Gözen Esmer ilk kitabını anlattı
‘İnsanlığın içinde başkaları için yaşama duygusu da var bencillik duygusu da. Bugünkü küresel sistemde insan türünün yok olmasını isteyen insanlar var’
Gözen Esmer halen Türk Dili ve Edebiyatı okuyan, aydınlık.com.tr’de editörlük yapan, kültür sanat sayfalarımıza da zaman zaman yazan genç bir meslektaşım. Gözen bir Aydınlıkçının oğlu. Hayatının son gününe kadar, bildiklerinden, davasından ödün vermeyen, vefalı, yalın yaşamayı seven, iyi bir devrimci, uzun yürüyüşçü Mehmet Esmer’in oğlu.
Edebiyata olan sevgisi umut verici. İlk kitabı tabii ki, eleştiriye ve yol göstermeye muhtaç. Ama Gözen Esmer, ilk metinleri ve gösterdiği azimle geleceğe göz kırpıyor. Onu gelecekte, iyi bir edebiyatçı olarak görme umuduyla söyleştik.
- Önce adınla başlayalım Gözen. Adını kimden aldın, kim koydu?
Adım 50 yıllık Aydınlık hareketinin kahramanlarından, Nahr-el Bared’de İsrail komandoları tarafından şehit edilen Bora Gözen’den geliyor. Babam koymuş. Onun adını almaktan büyük bir gurur duyuyorum. Duyanlar ilk önce anlamını soruyor ben de Bora Gözen’in ve arkadaşlarının mücadelesini anlatıyorum. Emperyalizme olan “kinimizi taşa yazdı” Bora Gözen ve arkadaşları.
- Sen aynı zamanda meslektaşımsın. Hem Türkoloji okuyorsun hem de gazetecisin. Bu alanları isteyerek mi seçtin, yoksa tesadüfler var mı?
Tesadüf denilemez. Dile ve edebiyata kendimi bildiğimden beri ilgim vardı. 8-9 yaşlarımda kendimce yazmaya başladım. Bu süreç kesintilere uğrasa da hep devam etti. Üniversitede Hukuk veya Türkoloji okumayı düşünüyordum.
Gazeteciliğe daha doğrusu editörlüğe Aydınlık’ın fırsat vermesiyle başladım. Bu da bakış açımı geliştirdi. Gazetecilik özellikle de internet gazeteciliği zamanı yakalamak zorunda olduğunuz bir meslek. Genel Yayın Yönetmenimiz İlker Yücel’in haberler için sorduğu “Burada yeni olan ne var?” sorusunu daima kendime soruyorum.
- Genç yaşta kitabın yayınlandı. Edebiyata düşkünlüğün nasıl başladı?
Kitapların içinde büyüdüm. Evdeki kütüphanemiz daha çok tarih, felsefe ve politika ağırlıklıydı. Okumalara onlarla başladım. Ders kitaplarındaki, dergilerdeki tashihleri düzeltirdim. Sözlük okurdum. En başta dili sevdim. Dili sevdiğiniz zaman edebiyatı zaten seviyorsunuz. İlk okuduğum edebiyat kitapları arasında babamın hediye ettiği Tevfik Fikret’in Şermin’ini hatırlıyorum. Tevfik Fikret bir dönüm noktası benim için.
Fikret’le birlikte Dede Korkut’u, Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe’sini, Robinson Crusoe’u, Sait Faik’in Kumpanyasını ve Jack London’un Demir Ökçe’sini, Charles Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi’ni hatırlıyorum.
Ne bulduysam okuyordum diyebilirim. Çocukluktan başlayan bu süreç zaman zaman kopuşlar olsa da lise ve üniversiteyle devam etti. Fakat düzenli yazmaya ve ilerde kitap çıkarmaya Martin Eden’i okuduktan sonra karar verdim.
BABAM ÇIKARSIZ BİR İNSANDI
- Baban, ilk gençlik yıllarımdan itibaren arkadaşımdı. Ne yazık ki aramızdan ayrıldı. O vatanına, halkına partisine bağlı bir uzun yürüyüşçüydü. Babanla ilgili bize neler anlatırsın? Edebiyata olan ilginde bir rolü oldu mu?
Milimetrenin onda birini hesaplayan bir meslekten tornacılıktan geliyordu. Belki bu sebepledir her meseleyi incelikli ele alırdı. Ufku genişti, çok yönlüydü. Kalıpları yoktu. Entelektüel birikimi kendisinden daha iyi eğitim almış insanlarla boy ölçüşecek düzeydeydi. Müthiş bir örgütlenme becerisi vardı. Hemen her yere gidebilen yetişebilen anlamında kendisini hafif süvariye benzetirdi.
Çıkarsız bir insan olduğu için sözünü, fikrini kimseden sakınmazdı. Genelde babalar ve oğulları arasında Oidipus sendromundan yani ihanetten ve düşmanlıktan söz edilir. Belki aynı davayı paylaşmamız belki onun ince fikirliliği sayesinde bunun tam tersi oldu. Bir yoldaşlık, usta çıraklık ilişkisi vardı aramızda. Devrimcilik, ilk mektep mezunu bir insanı -normalde bu sistem içerisinde sıradan olacak bir insanı- ülkesinin ve insanlığın kurtuluşu için mücadele eden bir kahramana dönüştürüyor. Babamın edebiyatla ilgilenmemde aslında pek bir rolü olmadı ancak yazmaya ve okumaya hep teşvik etti.
Dünya görüşümün oluşmasında çok büyük katkıları oldu. Ben bu kitabı yazarak biraz da onun yarım bıraktığı bir işi yapmış oldum.
GÖK KUBBENİN ALTINDA SÖYLENMEMİŞ SÖZ YOK
- Bir Bakışın Anlattıkları adını verdiğin kitabın hem deneme hem de öykülerden oluşuyor. Sen hangisini kendine daha yakın buluyorsun?
Edebiyata şiirle başladım. Hatta bu kitap şiir dosyamın adı olacaktı. Daha sonra şiirde ilerleyemeyeceğimi daha doğrusu gök kubbenin altında söylenmemiş hiçbir sözün olmadığını fark ettim.
Şiirin büyüsü ve parıltısı bir anda yok oldu. Öykü ve deneme yazmaya karar verdim. Denemelerden ziyade öyküyü daha yakın buluyorum. Orada başka bir gerçeklik yaratmak mümkün ve bu aslında çok büyük bir güç.
- Kitabını okurken, Türkçeye, sözcüklere özel bir ilgin olduğunu düşündüm. Dile özel bir ilgin var mı? Varsa bu konuda neler yapmayı planlıyorsun?
Bahsettiğim gibi ben dile merakla başladım. Sözlük okuyarak, Türkçe’nin müthiş matematiğini anlamaya çalışarak bu yola devam ettim. Bir İran atasözü der ki “Türkçe bilenin işi rast gider”
Gerçekten de çok geniş ve derin bir dilimiz var. Ancak dil çalışmalarından ziyade karşılaştırmalı edebiyat çalışmaları ve romanlarda zaman, mekân üzerine incelemeler yapmak istiyorum. Bu alanlarda çok büyük bir boşluk var.
- Okuyucuya soruyorsun; “İki yüzyılda nereye geldi insan kahramanı, Raskolnikov’a mı dönüştü yoksa Oblomov’a mı? Sence hangisine dönüştü?
Her ne kadar izlerini taşısa da Oblomov’a dönüştü diyemeyiz. Bugünkü insanlık vicdan azabıyla yaşıyor. Çünkü konforuyla fedakârlık arasında kalmış vaziyette. Oblomov gibi çaresizlik için değil, hareket halinde ancak çözüm bulamıyor. Aslında bu durum medeniyet çatışmasının bir göstergesi. İnsanlarla tek tek konuştuğumda “elden ne gelir” lafını çok duyuyorum. Bu yılgınlığın ve sıkışmışlığın sebebiyse çürümüş ve artık gerçeği inkâr eder hale gelen emperyalist küresel sistem. Bu sistemin de bireysel karşı çıkışlarla, tepkilerle yıkılmayacağı da ortada.
‘YALAN ÇAĞI’
- Bir denemende, “gelişen teknoloji ile gerçeklik duygusunu yitirdik mi?” diye soruyorsun. Sence özellikle hangi alanlarda bu duyguyu yitirdik?
Bugün insanın birden fazla kişiliği var. Gerçek hayatta, sosyal medya platformlarında, mesajlaşma uygulamalarında. Birden çok yüzü ve maskesi var. Kişilikler artıyor. Bununla birlikte gelişen teknoloji zaman ve mekân anlayışımızı da değiştiriyor.
İnsanlar sanal mekânlar satın alıyor. Sanal Gerçeklik gözlükleriyle başka bir diyara gidebiliyor. Gerçek hayatta yapamadıklarını soyut ortamlarda yapabileceğini zannediyor. Gerçek ile gerçeklik birbirine karışıyor. Bu çağa hakikat ötesi anlamına gelen post truth adını veriyorlar. Bu fikre göre gerçek değil algı ve yorum daha önemli.
Ben yalan çağı diyorum. Zira insana karşı olan anlayış önce gerçeği ortadan kaldırmak için harekete geçiyor.
- “Dünyanın merkezinde insan var. Dünyanın merkezinde bencillik…” var diyor diyorsun. İnsanlık çok mu bencilleşti?
Aslında tam da bu soruyu sordurmaya çalıştım. Yeni dünyanın merkezinde bencilliğin olmamasını diliyorum. İnsanlığın bencillikten arınması aslında kendisine yapacağı en büyük iyilik. Ama bugün hayatımızın merkezinde bencillik var. Dünyanın merkezinde insan olduğu fikri ise yarattığımız medeniyetten ve tasarım kabiliyetimizden ileri geliyor. İnsanlığın içinde başkaları için yaşama duygusu da var bencillik duygusu da. Bugünkü küresel sistem dünyanın merkezine insanla birlikte bencilliği de koyuyordu. Bencillik o kadar büyüdü ki insana bile yer kalmadı. İnsan türünün yok olmasını isteyen insanlar var.
‘MERAK ETTİRMEYE ÇALIŞTIM’
- “Göçerlerin en büyük ve sarsılmaz sanatı yaşamaktır” diyorsun. Güzel bir saptama. Onları farklı kılan nedir sence?
Eski Türkleri okuduğumda kafamda daha çok netleşti. Göçerler medeniyetin ilerleyiş çizgisinde bugüne göre geride olduğu için küçümseniyor. Ancak onlarda müthiş yaratıcılık ve saf güzellik var. Demir işlemeler, gümüş işlemeler, yaktıkları ağıtlar, bugüne ulaşan destanları hepsi yaşayışlarının ürünü. Doğayla mücadeleye girmek sürekli değişen koşullara uyum sağlamak ortak aklı ve eşgüdümü aynı zamanda zekâyı gerektiriyor.
Bu zekâ sayesinde yaşamak sanatı doğuyor. Biz her gün onların yaşamından yeni bir şeyler öğreniyoruz. Göçerler büyük sırlarıyla bu dünyadan geçip gittiler.
- Bir denemende, “yılgınlık dostuysa umut sevgilisidir devrimin” satırlarını okuyoruz. Yılgınlık nasıl devrimin dostu oluyor?
Bu denemede Mallraux’nun İnsanlık Durumu romanındaki mağlup devrimci Çen’le, Kızıl Kayalar romanındaki galip ve ideal devrimci Çeng Kang’ı kıyaslıyorum aslında. Yılgınlık kısmı Çen’e ait. Zira sonrasında hesapsız bir maceraya atılır Çen. Bununla birlikte dostluğun tatlı bir uykuya benzeyen ve insanı zehirleyen bir yanı da var.
- Denemelerinde okura daha çok düşünmeye, araştırmaya sevk eden bir tarz var. Kitabın sonlarında daha yoğunlukla yer alan kısa öykülerin çok başarılı. Öykü ile ilerlemeyi düşünüyor musun?
Denemelerde etraflı bilgiye ve o bilginin yorumlanmasına yer verilir. Ancak deneme türü adı altında anlatıların da yer aldığı görülüyor. Ben akıcı bir tarzda ve merak ettirmeye çalışarak, okuyanların başka kaynaklara ve kavramlara göz atmasını istedim. Dünyada başka türlü bakışların ve kavramlara başka türlü yaklaşımların olabileceğini göstermek istedim.
Burada da bir biçimi bozma ve yeterli bilgi vermemeyi göze aldım.
Ama öyküde daha başarılı olduğumu düşünüyorum. Bir yanıyla deneme öyküye geçmemi sağladı.