Goethe’nin penceresinden İslam dini ve coğrafyası
Batı dünyasının Türk ve İslam düşmanlığı son yıllarda oluşmuş olan yeni bir olgu değildir. Tam aksine Batı’da 7. yüzyıldan beri İslam’a karşı düşmanca bir tavır sergilenmektedir. Buna daha sonra Türk düşmanlığı da eklenmiştir. Batının bu düşmancıl tutumu ile ilgili tarihe düşen notlardan bazı örnekler vermek gerekirse:
Mesela 1143 yılında Cluny başrahibi Petrus Venerabilis’ten 1616 yılında Nürnberg’de görev yapan rahip Salomon Schweigger tarafından yapılan tercümelerde, İslam ve Hz. Muhammed’in hayatı hakkında aşırı derecede düşmanca eğilimler vardır.
Propaganda amaçlı yapılan bu tür tercümeler ve yazılar nedeniyle Avrupa’da İslam karşıtlığı zamanla giderek çiğ gibi büyümüştür. İslam ve Türk düşmanlığının Batı da ki ilk çıkış noktası Vatikan başta olmak üzere genel anlamda kiliselerdi.
Dönemin kilise babaları, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün ifadeleriyle Hz. Muhammed'e ilk günden itibaren deccal (antichrist) gözüyle bakmış, onu zındık, dinini de zındıklık olarak damgalamışlardır. Bu damgalanmanın sonucunda Batı'nın en büyük şairlerinden biri sayılan İtalyan Dante Alighieri (1265-1321) mesela ünlü eseri İlahi Komedya'da, Hz. Muhammed’i, cehennemin en alt tabakalarında azap gören zındıklar arasında göstermiştir. Eserde Hz. Muhammed‘e Hz. Ali ile birlikte, Cehennem’in 28. Kanto’sunda, sekizinci dairenin dokuzuncu hendeğinde yer verilmiştir. Burada halk arasında anlaşmazlık yaratmış, dini bölmüş olanlar cezalarını çekmektedirler. Dünyaca ünlü fizikçi Isaac Newton'a göre ise, Muhammed kelimesinin ebced hesabıyla rakam değeri 666'dır ve bu rakam, deccal kelimesinin rakamsal tutarının aynıdır. 7. Yüzyılda ekilen “İslam karşıtlığı ve İslam dünyasına karşı önyargı” tohumları Haçlı Seferlerine kadar ilerlemiş ve bugün 21. Yüzyılın batısında da zehirli meyvelerini vermeye devam ederek, Almanya da NSU skandallarında, Avrupa çapında camilerin ateşe verilmesinde, Norveç’de Breivik ve Yeni Zelanda’da Christchurch terör saldırısı gibi sayılabilecek pek çok örnekle beraber gün yüzüne çıkmıştır.
Avrupa kıtasını ezelden beri sarıp sarmalayan İslam düşmanlığının yanında büyük istisnalar da var elbette. Bu istisnaların arasından en başta sayılması gerekenlerden bir tanesi hiç şüphesiz Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Johann Wolfgang von Goethe’dir. Goethe’yi kendi çağdaşlarından ayıran en büyük özelliklerinden bir tanesi Şark’a ve İslam dünyasına ilgisi, sevgisi ve hayranlığıydı.Onun ömrü boyunca hedefi, daima tolerans ve peşin hükümlerden uzak düşünmekti. Goethe ta gençlik yıllarından itibaren İslam’a ve Hz. Muhammed’e içten büyük bir ilgi duymaya baslar. Onun İslâm dini hakkındaki düşünceleri bugüne dek Batı ve Doğu’da büyük araştırmaların, tartışmaların, bilim eserlerinin ve ciddî makalelerin konusu olmustur. Goethe’nin İslâm dini, İslâm kültürü, Hz. Muhammed’in şahsiyeti ve Kuran’ı Kerim hakkındaki düşüncelerini bu sahanın en önemli uzmanı, gerçek anlamda Goethe bilgini Prof. Dr. Katharina Mommsen büyük bir enerji ve 70 yılı aşkın süren gayretiyle araştırıp “Goethe und der Islam“ (Insel Verlag, Frankfurt, 2001) isimli çalışmasında ortaya koydu. Mommsen’in bu müthiş eseri, Senail Özkan tarafından “Goethe ve İslâm” adıyla dilimize kazandırıldı (Ötüken, İstanbul, Kasım 2012).
DOĞU VE BATININ BİRLİKTELİĞİ
Prof. Dr. Katharina Mommsen şimdiye dek yaşayan en önemli Goethe uzmanı kabul edilir. Bugün 95 yaşında olan Mommsen aslen Berlin doğumlu bir Almandır. 1974 yılından sonra araştırmalarını emekli olana dek California’daki Stanford Üniversitesi’nde sürdüren Mommsen bugün hâlâ Amerika’da yaşamaktadır.
Mommsen’e göre Ruyard Kipling gibi doğunun ve batının birbirlerini asla anlayamayacaklarını iddia eden veya Samuel Huntington gibi “Medeniyetler Çatışması” nin kaçınılmaz olduğuna ifade yazarlar edebiyatçı olarak etki alanlarını ve popülaritelerini suistismal etmiş kişilerdir. Goethe ise onlardan yaklaşık 200 sene önce bile evrensel boyutlarda düşünebilen ve kendisine has sorumluluk hissiyle beraber doğunun ve batının karşılıklı anlayışa dayanan bir birlikteliğinin temellerini atmıştır.
Genç yaşta çevresindeki önyargıları kırmaya başlayan Goethe 1770 yılında hukuk tahsilini bitirip doktora yapmak üzere Strazburg Üniversitesi’ne kaydolur. O günlerde ünlü teolog Johann Gottfried Herder de Strassburg’a gelir ve Goethe, kendinden beş yaş büyük olan Herder ile dostluk kurar. Bu yakınlık Goethe’nin Kur’an-ı Kerim ile tanışmasına vesile olacaktır.
Goethe aralarında geçen bir konuşmada Herder’e “öyle hikmetli ve güzel sözler kullanıyorsunuz ki kaynağını merak ediyorum” diye sorunca, Herder; “İşte benim hikmetli sözler kaynağım” diyerek, ona Arapça yazılı bir kitap uzatır. Bu kitap Kur’an-ı Kerim dir. Hem şair hemde yazar olan Herder; “Eğer Alman milletinin böyle bir kaynak kitabı olsaydı, kim bilir ne büyük edipler ve şairler yetiştirir” diyerek Kur’an’ın yaşam ve edebiyat için önemini vurgular.
Herder’in Kur’an-ı Kerimi tanıması ise, filozof Immanuel Kant’ın sohbetleri sayesinde meydana gelmiştir.
Çok geçmeden Goethe de Josef von Hammer'in Kur’an tercümesini sürekli okuyup döneminde yazılan sahte Kuran çevirilerini tenkid edecek ve giderek ruhunu, Hz. Muhammed’e ve İslam’a karşı bir içtenlik kaplayacaktır.
Henüz 22 yaşındaki Goethe Herder'e yazdığı bir mektubunda “Kuran-ı Kerim’de Hz. Musa’nın dua ettiği gibi dua etmek istiyorum.” diye ifade eder. Kullandığı bu cümle Kur’an kaynaklıdır. Esas dua şudur; “Ya Rabbi şu dar göğsümü genişlet!” Bu alıntı ise Kur’an’ın 20. Suresi’nin 26. Ayeti’dir.
Kur’an’dan yoğun bir şekilde alıntılar yapan ve notlar alan Goethe’nin ömrü boyunca en sevdiği ayetler “Yüzünü Allah'a dönüp barışa ve hayra yönelik iş yapanların, Rableri katında kendilerine has ödülleri olacaktır. Korku yoktur onlar için, tasalanmayacaklardır onlar” ve “Doğu da batı da yalnız Allah'ındır. O halde nereye dönerseniz orada Allah'ın yüzü vardır” (Bakara Suresi 115. Ayet) olacaktır.
Katharina Mommsen’e göre Goethe’nin İslama karşı beslediği hayranlığının nedeni birinci derecede Hz. Muhammed’in kendisi, onun kişiliğidir. Goethe’nin beğendiği şey, Hz. Muhammed’in İslam’ın yayılmasında Hz. İsa’dan farklı olarak mücadeleci ve dünyevi yöntemlere de başvurmasıdır.Bununla ilgili yine Kur’an’dan notlar alan Goethe “Mucizeye kudretim yok, diyor peygamber. En büyük mucize benim Varlığım” sözlerini not eder.
HZ. MUHAMMED DRAMI YAZMA PLANI
Kur’an’ın Almanca tercümelerini beğenmeyen Goethe, bunları Kur’an tefsiri olmaya lâyık görmez; eksik bulur. Rahip David'in tercümesini bu gerekçeyle kıyasıya eleştirip adeta yerden yere vurur. Ve Kuran'ı tercüme edecek birinde 'Keskin zekalı, şair ruhlu' vasıfları olması gerektiğini söyler. Ancak Kur’an-ı Kerîm’in, hatalarla ve noksanlarla dolu tercümesini okumasına rağmen; kendini “ifâdenin büyüklüğü, haşmeti karşısında hayrân kaldım” demekten alamaz:
“Kitapların kitabı
Kur’an hakkında kim ne derse desin,
Ben şüphelere kulaklarımı tıkarım.
Müslüman olarak bana farz olduğu gibi
Kitapların kitabı olduğuna inanırım…”
23 yaşındaki genç Goethe bir Hz. Muhammed dramı yazmayı planlar. ‘‘Genç Muhammed’’in ilk senaryolarında, Hz. Muhammed yıldızlar dolu gökyüzü karşısında tevhid inancına kavuşuyor. Bir sonraki sahnede Hz. Muhammed’in analığı Halime’yi tevhid ile ikna etme çabaları ve ardından dramın sonunda Hz. Fatima ve Hz. Ali tarafından değişmeli olarak Peygamber’in onuruna harika bir methiye söyleniyor.
Dramın kaybolduğu sanılan giriş monoloğu daha sonraları Goethe’nin metrûkâtı arasından çıkacaktır:
Muhammed
Bu ruhun hislerini anlatamam size.
Duyguları bütünüyle duyuramam.
Yakarışlara kulak verecek olan kimdir?
Yok mudur yalvaran gözlere bakacak biri?
Bak, şu âşinâ Müşteri yıldızı, nasıl parlamakta.
İlâhım ol, Tanrım ol benim! Bir işaret lütfet bana.
Dur, gitme! Batıyor musun yoksa?
Nasıl? Yoksa, kendini gizleyen bir fâniyi mi sevdim?
Ey kamer, takdir ederim ki, yıldızların rehberisin sen,
Rabbim ol, İlâhım ol! Yolumu aydınlatan sensin.
Bırakma! Terketme beni karanlıklarda!
Yolunu kaybetmiş şaşkın kalabalıklarla.
Ey güneş! Şu yanık gönül senin için tutuşur.
İlâhi, Tanrım ol! Ayırma beni doğru yoldan, ey Basîr!
Yoksa sen de mi batıp gidiyorsun, ey ilâhi kudret!
Zifirî karanlıklara gömülmekteyim elbet.
Ey, seven kalp! Kalk doğrul! Yüksel Yaradan’a!
Rabbim ol! Tanrım ol! Sen, tüm mahlûkatı sevensin,
Sen ki güneşi, ayı, yıldızları yarattın,
Yeri, göğü ve beni sen yarattın!
Eseri kaleme almadan önce Goethe, Avrupa’da o zamana kadar Hz. Muhammed hakkında neşredilmiş tüm kitapları okuyor.
Hz. Muhammed’in Nağmesi
Kayalıklardan fışkıran,
Şu neşe pınarına bakın,
Bir yıldız çakışı sanki;
Bulutlar üzerinde
Yüce ruhlar beslemiş gençliğini,
Derûnunda koruluktaki kayalıkların.
Taptaze gençliğiyle,
Sıyrılıp bulutlardan
Raks eder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincini yine
Sînesinden asumana.
Katmış da önüne rengârenk çakılları
Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı,
Ve bir önder azmiyle
Götürüyor beraberinde,
Nice kardeş pınarları.
Vadilerden aşağı
Çiçeklenir geçtiği yerler,
Ve çimenler
Soluğuyla yeşerir.
Lâkin eyleyemez onu,
Ne gölgeli vadiler,
Ne sevdalı bakışlarla yüze gülerek,
Dizlerine kapanan çiçekler:
Basıp ovayı tâ içlere kadar ilerler,
Sonra döne dolana akar gider.
Yoldaşı oluverir akarsular.
Ve şimdi gümüş parıltılar içinde
Girer ovaya,
Ve onunla parıldar ova,
Ve ovalardan gelen ırmaklardan
Ve dağlardan inen derelerden
Sevinçle bir ses yükselir:
Kardeş!
Kardeş, kardeşlerini de al yanına,
O kadîm Yaradana,
Kucağını açıp bizi bekleyen
O ebedî ummana kavuştur,
Ah! O kollar ki beyhûde açılmış,
Bağrına basmak için hasret çekenleri;
Zira şu ıssız çölün
Haris kumları bizi yiyip bitirecek;
Güneş yukardan kanımızı içecek;
Bir tümsek engel göle ulaşmamıza!
Kardeş!
Al ovalardan bütün kardeşleri,
Dağlardan bütün kardeşleri al
Eriştir hepsini yüce Yaradana!
Haydi, gelin hepiniz!-
Nasıl da coşmakta şevkle;
Bir nesil ki taşıyor yücelere önderini!
Parlak zaferlerle ilerlerken,
Ülkelere ad verir,
Geçtiği yerlerde şehirler kurulur.
Durdurulamaz, muttasıl akar köpürerek
Öyle cömert bir fıtrat ki o,
Parlayan kuleleri,
Ve görkemli mermer sarayları
Böylece ardında bırakır gider.
Sanki atlas; sedir ağacından gemileri,
Taşıyor devâsâ omuzlarında;
Ve bir uğultu ki rüzgârda,
Sırtında binlerce yelkenli,
Hep onun ihtişamına şahit.
Ve böylece bütün kardeşlerini,
Evlatlarını, hazinelerini,
Neşe saçan kalbiyle
Götürür bekleyen Yaradana.
Goethe insanlığın manevî rehberi olarak Hz.Muhammed’in etkisini dağlardan fışkıran berrak su mecazı ile tasvir eder. Peygamberi saf su, saf ışıkla sembolleştiren Goethe, onu kelimeleriyle ilâhî mesajı susuz gönüllere taşıyan pür nur bir rehber, kararlı bir lider olarak tanıtır. Ona göre bu dehâ, tıpkı coşkun bir ırmak gibi mukaddes yolculuğuna başlıyor, zamanla diğer kardeşlerini de kollarına alarak, elde ettiği zaferlerle gittikçe güçleniyor ve nihayet ilâhî bir güzellik, azamet ve ihtişam içerisinde ummana varıyor. Goethe esasen bu şiirde “fışkıran pınar” ve “coşkun akan ırmak” sembolüyle baştan sona, çocukluğundan hayatının sonuna kadar Hz. Muhammed’in hayatını anlatmaktadır.
Ona göre Hz. Muhammed kendisini tepeden tırnağa Allah’a adamış gerçek bir Allah adamının prototipi, Allah’ın gerçek kulunu sembolize eder.
1799 senesinde, Dük Carl August, Weimar Sarayı’nda Voltaire’ın Le Fanatisme ou Mahomet le prophète (Fanatizm yahut Muhammed Peygamber) başlıklı dramın sahnelenmesini istemektedir; bunun için dramın evvela Almancaya tercüme edilmesi gerekmektedir ve bu işi Goethe’den başka başaracak kimse yok gibidir. Goethe, hiç sevmediği bu dramın tercümesini üstlenmek mecburiyetinde kalır.
BAŞKURTLARIN HEDİYESİ
Öyle ya, Hz. Muhammed‘i “kayalardan fışkıran bir dağ pınarı”na benzeten Goethe ile diğer tarafta o’nu – ki o dönemde bati da çok yaygın olan bir bakış açısı bu – “sahte bir peygamber” ve bir “tiran” olarak tarif eden Voltaire’in anlaşması nasıl mümkün olabilirdi? Ancak Goethe bu durumda bile tek yapabileceği şeyi yapar ve Voltaire’in Peygambere karşı saldırılarını tercüme ederken onları önemli ölçüde yumuşatIr hatta kısmen bertaraf eder. Goethe daha sonra not defterine su cümleleri ekleyecektir “Ömrümün hiç bir anında Muhammed’i sahte bir peygamber olarak görmedim.“
Yarım asır sonra 70 yaşındaki Goethe’nin İslam dünyasına ilgisinde, sevgisinde ve hayranlığında hiç bir azalma yoktur ve büyük şair bu hakikati “Kuran'ın tümüyle peygambere indirildiği Kadir Gecesi'ni huşu icinde kutlamak ile meşgulüm” sözleriyle açıkça belirtecektir.
1813/14 yıllarında Napolyon savaşları esnasında, Fransızlara karşı savaşan Ruslar, Weimar şehrine girer ve Rus Ordusu’nun içinde müslüman okçular vardır. Bunlar, Başkurt Türkleri dir. Goethe’nin hatıra defterinden anlaşıldığı üzere; Cuma namazı kılabilmeleri için Başkurt Türkleri’ne layık bir mekân tahsis edilmek amacıyla Weimar Protestan Lisesi’nin salonu mescide çevrilir ve burada birlikte namaz kılalar. Goethe, Müslümanları tam bir açık kalplilik ve ileri görüşlülükle karşılar ve onları kendi evinde sadece “sevimli misafir” olarak ağırlamakla kalmaz, bilakis aynı zamanda içten hakiki bir samimiyetle onların Islamî ibadetlerine bizzat iştirak eder. Arkadaşı Friedrich Wilhelm Heinrich von Trebra‘ya yazdığı mektupta “Molla’yı görebilmek ve Kuran ayetlerini dinleyebilmek beni çok mutlu etti” diyecektir. Başkurt Türklerinin kendisine “ok-yay” hediyesini kabul eden Goethe daha sonra bu hediyeyi şöminesinin üzerine asar. Goethe’nin oğluna yazdığı bir mektuptan anlaşıldığı üzere çevrede bu olaya şahit olan halk da son derece etkilenmiş ve bazı dindar kadınlar izledikleri Namazın ardından kütüphane gidip birer Kuran’ı ödünç almışlar.
Goethe 1816 yılında dünyaca ünlü eseri “Faust”tan sonra en önemli eserleri arasında yer alan “Doğu-Batı Divanı”nı okuyucuya takdim ederken “Doğu-Batı Divanı’nın yazarı, kendisinin bir Müslüman olduğu şüphesini reddetmez!” ifadelerini kullanacaktır
«Çılgınlıktır, herkesin her hususta
Kendi özel görüşünü övmesi!
Madem ki İslam, Allah’a teslim olmak mânâsındadır,
Öyle ise hepimiz İslam’da yaşayıp, İslam’da ölmekteyiz!“
Goethe, ünlü Doğu-Batı Divan’ının şu dörtlüğünde, Kur’an-ı Kerim’in 2. Sure’si Bakara’nın 115. ayetinden esinlenerek; “Doğu da Allah’ındır, Batı da Allah’ın. Kuzey ve güney illeri Huzur içinde, O’nun ellerinde ” yazmıştır. Bu ifadeleri Goethe daha sonra kendi eliyle onların kalığrafilerini yapacak kadar çok sevmişti.
Eserin “Muhammed” bölümünde Kur’an’ın üslup güzelliğini şöyle sözlerle över:
“Kur’an’ın üslubu kati, büyük, müthiş, yer yer gerçekten ulvidir.”
Mommsen’e göre Goethe’nin ifade şekli ile dönemin Batı dünyasının İslam’a karşı genel tutumu ve ifadesi arasında uçurumlar kadar fark vardır. Goethe’nin İslama karşı saygısı Aydınlanma döneminden kaynaklanan hoşgörü çabasının çok ötesindeydi. Hz. Muhammed’in ve genel anlamda müslümanların İncil Tevrat gibi kutsal kitaplara ve Hristiyanlık ve Yahudilik gibi farklı inançlara derin bir saygı beslediğini belirten Mommsen, Batı dünyasının buna karşılık maalesef İslama ve Müslümanlara karşı büyük bir saygısızlık ve önyargı içinde olduğuna dikkat çekiyor. Oysa ki Goethe, taassuba, yobazlığa ve zorbalığa meydan okuyan büyük doğulu öncülere daima hayranlıkla bakmıştır.
Doğu-Batı Divanı büyük ölçüde Doğu ve Batı arasında geçen diyaloglardan, sohbetlerden oluşur. Goethe eserinde bir çok önemli tarihi şahsiyetlere hayat verir; bunların en başında Hz. Muhammed gelse de, büyük şair onunla sınırlı kalmayıp, Şah Abbas, Gazneli Mahmud, Timurlenk, Ebüssuûd Efendi, Yavuz Sultan Selim ve bir çok şairi eserinde canlandırır. Hâfız-ı Şirâzî, Firdevsî, Mevlâna Celâleddin Rumî gibi şahsiyetler bizzat konuşup söz alır ve Goethe onlara yanıtlar verir. Bunu yaparken Goethe büyük bir titizlikle Doğu’nun ve Batı’nın temsilcilerine aynı oranda söz hakkı verilmesine büyük özen gösterir. Aralarında coğrafik açıdan büyük mesafeler ve hatta çağların olmasına rağmen, biri Müslüman diğeri Hristiyan olmasına rağmen Goethe Hâfiz-i Sirâzî’yi ikiz kardeşi olarak tarif eder ve ikisi kardeşçe sohbet eder.
“Dünya yarın batacak da olsa,
Seninle Hâfız, sadece seninle
Girmek isterim müsâbakaya! acıda ve sevinçte
İkiz kardeş olalım!”
Divan’ın 12 kitabı süresince, Goethe’nin notlarında ve tezlerinde – heryerde Goethe Doğu’nun Batı ile diyalog kurma yolları ile ilgili örnekler ve yöntemler verir.
Katharina Mommsen’in ifadesiyle büyük şairlerin görevi bugüne dek ihtiyacımızın olduğu ve maalesef bozulmuş olan dünya çapındaki birliği beraberliği ve kardeşliği kelimeler yoluyla tekrar tesis etmektir. Goethe bu görevi layıkı ile yerine getirmiştir.