafra ilçesinden, anası da Boluludur ama Tevfik halis muhlis Bodrumludur. Çünkü hem orada doğmuş, hem de adına gençlik denen hayatının altın yıllarını bu altın sahillerde geçirmiştir. O, bir Ege çocuğudur. “Ah benim güzel İzmir’im” derken Davud’un mezâmiri gibi hasretle inlediğini çok görmüşüzdür.

İlk ve orta tahsilini bu yörede yapmış, daha sonra babası tarafından medreseye verilmişse de, daha çok şer’î ilimler okunan bu eski tahsil müessesesinde Tevfik, adeta ray değiştirip, rindâne bir tefekküre ve yaşayışa sapmıştır. Neyzen’in tahsili söz konusu olduğu zaman, yakın dostların merhum Revnakoğlu, o çok lügâtlı konuşmasıyla şöyle derdi: “Neyzen-i azâm hazretleri fıtrat fakültesinden mezundur, fıtrat fakültesinden!..” Neyzen’i tarifte cidden hem veciz, hem de çok doğru bir sözdü bu…

Sanki yalnız ona mahsus bir sanat ve ünvanmış gibi bütün ömrünü kapsayan neyzenliğine gelince, Tevfik için, ney’i şundan öğrendi, bundan öğrendi, diye bir üstâd gösterilmez. Hatta ona neyde ilk besmeleyi çektiren Urlalı berber Kazım Usta, Tevfik’in neyzenlikte eriştiği mertebeyi görmüş olsaydı, hayretinden kim bilir ne hale gelir. Tevfik, feyz aldığı asıl kaynağı şu mısralarla kendisi açıklıyor:

“Her tecelli muhkemat olmuş, görünmüştür bana…”

İşte Tevfik’i yetiştiren konservatuar bu!.. Şunu da unutmamak lazım Tevfik neyzenliği ne kadar yükseltmişse, neyzenlik de onu, yattığı han odalarında alıp, zamanın büyük tarikat dergâhlarına, vükelâ, vüzerâ konaklarına sokup, itibar görmesini sağlamıştır. Mesela Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi gibi, o devrin büyük âlimleri ile, Mehmet Âkif gibi meşhur şairleriyle dostluklar kurması ve bu zâtlardan özel derslerde alması hep neyzenliği sayesindedir. Burada bir noktaya da işaret etmek isterim: Neyzen ona sevgiyle sarılan bu kucaklardan, demler sürüp nice âlemler gördüğü bu konaklardan hiçbir zaman aşağıya yuvarlanmadı. Onu herkes malum haliyle seviyordu. Öyle ki, Nişantaşı’nda’ki bilmem kimin konağından, Sulukule’deki İboş’un cergesine inerken, sayfiyeye gidip gelen insanların rahatlığı ve tabiliği içindeydi. Hayatı böyle anlamıştı, merhum… Ne yazık ki, neyzenliği bugün sadece bir hatıradan ibarettir. Namını terennümle yâd edilecek bir iki eserden başka geriye bir şey bırakmadı. Sanatı da hayatı gibi bestesizdi. Neyzen gibi gerçekten güçlü bir sanatkârın bu yönü, kendisi içinde musîkimiz için de büyük bir talihsizlik olmuştur.

Bu bahsi kapatırken, eski şairlerden Sait Efendi’nin sanki Neyzen’in büyük hüviyetini özetlermiş gibi söylediği şu beytini yazmadan geçemeyeceğim:

“ Nâlezen candan bezen elden ele dâim gezen Pürmihen dert- aşinâ bir naay bir ben bir gönül..”

Neyzen, daha çok hicviyeci olarak tanınır ve yazdığı hicviyeler zamanında defterden deftere aktarılarak…..? (okunmamaktadır)….. söylemeye lüzum yok. Çünkü pek az istisnasıyla hicvin de turfandası makbuldür. Ama ölümsüz eserlerden birkaç örnek vermeden de geçemeyeceğiz. İşte uzun bir şiirin son kıtasında ilahi cilveyi bakınız ne güzel dile getiriyor:

İşte güzel bir beyit daha:

“Serserinim, düştüm aşkınla meye, Nasıl girdin elimdeki şu ney’e?

Hem seversin beni (Neyzenim) diye. Hem de sarhoş diye destan edersin!..”

“Mürg-i aşkın

Olur mu hiç durağu?

Ebediyet önünde yem çanağı…”

Neyzen’in böyle nice beyitleri vardır ki, şerh edilse bir tanesi belki bir cilde sığmaz. Neyzen son derece üstün bir konuşma yeteneğine de sahip idi. Kendi üslûbuyle giriştiği sohbetlerin tadına doyulmazdı. Hazır cevaplılıkta üstüne yoktu. En halis nükteler dilinin altında, galiba nöbetteydiler. Neyi sustu, meyi döküldü ve hatta aradan yirmi dört yıl geçti. Ama Neyzen, çeşitli ve günden güne çoğalan fıkralarıyla destanlaşıp gidiyor. Ne yazık ki bunların bir haylisi Neyzen’le hiç ilgisi olmayan yakıştırmalardır. Derbeder yaşayışının nedeni olarak, içkisi öne sürülürdü. Doğru muydu?.. Bilinmez ama içkinin oldukça uzun yaşamasına engel olamadığı bir gerçek.

1953 Ocak ayının son günlerinde musallaya uzandığı zaman yaşı 74 idi. Bir asrın dörtte üçünü tamamlamaya tek bir parmak kalmıştı. Hülâsa, ney ile mey onun varlığında suyun terkibindeki hidrojenle oksijen gibiydi. Ve nihayet bu efsane adamın gelip geçişine ne kadar uygun düşüyor, şu söz:

“Yel üfürdü, su götürdü.”

Bir ucu taa Mısır’a kadar giden….( yazının bundan sonraki kısmı bulunmuyor)…”

NEYZEN TEVFİK’İN YOLLADIĞI MEKTUP23

Azizim Nisyanî;

Kartal Mezarlığı’ndaki o hay huy arasında sana uzaktan bir göz kırpmakla iktifa edebildim. Ulan o romatizmalı bacaklar üstünde o nasıl hendeseli duruştu öyle. Bütün o ..?(okunamadı)… ve ihtiramın hepsi bana mıydı?

Hatırlar mısın bir gün sana: Ben kırk hovardası olan o…ya (basın âdabı masın âdâbı diyerek kelimeyi aşifteleştirme, ne demek istediğimi erbâbı anlar) benzerim demiştim. Meğer miktarı çok fazlaymış, o gün ben aranızdan çıkınca hepiniz biri birinizin kim olduğunu anlayıverdiniz.

Neyse şimdi bunları bırakalım da sana burada ilk günlerde olup bitenlerden bazı şeyler yazayım.

Ahret yolculuğunun mezar denen ilk durağında, ukba gümrüğünden Münkir, Nekir adlı iki kolcu daha hüviyetimi sormadan elimdeki neye hayretle bakıyorlardı. Herhalde listelerinde böyle bir eşyanın geçip geçmemesi hakkında bir sarahat yoktu. Sonra pasaportumdaki ilahî diplomasiye mensup kaydını görür görmez yerlere kadar eğilip “buyurun” dediler. Kısacası, burada valizlerinde kaçak eşya bulunmayan yolcuların gümrük muamelesi bu kadar basit oluyor. Gümrük duvarları da dünyada olduğu gibi öyle demir parmaklıklı değil, bir “ân” çitinden ibaret.

Bu çiti geçer geçmez ilk karşıma çıkanlar meşhur Yunus Emre ile Yenikapı Mevlevî Şeyhi Abdülbakî Efendi oldu. Herhalde birisi kendi nefsine, diğeri de oğlunun sesine gelmiş olmalı. Biliyorsun ya, biraz evvel Bâki Efendi’nin oğlu Gavsi başımda ney üflüyordu. Bâki Efendi: “Aman Neyzen, ne ettin de geldin!” diye hoşâmedi eylerken coştum: “Nerde tâcı devletin Bâki dedim âyinede”

İkinci mısraı okumaya vakit kalmadan Dede Efendi: “Ah Tevfik, burada aynanın sırrı sıyrıldı. Arkasında kim varsa onu görüyorsun” dedi.

Daha gardan çıkmamıştık, bir de baktım ki, Ahmet Rasim koşarken gözlüklerini de düşürmüş, heyecanla gelip boynuma sarıldı. Boyuna: “Aman Neyzenciğim, vallahi geç haber aldım” diyerek, şapur şupur öpmeye başladı. Arkasından muazzam bir kafile, seninkiler en önde. Nef’î, Kâni, Kanlıcalı Nihat, Şeyh Rıza, Eşref hatta Tokadîzâde Şekip’le, Mehmet Âkif, Süleyman Nazif, kimler yok? Ha bak unutacaktım: Sûrurî, Kalayî, Sümbülzâde Vehbî, bunlar bizim Eşref’i adeta çerçevelemişler. Gelen boynuma sarılıyordu. Hangi durakta indiğimi sorudular. Kartal deyince Kâlayî:

“Şimdi hep seyyah-ı aşkın mercii Kartal mı kim?”

diye durumuma uygun bir mısrâ kondurunca ortalığı bir kahkaha tufanı istilâ etti. Ahmet Rasim durur mu: “Gelin yahu! Şurada bir yol yorgunluğu çıkaralım” diye bizi devam ettiği bir yere soktu. Girdiğimiz yer, Beşiktaş’taki bizim Ferhan’ın Kahvesi kadar bir yerdi. Cemaatin yarısı içeride, yarısı da dışarıda kaldı. Sohbetin cazgırlığını Rasim yapıyordu. Bir ara: “Neyzen gelirken belediyenin omzuna binmişsin, aferin İstanbul Belediyesi’nde seni taşıyabilecek tâkat varmış demek.” Bu latifeye kahkahalar atılırken ben de: “Vallahi Rasim: Ad Ayşe’nin, öpücük Fatma’nın’ derler. Bizim iş de öyle oldu. Ben yarı yarıya Belediye’nin omzuna bindim ama galiba ikimizde bizim birâder Şefik’in sırtına yüklendik. O gürültü arasında zavallı çocuğun hizmeti büsbütün kaybolup gitti.” dedim.

O sırada içeriye Müverrih Ahmet Refik’le Şair Nedim girdi. Malum ya Nedim’le Beşiktaş’tan hemşehri de sayılırız. Ulan herif üç asırdır çapkınlıktan hâlâ vazgeçmemiş. Bana boyuna deniz hamamlarından, kendi tabiriyle söyleyeyim: Buralarda kullanılan levazımatı istihmamiyeden, yani plajların mayo filân gibi takım taklavatlarımı soruyor ve yıkananların evzaı hakkında malûmat almak istiyordu. Verdiğim izahattan öyle coşku ki, bir ara: “Güllü mayo giydik amma korkarım âzâr eder” diyerek söylenmeye başladı.

Sohbet bu minval üzere devam ederken, dışarıdan: “Haydi yazıyor! Ahret Postası, Letaf-ül-ukba, Kulun gözü cennette, vezinsiz, kafiyesiz ahret!” Gibi sesler duyulmaya başladı. Yanımdakilere: “Bu ne yahu? Burada da gazete filan çıkar mı?” diyecek oldum. Hepsi birden: “Çıkmaz olur mu, Gütenberg göçeliden beri burada da gazete çıkmaya başladı. Hele Ebüzziya Tevfik’le İkdamcı Cevdet ve Burhan Cahit bizim tarafta, bu işi oldukça ilerlettiler. Hatta Orhan Veli bile bir mecmua çıkarmaya başladı.” dediler. Merak ettim, bir Ahret Postası alıp göz gezdirdim. İlk sahifesinde kocaman bir manşet göze çarpıyor:

“Yeryüzünde münteşir Hür Ses gazetesinde okuduğumuza göre, meşhur Neyzen Tevfik açlık ve sefalet içinde ölmüş, cenazesini de belediye kaldırmıştır.” Bu habere beynim attı. Hususî bir maksatla yapılan bu fesatlık hâzîrun üzerinde dehşetli bir tesir yarattı. Eşref’le Sürûri baş başa verip bir tavzih yazmaya karar verdiler. Yakında sana gönderecekler; icabını yaparsın Nisyanî.

Ahret basının inkişafını tetkik maksadiyle en son çıkan vezinsiz kafiyesiz Ahret Mecmuası’nı elime aldığım zaman daha ilk sahifede Orhan Veli’nin şu şiiri gözüme çarptı:

Neyzen Tevfik Neyzen, ney’ini çaldı Ney’i de Neyzen’i

O çaldı Bu çaldı Tam 66 yıl Boru mu bu?

Evet kamış bir borunun marifeti bu,

İçinden Allah’ın sesi gelen kamış borunun.”

Âkif’le göz göze geldik. Senin bunlar hakkındaki şu sözünü naklettim: “Bu çocuklar çala çala bir hava çıkaracaklar galiba!”

Nisyanî bu sana birinci mektubumdur. Onun için havadan sudan oldu. Unuttuğum mühim bir şey var ki görürsen, ya kardeşim Şefik’e yahut diğer dostlarıma söyle bana mezar taşı dikeceklerse, üzerine “Hüvelbâki” filan yazmasınlar. Ben O’nun bekâsına şehadet edecek kadar kudrete sahip değilim. Mezarıma sadece bir hiç yazsınlar, kâfi! Evet, koskocaman bir hiç! Zaten ben dünyada iken bu maksadımı şöylece açıklamıştım:

“Felsefemde yok ötem ben çünkü sırr-ı vâhidim Cem-i kesrette yekûnen sıfırı mutlak olmuşum.”

NEYZEN TEVFİK ÜZERİNE BİR YAZI

Neyzen Tevfik, 1879’da Bodrum’da doğdu. Ney üflemekteki üstünlüğü ona, genç yaşında geniş bir ün sağladı. Belki de bu nedenle neyzen denince, sanki yalınız ona mahsus bir sanat ve ünvânmış gibi herkesin aklına önce o geliyor. Gerçekten eyi ney çalar ve çok içki içerdi. Yani neyle, mey onun varlığında suyun terkibindeki hidrojenle oksijen gibiydi. Az fakat güzel şiirleri de vardır. Hele hiciv söylemekte hakkıyla üstad idi. Ayrıca çok üstün bir konuşma yeteneğine de sahip idi.Tatlı,rahat ve uzun konuşurdu.

- “Zaten Allah’ın insanlara en büyük lütfu sıhhat ve servet değil; sohbettir, sohbet” derdi.

Derbeder bir ömür sürdü ve yaşı yetmiş dört iken Beşiktaş’ta öldü. Kaybolup gitmelerini önlemek amacıyla Neyzen’in fıkralarına biraz fazla yer verdik. Çünkü bunların bir kısmı, onunla ettiğim sohbetlerin tatlı fakat yalınız bizde saklı hatıraları, bir kısmı da yakın dostlarından dinlediğimiz gerçek fıkralardır.

NEYZEN TEVFİK BEŞİKTAŞ’TA

Bir gün Neyzen Tevfik’le Beşiktaş İskelesi’nde geziyorduk. Üsküdar’a dolmuş yapan kayıkçılardan birisi sandalını iskelenin ucuna yanaştırmış müşteri çağırıyor:

- Hadi Üsküdar’a dolmuş! Hadi Üsküdar’a biiiir!!!

Adam hem bağırıyor, hem de tanıdık bir yüzle bize bakıyordu. O civarda oturduğu için Neyzen’i herkes gibi o da tanıyordu galiba? Gene “dolmuş bir-ikii” diye bağırınca, Neyzen takıştı:

- Evlat, Karacaahmet’e çıkıyor musun?

Kayıkçı, önce başını çevirip taa karşı yakanın hem de teperline görünen, meşhur Karacaahmet Mezarlığı’nın selvilerine baktı, sonra da bize dönüp:

- “Vallahi Neyzen Baba! Biz iskele camisinin önüne kadar götürürüz. Ondan ötesine imamın dolmuş çalışır. Oranın yolcuları ona binerler” dedi.

Ben gülmemek için kendimi zor tuttum. Aksine Neyzen ciddileşti. Şöyle anıtlaşmış bir çehreyle bir süre sustu ve sonra birden coşarak:

- “Bak Cevdet! Türk milletinim cevherinde asalet var, adalet var, âlicenaplık var. Şevket, merhamet… Şu var, bu var. Ama nükte de var. İşte şu cahil kayıkçı bile nasibini almış o cevherden” dedi.

NEYZEN TEVFİK HAMAMDA HANGİ EŞEĞİ YIKADI?

Neyzen Tevfik, neyzenliği, hicivciliği, serhoşluğu, nüktedanlığı ve bilhassa derbeder yaşayışıyla meşhur bir insandı. Hele neyle mey, onun hayatında suyun varlığındaki oksijenle hidrojen gibiydi. Yani onlarla ayakta dururdu Tevfik. Beşiktaş’ta oturduğu tek bekar odasına:

- “Bizim sefaletseray” derdi.

Bu serayın selamlık kısmı da gene Beşiktaş’ta içinde birkaç bodur masa, on-onbeş arkalıksız iskemle bulunan Ferhan Baba’nın kahvesiydi. Neyzen bütün gününü orada geçirir, ziyaretine gelenlerde kendisini o kahve de bulurlardı. Amma Neyzen’e mahsus bir protokol da vardı bu kahvede.

Sabahları gelişinde daha köşeyi dönmeden bronşitli köksünden(göğsünden) kabaran perdeli öksürüklerin sesi duyulur, hem istikbal hazırlığı başlardı. Oturacağı makam masası hayranlarınca ceketlerin kollarıyla silinir ve teşrifine intizar edilirdi. Bir sabah, gene böyle bir saltanatla kahveye girdi. Ve hemen konuşmaya başladı:

- “ Çocuklar! Bugün bizim ihtiyar eşeği hamama götürdüm. Aman bir hoşlandı, bir hoşlandı ki, Kurnanın dibinden kaldıramadım kâfiri” dedi.

Sonra şunları da ekledi:

- İhtiyar karakaçan o kadar coştu ki, gazelden, şiirden, nefesten, kafesden hangi makamdan anırmadı ki? Bizi seyreden zevallılardan çoğu, bellerinden peştemâllerini düşürdüler.

Sözün tam burasında karşısında oturan bir adamcağız:

- “Peki, Neyzen Baba! Şimdi o eşek nerede?” deyince, Koca nüktedan:

- Benim anlattığım eşek senin karşında, senin sorduğun eşek de tam benim karşımda!” demez mi?

KIRILAN NEY

[Üsküdar okullarında uzun süre öğretmenlik yapan Ekrem(Engin) Hocadan şu fıkraları dinlemiştim.]

Gençliğinde Ekrem Hoca’yı askere çağırırlar. O zamanlar, şimdi ki İstanbul Üniversitesi merkez binasında oturan Harbiye Nezareti’ne gider. Bahçede sırasını beklerken elinde bir neyle Neyzen Tevfik’i görür. Meğer onu da askere çağırmışlar. Ekrem Hoca yakın dostu olana Neyzen:

- “Tevfik! Hadi seni çağırmışlar gelmişsin, ya şu elindekini neye getirdin?” deyince, Neyzen şu cevabı vermiş:

- “ Bre kardeşim! Sen bilmez misin? Eşeği düğüne çağırmışlar da ya oduna, ya suya demiş. Onun gibi beni de herhalde düğüne çağırdılar.”

Gülmüşler. Neyzen bir ara coşmuş, başlamış ney üflemeye. Başına bir hayli genç toplanmış, gürültüde biraz fazlaca artmış olacak ki, oradan geçmekte olan bir amir:

- “Ulan burası çümbüş yeri mi?” diye Neyzen’in elinden neyi çekmiş ve ayaklarının altında çatır, çutur ezmiş. Herkes aceba Neyzen buna ne diyecek diye şaşkın bakarken Neyzen öfkeli adama dönmüş ve bir elini göğsüne bastırıp:

- “ Bak arkadaş! Şurada kırdığın kalp, Mevlâ’nın ve şu ezdiğin kamışta Mevlâna’nın… Ben karışmam ama ikisinin elinden yakanı kurtarabilirsen aşk olsun sana!” demiş.

KIZMA HOCA

Üsküdar’da vaktiyle Çiçekçi otobüs durağında mütevazı fakat ünlü kişilerin devam edip sohbet ettikleri bir kahve vardı. Burada bir gün, Üsküdarlı şair Talat Bey, Mevlevi Ahmet Remzi Dede, Ekrem Hoca ve daha başkaları sohbet ederlerken Neyzen Tevfik içeri girer. Hem de çamurlara düşe kalka perişan olmuş bir kılıkla…

- “Buyurun!” derler.

Arka arkaya çaylar ısmarlanır. Neyzen şöyle biraz kendine gelince,içlerinden biri:

- “Hazret sünuhatınız (Yani yeni yazdığınız bir şiir filan varsa demek) varsa lutfette dinleyelim” der.

Neyzen, kendini şöyle bir süzer ondan sonra da yüksek bir sesle:

“ Ey bana kendini büyük tanıtan Halime bak da varlığından utan!

beytini okur okumaz, karşısında kahvesini içmekte olan ihtiyar ve asabî bir hoca, elindeki kahve fincanını, kahvenin taşlığa çarpar ve Neyzen’e:

- “Bre kâfir! Hâşâ! Allah’a karşı böyle terbiyesizlik yapılır mı?” diye bağırınca, Neyzen hocaya dönüp:

- “ Kızma hocam! Biz o kapının köpeğiyiz. Ara sıra hırlarız. O bizim havlamamıza aldırmaz. Sen merak etme!” demiş. Bunun üzerine kızan hoca da dahil hepsi kahkahayı basmışlar.

BEN DELİ MİYİM?

[Bu fıkrayı Yesâri Asım’dan dinledim.]

Neyzen bir ara halkın tımarhane dediği akıl hastanesinde tedavide iken, eski başbakanlardan Recep PEKER, bir dostunu ziyarete gelir. Neyzen’i de sorar. Burada derler. Neyze’i odasında ziyaret eder. Bir hayli hoş beşten sonra Peker:

- “Maşallah üstad, hiçbir şeyciğiniz kalmamış. Arabamızda dışarıda. Hadi seni taburcu ettirelim de buradan çıkaralım” der.

Neyzen dışarıdan fırtınanın kamçıladığı cama şöyle bir baktıktan sonra Recep Beye dönüp:

- “Sağ olun beyefendi ama önce şu dışarıda vızıldayan havaya, sonra da şu odanın rahatlığına bakın! Ben deli miyim ki, böyle bir yeri bırakıp da dışarı çıkayım?” demiş.

(Yazarın notu): Bir gün Neyzen’e tımarhane tabirinin nedenini sordum. Şöyle alaylı bir yorum yaptı. Elini başına götürerek:

- Onun aslı tamirhanedir ama halk nasılsa tımarhaneye çevirmiş.

DUVARIN ÖTE TARAFI

Fıkra mahiyetinde olmamakla beraber, Neyzen’in Yesâri Asım ile yaptığı mühim ifşaatını buraya kaydetmekten kendimi alamadım.

Neyzen Tevfik, bir gün dış görünüşü ile berbat bir durumda Yesâri Asımla karşılaşır. Yesâri’nin şöyle acıyan bakışlarını hisseden Neyzen:

- “ Âsım evladım! Sen benim içtiğime, sövüp saydığıma, şurada burada yatıp kalktığıma bakma! Ben onlardan bir duvar kurar, öte tarafında otururum” demiş.

Âsım Bey:

- “Peki üstadım, o tarafta kimlerle halleşir siniz?” deyince Fatih türbedârlarından merhum Maraşlı Ahmet Tahir Efendi’nin adını vermiş. Bir kişi daha söylemiş ama Âsım Bey o zâtı hatırlayamıyor.

Allah beni de affedemez!

Neyzen celallendiği zaman eskilerin “âfât-ı lisanüye” (dil belası) dedikleri korkunç sözler söylemekten çekinmezdi.

Bir gün şöyle der:

- Allah üç şey yapmaya muktedir değildir. Birincisi: Kendi kudretinde bir Allah yaratamaz! İkincisi: Yarattığı mahlûkatın rızkını kesemez! Üçüncüsü: Beni de affedemez…

Yakarsa yaksın

[Bu fıkrayı Neyzen’e hizmet etmekle övünen Pendikli Şaban Efendi’den dinledim]:

Neyzen’le, Şaban misafir oldukları Çamlıca’dan Pendik’e doğru yayan olarak yola çıkarlar. Yol bir türlü bitmez. Neyzen sinirlenir, sövüp saymaya başlar. Kendi ifadesine göre Şaban o zaman hammış. Neyzen’e :

- “Aman Baba! Ne yapıyorsun? Böyle sövüp sayarsan Allah seni cehenneminde yakar” demiş. Neyzen gülmüş ve şunu demiş:

- Ulan deli kereta! Yakarsa kendi malını yakacak, sana ne, bana ne?

Azrail’in elinden kaçış

[Kendisinden dinledim]

“ Başta içkiden mi, gıdasızlıktan mı, yoksa yorgunluktan mı? Belki de hepsinin bir araya gelmesinden; karaciğerim istop etmiş, beni yatağa sermişti. Yatağı laf olsun diye söylüyorum. Nerede yattığımı da hatırlamıyorum zaten. Kardeşim Şefik önce Mazhar Osman’a götürmüş. Mazhar Bey:

- “Vallahi Şefik Bey biz tavan arasındaki kontakları tamir ederiz. Bu sakatlık aşağılarda. Sen bunu Haydarpaşa’ya, fakülteye götür de orada baksınlar” demiş.

O zamanlar Tıp Fakültesi Haydarpaşa’da şimdiki lise binasında idi. Bizim oğlan, yalnız soluğu arada sırada duyulan bir cesedi oraya götürüp, ortaya serer. Devrin meşhur doktorları başıma durup muayene eder veya ettirirler. Sonra da kardeşime:

- “Şefik Bey Allah bilir ama bunun üç günlük ömrü kalmış. Götür de rahat rahat Allah’ına kavuşsun” demişler.

Bizim Şefik o zamanlar Pendik Bakteriyoloji Enstitüsü’nün müdürü idi. Çocuk gene bizi omuzlar, ikamet ettiği dairenin lojmanında bir odaya yatırır. Yemek, içmek şöyle dursun gözümü açmaya mecalim yok. O kadar bitkinim. Aradan galiba üç gün geçmiş, yani dünyadaki ikametimin son gecesi. Bir ara Azrail ile göz göze geldik. Her halde bu nasıl olsa çantada keklik, diyip Tuzla, Darıca, Gebze taraflarına doğru gitti. Çünkü o zamanlar oralarda eşkiyalar Azrail’le götürü iş yapıyorlardı. Ölen kalan belirsiz bir devirdi. “Ulan bu herif dönmeden nasıl etsem de elinden kaçsak?” diye düşünmeye dalmıştım ki, dışarıdan şangır, şungur kırılmış bir cam sesi geldi. Meğer bizim bacı keçileri kaçırmış eline takunyayı almış devlet dairelerine veryansın ediyor.

Bir ara Şefik’in sesi kulağıma geldi:

- “Aman abla içeride yatan hem ağabeyimiz, hem de babamız yerinde. Doktorların dediğine göre bu gece son gecesi, bırak da adamcağız rahat rahat ölsün!” diye yalvarıyor.

Ben “acaba deli karı ne diyecek” diye kulak kesildim. Bu sefer bizim bacı söylenmeye başladı:

- “Sen deli misin bire Şefik? Korkma o daha gebermez. Azrail onun pis canına elini sürmez. O daha kalkacak, yaşayacak günah kütüğü dolacak ta öyle geberecek” demez mi?

Aklıma geldi. Kendi kendime:

- Ulan Neyzen. Senin gibi sarhoş mendebura Allah Taâla nur yüzlü nurdan kanatlı bir melâike ile haber göndermez ya, işte şu deli karıyla yaşayacağını müjdeliyor. Kalk ulan! Enayi gibi ne yatıp da Azrail’i bekliyorsun?” dedim.

Ve hemen yataktan fırlayıp, hem de şakır şakır oynayarak ve “ölenin” diye küfürleri de savurarak koridora çıktım. Şefik şaşırdı. Bacımla birbirimize giriştik. Oğlan iki deli arasında kaldı. Amma beni öyle görünce hayretinden mi, yoksa sevincinden mi; bir tuhaf hâl aldı. Sabahı ettim, doğru istasyon.

Oradan Haydarpaşa Garı ve Fakülte… Kapı da bekledim. Dr. Neşet Ömer çıkıyordu. Beni görünce hortlak görmüş gibi:

- “Aman Neyzen, sen misin? Yahu sen ölmedin mi?” diye bağırdı. Ben de gayet sakin:

- “Enayi miyim sizin lafınızla ölecek. Bu sevkiyattan kaçtım. Gayrı hangi postayla gideceğimizi bizi bu sefer bağışlayan Cenab-ı Hakk bilir” dedim ve bir hayli gülüştük.

BİRKAÇ SÖZ

Neyzen’in felekle de arası eyi değildi. Hani şu kadar rotamızı çizdiğini sandığımız felekle. “Felek bana körlerin köyünde ayna sattırır” derdi. Yani onun zulmünden şikâyet ederdi. Ama doğru söylenecekse bu şikâyetinde üstâd haksızdı. Ona körlerin köyünde ayna sattıran felek, kazara Mahmut Paşa’da tuhafiyecilik yaptırsa veya Galatasaray’da parfümeri sattırsaydı; o zaman bir Neyzen Tevfik kalır mıydı ortada? Onun hayatta çok sevdiği ve tekrarladığı bir tabirle söyleyelim: Sefâletlû Efendimiz Hazretleri bu gün hâlâ yaşarcasına sahnede kalıyorsa, şikâyet ettiği feleğin ona ey uygun rotayı çizmesinde, kendisinin de bunu sadakatle izlemesi sayesindedir.

ASLAN TİLKİ ÇAKAL

Aslan bir gün ormanda gezerken, elinde torbasıyla bir tilki görmüş. Ne iş yaptığını sorunca, tilki:

- “Amma da yaptın aslan amca! Ben buralarda yıllardır dişçilik yapıyorum. Her halde beni tanıman lazımdı “der.

Aslan:

- “Aman öyleyse azı dişlerimden birisi çürük galiba, müthiş ağrıyor. Şuna bak!”der Tilki:

- “Bakarım hem hiç acı duymadan da çekerim amma önce seni eyice bağlamam lazım. Çünkü canın acıyınca kımıldarsın, ben de yanlışlıkla başka dişini çekerim” diye aslanı bağlamaya razı eder. Ve sıkı sıkı bağlar. Sonra da:

- “Kerpeteni evde unutmuşum!” diye savuşup gider.

(Tilki) bir iki gün görünmez. Eli kolu bağlı aslan açlıktan, susuzluktan perişan olup inlemeye başlar. Oradan geçen bir çakal görür:

- “Ne o aslan amca, ne bu hal?” der.

Aslan tilkinin oyununu anlatır. Çakal da:

- “Dur iplerini çözeyim, beraber şu ormanda avlanıp yaşayalım” der. Ve iplerini çözer. İplerden kurtulan aslan şöyle bir gerindikten sonra:

- “Hadi Allahaısmarladık yiğenim çakal! Tilkinin bağlayıp, çakalın çözdüğü bir ormanda aslanlık yapılmaz, sen kal sağlıcakla” demiş.

(III)

CEVDET TONT’TAN FIKRALAR VE NÜKTELER FIKRALARA DAİR

Nedense okuyucular en kıymetli kitapların bile önsözlerine pek önem vermezler. Yazarların, kendilerince pek lüzumlu görüp, kitaplarının t başına geçirdikleri bu izahlar ve beyanlar, kitabın asıl konusu kadar okuyucuya zevk vermiyor. Hani zifaf gecesinin hayaliyle uçan genç çiftlere nikâh memurunun verdiği nasihâtlar gibi. Biz bu durumu eyi bildiğimiz için, neşredeceğimiz bu fıkralar hakkında birkaç söz söylemeden önce, Neyzen Tevfik’in yalnız bizce bilinen fıkralardan birisini merak çekme amacıyla, önsözümüzden de öne geçirmiş bulunuyoruz.

Biz bu fıkraları taa çocukluğumuzdan beri duyduklarımızdan, ülkemizin muhtelif yörelerinde aldığımız notlardan ve nihayet birçok eski kitapların içinde, fıkra niteliği taşıdığı halde tozlu mücevherler gibi farkına varılmayan yazılı vak’alardan derledik. Yalın- katlığın her zaman zevk vermediğini de düşünerek, küçük sohbet çerçeveleri içinde sunmaya çalıştık. Bir de maksadımız, yalnız sohbet olduğu için fıkralarımızın naklinde tarihi bir sıra takibine de lüzum görmedik. Burada bilhassa şu noktayı açıklamak isteriz: Bu çalışmalarımızda, Nasrettin Hoca, Bektaşi fıkraları, İncili Çavuş, Bekrî Mustafa vesaire gibi, telif haklarını asırların tescil ettiği fakat yararlanılmasında sakınca bulunmayan ecdad yâdigârı eserlerden de tek bir fıkra dahi iktibas etmedik. Hatta şu son yüzyıl içinde az bilinip yanlış nakilleri yüzünden gerçek hüviyetlerini gaybetmiş olanlarında yalnız birkaç tanesini, mümkün olduğu kadar asıllarına uygun olarak nakletmeye çalıştık. Bunların dışında harc-ı âlem olmuş fıkralara da yer vermedik.

Fıkraların, çoğu zaman doğuşlarında farkına varılmaz. Nakledile edile önemleri artar ve fıkra hüviyetine bürünürler. Bir kısmı da bazı insanların hayal gücünden doğar. Kısacası, ne kadar fıkra varsa; o kadar da doğuş nedeni var demektir.

Hülâsa, tarihi belge niteliğini taşıyanları da dahil, fıkralarda aranan özellik: Kuru gerçekten ziyade nükte, ibret, hikmet gibi cevherlerin veya hiciv ve mizah gibi gıdıklayıcı unsurların içimize yansımasıdır. Tıpkı güzel yazılmış şiirler, romanlar ve hikâyeler de olduğu gibi…[Ankara: Nisan/1977]

AYSBERG NEDİR?

1912, tarihimizin en kara yıllarından biridir. Akıllar almaz Balkan Faciası bu yılda başımıza geldi. Rum

ilindeki bütün vilayetlerimizi kaybettik. On binlerce muhacir soydaşlarımız ayaklar altında mahvolup gitti. Tam bu sıralarda bir de Titanik Faciası oldu. Yani bir buz dağı koca gemiye çarpıp batırmıştı. O günlerde Tevfik Fikret, Robert Kolej’de hoca imiş. Dersinde, ciğerini yakan bir Balkan Faciası’nı kendine mahsus üstün konuşmasıyla talebelerine anlatmakta iken bir yabancı talebe elini kaldırır ve sorar:

- Efendim, aysberg ne demektir?

Sözünün kesildiğine son derece sinirlenen Fikret:

- “Oğlum aysberg Allah’ın belası öyle bir buzdağıdır ki, bazen bir gemiye çarpar batırır, bazen da hararetli bir konuşmaya çarpar, mahveder” demiş.

OKULA GİDEMEYEN TİLKİ

Kurnazlık aslında makbul bir huy değildir. Hele bazı ahmakların kurnaz geçinmeleri kendilerini maskara

eder. Fakat bu tilki için böyle değildir. Tilkinin ne kurt gibi kuvvetli bir vücudu, ne tavşan gibi kaçışı vardır. Orta bir hayvandır. Amma kurnazlıkla işlerini kolayca yürütür. Tilki üzerine düzülmüş birçok fıkralar vardır.

Bunlardan birisi. Arslan, kurt, tilki üçü bir arada ormanda gezerken bir koyun bulup boğazlamışlar. Bir ağaca yaslana aslan kurda:

- " Kurt kardeş üçümüze paylaştır şu koyunu" demiş.

Kurt koyunun kafasını aslana vermiş, koca gövdeyi kendine ayırmış, ayakları da tilkiye bırakmış. Bu paylaşıma öfkelenen aslan bir pençe vurup kurdu öldürmüş ve tilkiye dönüp:

- " Sen taksim et ulan şunu!" demiş.

Tilki:

- " Affedersiniz aslan amca! Benim annem, babam ben çocukken ölmüş, öksüz kalmışım, bu yüzden de okula filan gidemedim cahil kaldım, onun için ben de bu taksimi yapamam yani bunu beceremem" demiş.

Aslan ağzından köpük saçarak bağırmış:

- Ulan gevezeliği bırak ta yap şu taksimi.

Zavallı tilki ne yapsın? Koyunun kafasını aslanın önüne kor:

- "Şunu efendimiz sabah kahvaltısı yapar.

Koca gövdeyi de bir yana kor:

- "Şunu da öğle yemeğinde yersiniz. Ayaklarını da akşam meze yapın" deyip çıkar işin içinden.

Aslan memnun bir gülümseme ile:

- Ulan tilki, öksüz büyüdüm, okula filan gidemedim de cahil kaldım diyordun. O halde şu güzel taksimi kimden öğrendin?

Tilki az önce gözünün önünde öldürülen kurdun ölüsünü göstererek şu cevabı verir:

- Kurt babanın yatışından.

İLİM Mİ İRFAN MI?

Büyük kitâbiyat âlimimiz Bursalı Tahir Bey merhum, sohbet ehlini tarif ederken:

- “ İrfânı ilmine galiptir.”dermiş.

Yani sohbet kıvamını yalnız ilim adamları ile meydana gelmeyeceğini anlatmak istermiş. Biz bu sohbetimiz de buna uygun bir fıkra nakledeceğiz.

“ Yavuz’un Şeyh’ül İslâm’ı olan İbn-i Kemâl, çok âlim ve fakat çok da mağrur bir zât imiş. Bir gün dairesine perişan kılıklı, derbeder bir derviş gelip huzuruna çıkmak ister, birkaç gün gider gelir ve nihayet bir hayli yalvarıp yakarmadan sonra koca Şeyh’ül İslâm’ın huzuruna çıkmaya muvaffak olur ve sorar:

- Efendim, Adem Aleyhisselâmdan bu zamana kadar gelip geçmiş insanların ilimleri bir araya konsa ve Allah’ın ilmiyle mukayese edilse, insanların ilmi ne kadar olur? Bunun cevabını bana lütfeder misiniz?

Şeyh’ül İslâm, düşünür ve koskoca bir tabaka kağıdının üzerine belli belirsiz bir nokta koyar.

- “ Lâ teşbih, lâ temsil! Allah’ın ilmini şu kağıt kadar büyük farz etsek, insanların ilmi de işte şu noktacık kadar olur” der.

Derviş şöyle bir gülümsedikten sonra:

- Âlimim diye gururunuzdan yere göğe sığmıyordunuz! Gösterin bakalım! Sizin ilminiz bu noktacığın neresinde?

Allah bilir ama İbn-i Kemâl:

“Cem-i kütüple ref-i hucüp kabil olmadı

Bildim ki ilim bilmek imiş; okumak değil.” 24

beyitini bu konuşmadan sonra yazmış olmalı.

DELİ DEDİKLERİNE ŞÜKÜR

24 O beyit şu şekildedir: “Cem-i kütüple ref-i hucüp kabil olmadı/Bildim ki maksud bilmek imiş ; okumak değil!” Osman Nuri ERGİN; Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun, Hayatı ve Şahsiyeti” Kenan Basımevi, İst.1954

Delilik kolay ama saçma bulması zor, derler ama bazen deli denen adamlardan öyle sözler işitirsiniz ki, kırk akıllı kırk gün düşünse beklide söyleyemez onun söylediğini…

Bunlardan birisini bilirim, II. Cihan harbin sonlarına doğru Anadolu banliyösünün ucunda bulunan bir köyde otururdum. İstasyonun Deli Yusuf denen bir hademesi vardı. Peronları süpürür, tuvaletleri temizlerdi. Fakat herkes ona Deli Yusuf derdi. Ruh durumunu bilmeyenlerin Yusuf Efendi demelerine öfkelenirdi.

Bir gün kendisine: “Yusuf sana neden Deli Yusuf diyorlar” diye sordum. Ellerini tuhaf hareketlerle sallayıp: “Beyefendi, bir ayda elime geçen para 43 lira şu kadar kuruş, gerisi şöyle dursun, yalnız ekmeğin tanesi 70 kuruş. Böyle bir zamanda ayda 43 liraya çalışan adama akıllı demezler ya… Hele şükür başka şeyler demiyorlar da, yalnız deli diyorlar.” cevabını vermez mi deli dediğimiz bu derbeder.

MEZARDAN GELEN CEVAP

Timurlenk, İran’ı zaptettiği zaman İran’ın milli şairi meşhur Firdevsi’nin mezarına da uğrar. Firdevsi, büyük Türk hükümdarı Gazneli Mahmut’un emri ve büyük maddi yardımlarıyla Şehname’yi yazmış, memleketi olan İran’ın tarihini destanlaştırmış büyük bir şairdir. Eseri olan Şehname ise, dünya edebiyatının şaheserlerinden sayılır. Onun mezarını ziyaret eden Timurlenk, belki de Şehname’deki öyküleri kıskandığı için, Firdevsi’nin mezarına karşı, aklında olan ve kendi düşüncesine de gelen şu mealdeki şiiri okur:

“Başını topraktan kaldır da, İran’ın elimdeki halini gör!”

Topraktan cevap gelir mi? (O sırada) mezarın bir kenarına konmuş kocaman Şehname Timur’un gözüne ilişir. “Verin şu kitabı da bir fala bakalım.” der ve kitabı rastgele açar. Gözüne çarpıp okuduğu ilk beyit şu (olur):

“Aslanların geçip gittikleri bu çemenlikte Şimdi topal tilki avlanıyor.”

Sanki mezardan gelen şu cevapla serseme dönen Topal Timur elindeki kitabı mezar taşına çarpar ve şöyle bağırır:

- Vallahi Firdevsi ölmemiş!

ÇOK ESKİ KAVGA

Büyük âlimimiz Kati Çelebi Musiki ile ibadet bir arada olur mu, olmaz mı kavgası çok eski zamanlara

dayandığını anlatmak için yerinde bir şey söyler: “Nizâ-i kadim” Yani çok eski kavga demektir. İyi düşünülürse ondan daha eski bir nizâ-i kadın vardır ki, o da gelin-kaynana kavgasıdır. Şu fıkra bunun doğruluğunu kanıtlar:

Cebrail Aleyhisselam göklerde gezerken, boynunda koca bir davul, elinde tokmağıyla bir melek çıkar karşısına. Hayretle sorar:

- Burada ne arıyorsun?

Melek:

- Ya Cebrail Allah, yeryüzünde ilk evlilik olayı olduğu gün şu emri verdi: “Yeryüzüne kulak vereceksin. Eğer bir kaynana, gelinine yürekten ‘yavrum’ derse, gelin de kaynanasına bir defa ‘anne’ derse sen de bu davula bir tane vuracaksın.

Bu izahatı dinleyen Cebrail, meleğe şu soruyu yönletir:

- Pekâla, ta o zamandan beri bu görevde olduğuna göre şimdiye kadar vura vura kaç davul eskittin?

Melek mahçup mahçup:

- “Ne eskitmesi ya Cebrail? Daha bir defa olsun vurup da siftah etmek nasip olmadı.” demiş.

Yazarın notu: Nükte güzel ama, istisnası da muhakkak çoktur bu işin…

AYA NEREDEN ÇIKIYORLAR?

Hatice Nene bir yüzyılın ötesine geçtiği halde, gene yaşamasına devam ediyordu. İhtiyarlara mahsus huysuzluğu yok, biraz fazla saf bir ihtiyardı. Haymana kazasından gelmiş, Ankara’da damadının yanında oturuyordu. Ama olaylar da nenen saflığıyla sanki yarış halinde idiler.

Amerikalıların ilk defa aya adam göndermeleri, bizim memlekette akşam vakitlerine rastlamıştı. İlk merak, herkes sanki çıkacakları görecekmiş gibi balkonlara çıkmış, sokaklara dökülmüş aya doğru bakıyorlardı.

Hatice Nene de oturdukları evin balkonuna çıktı. Şöyle etrafa bir göz gezdirdi, ay gökte parlayıp duruyordu. Nene ne kadar dikkat etse de bir şey göremedi. Nene’nin saflığını bilen gençler, neneye aşağıdan bağırdılar:

- Hatice Nene, aya çıkanları görebildin mi?

Zavallı ihtiyar şu cevabı verdi:

- Göremedim yavrum, her hal Haymana tarafından çıkıyorlar.

1 Ferit Öngören; “Cumhuriyet’in Türk Mizahı ve Hicvi”;Türkiye İş Bank.Kült. Yay. Ank.1998
2 Celal YILDIRIM Arşivi; Cevdet Tont dosyası; Ankara Şubat 1979
3 Celal YILDIRIM Arşivi; Sargun TONT ile yapılan görüşme notu; “Cevdet Tont’un ailesi” 12/07/2017
4 Celal YILDIRIM Arşivi; Zuhal ÖNER ile yapılan görüşme notu; “Cevdet Tont’un ailesi ve kişiliği”; Konya/Ereğli; 26/07/2018
5 Celal YILDIRIM Arşivi; Sargun TONT ile yapılan görüşme notu; “Cevdet Tont’un kişiliği ve özellikleri”; 12/07/2017
6 Celal YILDIRIM Arşivi; Sargun TONT ile yapılan görüşme notu; “Cevdet Tont’un mesleki hayatı”; 12/07/2017 7 Celal YILDIRIM Arşivi; Sargun TONT ile yapılan görüşme notu; “ Cevdet Tont’un kültür ve edebiyat çevresi” 12/07/2017
8 Celal YILDIRIM Arşivi; Sargun TONT ve Hami MÜFTÜOĞLU ile yapılan görüşme notları; “ Cevdet Tont’un İstanbul ve Ankara Yılları”; 12/07/2017 ve 19/08/2017
9 Cinuçen TANRIKORUR; “Saz-ü Söz Arasında”, Sayfa 46, İst. Dergah Yayınları, 2017
10 Celal YILDIRIM Arşivi; Barihûda TANRIKORUR ile yapılan görüşme notu; 15/07/2017
11 Cinuçen TANRIKORUR “Saz-ü Söz Arasında” isimli hatıratında Cevdet Tont’un prostat kanserinden vefat ettiğini yazar. Age.sayfa:48
12 Celal YILDIRIM Arşivi; Sargun TONT ile yapılan görüşme notu; “ Cevdet Tont’un Yazıları” 12/07/2017
13 Celal YILDIRIM Arşivi; Sargun TONT ile yapılan görüşme notu; “ Cevdet Tont’un Yazıları” 12/07/2017
14 Cinuçen Tanrıkorur hatıratında bu kitaptan bahseder: Cevdet Amca’nın elimde birçok pek çok şiiriyle birlikte, ‘Karacaahmet’ten İlhamlar’ başlıklı, espri ve hikmet dolu el yazması şiir kitabı var. İnşallah bir gün gün ışığına çıkarmak nasîb olur. Böylece aziz ruhunu da şâdetmiş oluruz. (age. sayfa:48)” Bu kitap hakkında Barihûda Hanımla bir görüşme yaptım. Buna göre Cinuçen Tanrıkorur’un kitaplığında böyle bir el yazması kitabın bulunmadığını belirtti. (Celal YILDIRIM Arşivi; Barihûda TANRIKORUR ile yapılan görüşme notu; 15/07/2017)
15 Hilmi Erel’in Cevdet Tont’tan Onun haber olmasını sağlayansa Ankara’da yaşayan ve şuan 99 yaşında olan Hami MÜFTÜOĞLU’dur. Hami Bey Hilmi EREL’le yaptıkları telefon görüşmesinde Cevdet Tont’tan bahsettikten sonra, elinde bu şaire ait bir kısım evrakın olduğunu, bunu kendisine göndermek istediğini söyler. Hilmi EREL’in kabul etmesi üzerine Hami MÜFTÜOĞLU elindeki belgelerin bir kısmını Hilmi EREL’e gönderir.
17 Gazete “Tezvirat/Bir gecelik matrak gazetesi” başlığıyla yayınlamıştır. Gazetenin idarehanesine, fiyatına, sahibine, sorumlu müdür ve basıldığı yer ile içeriğine baktığımızda hazırlayanların epey eğlendikleri anlaşılmaktadır. Çünkü “idarehanesi: Adliye Koridoru, Sahibi: Talipsiz, Mes’ul müdürü: Hevesli, Basıldığı yer: Oku geç matbaa’dır. İçeriğinde ise, “ Hukukçular destanı”ndan, “Hukukçu olmasalardı” ne olurdu kısmına,”Sevdikleri Yemekler”den, “Şarkılarla Geçit”e, “Evlenme İlanları”ndan, “Neler Tahayyül Ederler, kısmına kadar epey teferruatlı bölümler bulunmaktadır. “Hukukçu Destanı”ndan bir örnek vererek bitirelim “O devirler geçti gayrı/Müvekkiller beslemiyor/Kara hâkim benden başka/Kimseleri haşlamıyor.” ama ar gelirli değilim!” der. Bunun üzerine Neyzen “Yahu bu çocukta turfanda bir Anadolu zekâsı var” der ve sorar: “Şiir miir de yazar mısın?” “Şiirden pek anlamam da biraz miir yazarım” der Cevdet Amca ve mirlerinden bir ikisini okur. Sonuç malûm: bir daha ayrılmazlar. 18
18 Cinuçen TANRIKORUR; “Saz-ü Söz Arasında”, Sayfa 48, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2017
19 Bu hiciv şiirinin ne olduğunu şu an için maalesef bilemiyoruz.
20 Cevdet Tont; “Neyzen Tevfik’in Yolladığı Mektup” ; Pazar Sohbetleri; Son Saat Gazetesi; 08.02.1953 de bu şehirde idi. Antika bir tabirle söyleyecek olursak, sanki hilkat sekizinci harika olarak Neyzen’i de bu topraklarda dünyaya getirdi.”21
21 Cevdet Tont; (Ölümünün 24.Yılında) “Neyzen Tevfik” Son Havadis Gazetesi; 28.1.1977
22 Age.
23 Cevdet Tont; Pazar Sohbetleri; Son Saat Gazetesi; 08.02.1953
Son Dakika Haberleri