27 Aralık 2024 Cuma
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Günümüz uluslararası hukukunun çifte standart zorbalığına karşı Asya devletleri ne yapabilir?

Asya Devletleri, 1945 sonrası yapının kendi içinde üretmeye çalıştığı kurumsal çözümlerin günümüz şartlarında tıkanmış olması gerçeğinden hareketle, bu yapıların yenilenmesi veya iyileştirilmesi umudu ile yaşamayı bırakıp kendi kurumsal yapılarını oluşturmalıdırlar

Günümüz uluslararası hukukunun çifte standart zorbalığına karşı Asya devletleri ne yapabilir?
Mutlu, 17-19 Kasım arasında üç gün boyunca süren Cumhuriyet’imizin 100. Yılında Asya’da Devlet Birikimi Çalıştayı'nda da bir konuşma yaptı.
A+ A-
Doç. Dr. Erdem İlker Mutlu / Hacettepe Üniversitesi

İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı tarafından “Uluslararası Hukuk Perspektifinden Siyonist Rejimin Suçlarının Araştırılması” çevrim içi toplantısı önceki gün düzenlendi. 12 ülkeden katılımcının olduğu toplantının baş konuşmacısı Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek oldu. Toplantının açılış konuşmasını İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sakine Sadatpad yaptı. Toplantıda Türkiye, İran, Portekiz, Irak, Suriye, Filistin, Pakistan, İtalya, Romanya, Sırbistan, Venezuela ve ABD’den katılımcılar bulundu ve konuşmalar yaptı. İsrail'in işlediği suçların yargılanması ele alındı. Doç. Dr. Erdem İlker Mutlu da, toplantıya bir yazı ile katkı sundu. Bu önemli yazıyı okurumuzun dikkatine sunuyoruz.

İsrail’in Hamas’a karşı yürüttüğünü ileri sürdüğü ancak adeta bir etnik temizliğe ve hatta kolektif bilincin oluşturduğu özel kast ile soykırıma dönüşen askerî harekâtı uluslararası kamuoyunun vicdanını çok rahatsız ederken, bu durumun uluslararası yargıya taşınabilirliği kamuoyunun sadece küçük bir kesimi tarafından tartışılmaktadır. Bazı meslek kuruluşları tarafından uluslararası ceza mahkemesi savcılığına suç duyurusu da yapılmıştır, bu durumun “planlı bir soykırım” oluşturduğunu ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde çözülmesi gerektiği, bu vakte kadar diplomatik ilişkilerin askıya alınması gerektiğini söyleyen İspanya Sosyal Haklar Bakan Vekili Belarra görevden alınmıştır.

Günümüz uluslararası hukukunun çifte standart zorbalığına karşı Asya devletleri ne yapabilir? - Resim : 1

DOÇ. DR. ERDEM İLKER MUTLU KİMDİR?

Mutlu, Hacettepe Üniversitesi Kamu Hukuku Bölümü Milletlerarası Hukuk Anabilim Dalı'nda öğretim üyesi. Mutlu, lisansını Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Yüksek Lisansını King’s College London'da Uluslararası Hukuk ve Marmara Üniversitesi'nde Avrupa Birliği Hukuku'nda, doktorasını da Marmara Üniversitesi'nde Avrupa Birliği Hukuku alanında yaptı.

Rusya’nın 2014’ten beri Donbass halkına kan kusturan Azov taburlarına yönelik harekâtına Rusya’nın Avrupa Konseyi’nde üyeliğini askıya alma, Rusya’ya en üst düzeyden ambargo uygulama, bununla da yetinmeyip, sermaye sahibi Rus yurttaşlarının Batı ülkelerindeki tüm malvarlıklarına el koyup, Rus yurttaşlarının Batı ülkelerinde çalıştıkları işyerleri ile ilişkilerini kesmeye varan tepkiler söz konusudur.

Ne var ki ne zaman konu, Filistin’in ulusal varlığını tehdit eder dereceye gelen İsrail saldırılarına tepki vermeye gelince işler değişmiştir. Tepki vermek, önlem almak bir yana, Batı, 2014’ten beri Donbass ve Şubat 2022’den beri sınırlı askerî operasyonda ölen çocuk sayısının iki katı sayıda çocuğu iki haftada öldüren İsrail’in sözde “Hamas terörü”ne karşı operasyonunu “İsrail’in Meşru Savunması” olarak gördüğünü söyleme yönünde ısrarla ağız birliği yapmaktadırlar.

Sadece yakın zamanda ortaya çıkan bu iki örnek dahi gösteriyor ki eşit bir zeminde, karşılıklı tartışmaların olmadığı, demagoji, çifte standart ve farklı görüşlere karşı zorba saldırıların olduğu ortamda, 1945 sonrası yaratılan yeni düzenin artık uluslararası barış ve güvenliği korumaya yetmediği, sistemin bütünüyle Batı değirmenine su taşıyan bir konuma geldiği ortaya çıkmıştır. Böyle bir zamanda sistemin kendi içinde çözüm üretmek adeta olanaksız hale gelmiştir. Bu nedenledir ki, Asya devletlerinin Avrupamerkezci yapılanmadan medet ummayı bırakıp, yeni bir çözüm üretmesi gerekmektedir.

Bu çözüm yöntemine geçmeden önce, uzun zamandır geliştirdiğimiz eleştirel uluslararası hukuk yaklaşımı çerçevesinde mevcut sorunsal üzerine bir inceleme yapmakta yarar bulunmaktadır. Bu yazının ilk iki bölümünde uluslararası hukukun yargısal ve yarı yargısal düzeni üzerine genel bir yaklaşım, üçüncü bölümde ise mevcut düzenin İsrail’in sivillere yönelik saldırısını durdurmakta yetersiz kalmasının Asya Devletleri açısından sonuçları incelenecektir.

Avrupa Anayasa Mahkemeleri Birliği gibi, Asya Anayasa Mahkemeleri Birliği kurulmuş, anayasa ve temel haklar düşüncesinin gelişmesi açısından önemli adımlar atılmıştır. Ancak bunun uluslararası hukuk ve sınır aşan hukukun diğer alanlarında da kendini göstermesi gerekmektedir.

1-ULUSLARARASI HUKUKUN KURAMSAL ALT YAPISI VE YARGI KOLU İLE İLGİLİ GENEL BİR İNCELEME

Uluslararası hukukun ulusal hukuktan en önemli farkı, pozitivist batı yazarlarının da hemfikir olduğu hukukun öznesi ve konusu ile ilgili temel kuramsal ayrımdır.

Buna göre hukukun öznesi yani hukuku yapan güç devletlerdir. Ulusal hukukta ise İsviçre’nin küçük kantonları hariç bir yasa koyucu almış olduğu temsil yetkisi ile halk adına ama devletin gücü ile yasayı yapar. Ulusal hukukta kişi hak sahibi olmasına rağmen bu hakkı yaratan değil, yararlanandır. Tabi ki Batılı yaklaşım ile Rousseau ve diğerleri “Anayasanın öznesi yurttaş” ve “toplum sözleşmesi” yaklaşımı ile sanki yine de özne olan vatandaş- yurttaş kavramından söz etse de bu yurttaş tekil kişiliği ile sadece öncü hak ileri sürümü yapabilir, yasaları yapacak kolektif kişiliğin yerine geçemeyecektir. O nedenle yasayı yapan kolektif güç, aynı zamanda o yasadan doğan hak ve yükümlülükler ile tekil kişilikleri sürecin konusu haline getirebilirler.

Hukukun konusu devletler arası ilişkiler ve devletlerin sorumluluğunda yer alan diğer konulardır. Bu nedenle devletlerin sorumluluğunda yer almayan hiçbir şey uluslararası hukukun konusu olamaz. Oysa ulusal hukukta, ulusal hukuk kişileri, hukuk kişisi olmayan canlılar ve varlıklar hakkında düzenleme yapılabilir. Ancak bu düzenlemeler hukuk kişileri nezdinde hak, yetki ve sorumluluk doğurur.

Birçok yazarın çok değer verdiği bir ayrım ise hukukun zorlayıcı gücü üzerinedir. Uluslararası hukukun zorlayıcı gücü olarak bir üst kuruluş bulunmamaktadır. Devletler eşit egemenlik ilkesi çerçevesinde ilişki kurarlar. Sadece ve sadece Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi “uluslararası barışın ve güvenliğin yeniden tesis edilmesi” ile ilgili kendine böyle bir görev atfetmektedir. Bu ifadeyi kullanmamızın nedeni açıkça bir zorlayıcı güç olarak bulunmayışı ve sadece barışı ve güvenliği tesis görevinden söz edilmesinin zamanla hukuk anlatısı tarafından adeta bir devletin zorlayıcı güç uygulayan üst makamı gibi hareket etmiş olmasının kutsanmasıdır. Diğer yandan devletlerin silahlı önlemleri de içeren zorlayıcı önlemler alabilmesine yönelik ifade ise sınırlı bir şiddet tekeli gibi değerlendirilmektedir.

Oysa kanımızca uluslararası hukuk ile ulusal hukuklar arasındaki en temel fark, uluslararası hukukun bir anayasal düzeninin olmayışı ve Kelsen piramiti gibi normlar hiyerarşisinin olmamasıdır. Anayasal düzenin olmaması öznelerin hukuku yorumlarken tabi olacakları sınırlar konusunda farklı bir düzen gerektirmektedir.

Uluslararası Ceza Mahkemesi ad hoc (olaya özgü) mahkemelerin yetersiz kalması sonucu ortaya çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi “uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması” amacıyla olaya özgü olarak kurduğu bu mahkemeleri bazı olaylarda oluşturma ihtiyacı hissetmemiş olmasının getirmiş olduğu eşitsizliğin giderileceği varsayılmıştı. Ancak bu bağlamda bu eşitsizliği giderme yönünde başarılı olduğunu söylemek oldukça zordur.

2- ULUSLARARASI ADALET DİVANI VE ULUSLARARASI CEZA MAHKEMELERİNİN KURAMSAL SORUNLAR ÇERÇEVESİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ

Uluslararası hukukun anayasal bir düzene sahip olmayışı uluslararası hukukta anayasallaşma sorunsalı olarak onlarca yıl öncesinden tartışılmakta olan bir konudur. Özellikle uluslararası mahkemelerin yayılımı konusunda ortaya çıkan tartışmaların en can alıcı konusudur. Uluslararası hukukun anayasallaşma süreci uluslararası mahkemelerin güvenilirliği konusundaki en önemli şüpheleri gündeme taşımaktadır. Gerçekten de sadece gelenek hukuku, antlaşmalar, belirsiz bir buyruk kuralı ve belirsiz ilkeler ile gidilebilecek yer yargıçların adalet duygusu, çözüm bulma yetisi, entelektüel kapasitesi gibi hususlarla sınırlıdır.

Özellikle kamuoyu etkisi anayasal sınırları olmayan bir hukuk düzeninde verilecek kararlara etki etme potansiyeli yüksektir. Yargıçlar tarafsız yaklaşımlarını sürdürmek için anayasal sınırları kendilerine koruma alanı haline getiremeyeceklerdir.

Bu nedenle birçok Batılı liberal yazarın dahi eleştirdiği “yargı kararlarının öngörülemezliği” ve yargıçların “hangi tarafta iyi ve kötü çocuklar var?” sorusunun yanıtını bulup kararı ona uyumlu şekilde hukuk düzenlemelerini esas alarak yazılması gerçeği ile karşı karşıya gelinmektedir.

Anayasal düzene sahip bir ulusal hukukta dahi bunlar olabilirken, anayasal sistemi olmayan uluslararası hukukta neler olabilir?

Uluslararası ceza mahkemesi konusuna gelince karşımıza daha da tuhaf ve anlaşılmaz bir durum çıkmaktadır.

Bunlardan ilki 1990’lı yıllara gelene kadar kimsenin aklına böyle bir düzen kurmak gelmemektedir. Tesadüftür ki “tek kutuplu dünyaya geçiş” kutlamaları eşliğinde gerçekleşmiştir.

Neden 1990’lara kadar kimsenin bunu düşünmediği sorusunun yanıtı içinde göründüğünden daha büyük bir durumu barındırmaktadır. Çok ciddi kuramsal, ilkesel sorunlar vardır. Bir ceza hukuku branşından söz edebilmek için öncelikle ceza normlarının olması gerekmektedir. Ceza normları ile yasa koyucular tarafından tipiklik, cezalandırılabilir eylem, maddî-manevî unsura sahip norm olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenledir ki, iki devlet veya birden fazla devlet arasında mevcut çokuluslu antlaşma hükümleri ile ceza normu oluşturulamaz.

3- İSRAİL’İN BUGÜNKÜ UYGULAMALARINA YÖNELİK KURUMSAL ÇÖZÜM ÜRETİLEMEMİŞ OLMASI ASYA DEVLETLERİ İÇİN NE ANLAMA GELMEKTEDİR

2021 yılında Netenyahu, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisini tanımadıklarını ileri sürmüştür. Oysa savaş suçlularının, yargı yetkisini tanıyan bir devlet tarafından, kendi egemenlik alanlarında bulunduğu anda Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne teslimi istenebilecektir. Ancak mevcut durum hiçbir Batılı devletin bu yükümlülüğü yerine getireceği yönünde ümit vermemektedir. Sayın Vladimir Putin hakkında büyük bir kolaylıkla “yakalama” kararı verenler, Netenyahu ile ilgili suskunluklarını sürdürmektedirler. En azından Batı’nın 1945 sonrası yapılanma ve uluslararası yargının yayılımı yönündeki hukuksal politikaları sonucu üretilen kurumlar sadece Batı merkezli söylemin bir meşruiyet zinciri haline gelmiştir.

Diğer yandan kalıcı bir Uluslararası Ceza Mahkemesi ad hoc (olaya özgü) mahkemelerin yetersiz kalması sonucu ortaya çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi “uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması” amacıyla olaya özgü olarak kurduğu bu mahkemeleri bazı olaylarda oluşturma ihtiyacı hissetmemiş olmasının getirmiş olduğu eşitsizliğin giderileceği varsayılmıştı. Ancak bu bağlamda bu eşitsizliği giderme yönünde başarılı olduğunu söylemek oldukça zordur.

Konu Uluslararası Adalet Divanı’na geldiğinde, Mahmut Esat Bey’in Bozkurt- Lotus davasıyla ilgili görev yapan Sürekli Adalet Divanı’ndan beri uluslararası yargının gelişimi açısından başka dünyaların eli değmiş, bambaşka bir mesele ortaya çıkmaktadır.

Uluslararası Adalet Divanı’nın nükleer silahlar hakkındaki görüş kararı son çeyrek yüzyılda uluslararası hukuk camiası için büyük bir düşkırıklığı olmuştur. Nükleer silahların tamamen sınırlanması yönündeki çabanın gündemde olduğu dönemde, özellikle İsrail gibi nükleer silah bulundurduğu düşünülen devletler için önemli olan bu kararda Uluslararası Adalet Divanı, nükleer silahların kullanımının Cenevre Sözleşmeleri başta olmak üzere, uluslararası hukuku ağır şekilde ihlal eder silahlar olmasına rağmen, bunların caydırıcılık amaçlı olarak bulundurulabileceği sonucuna varmıştır.

Bu nedenle, anayasal düzeni olmayan bir uluslararası hukukta, bu gibi sürpriz, öngörülemez kararlar oldukça mümkündür. Bu nedenle, Uluslararası Adalet Divanı’na devletin sorumluluğu bağlamında götürülecek bir dava İsrail’in devlet olarak yargılanması sonucu doğurabilecekse de, burada da uluslararası hukukun anayasal belirsizliklerine dayanarak önemli bir karar çıkmama ihtimali mevcuttur.

Peki böyle bir ortamda Bozkurt- Lotus kararından tutun Perinçek- İsviçre davasına kadar haklıdan yana, adil kararlar nasıl çıktı, diye merak edilecektir. Burada devreye “akılcı oyuncu” (rasyonel aktör) teorisi girmektedir. Diğer bir deyişle, akılcı, vicdan sahibi ve Batı sistemini bir iç tutarsızlığa götürmenin önünü almak isteyen yargıçlar birçok doğru kararları vermiştir. Diğer bir deyişle, uluslararası yargı, bu eksiklikleri ile birlikte yargıçların vicdan ve akılcı yaklaşımları ile doğru yönlendirilebilen bir yapıdır. Ne var ki günümüzde hegemonya sahibi güçler sadece uluslararası yargıyı değil, birçok devletin ulusal yargı kurumlarını dahi baskı altına alabilmektedir.

SONUÇ

Sonuç olarak, İsrail’in bugün yürüttüğü ve binlerce sivilin hayatına mal olan saldırılara karşı kurumsal çözümler işlememiştir. Böyle bir çözümsüzlük ekseninde, “uluslararası barışı tesis etmek için çaba sarf eden Asya Devletleri ne yapabilirler?” sorusunu sorduğumuzda, şu gerçeklikle karşı karşıya kalıyoruz: 1945 sonrası yapının kendi içinde üretmeye çalıştığı kurumsal çözümlerin günümüz şartlarında tıkanmış olması gerçeğinden hareketle bu yapıların yenilenmesi veya iyileştirilmesi umudu ile yaşamayı bırakıp kendi kurumsal yapılarını oluşturmalıdırlar.

Avrupa Konseyi gibi, Avrupa Mahkemeleri gibi, AGİT gibi, buna benzer birçok yapı gibi, Asya Devletleri, kendi kurumsal yapılarında uluslararası hukukun kadim ilkeleriyle evrensel değerlerde buluşabilecektir. Zira yargı burada hegemon güçlerin etkisinde kalmayacaktır. Böyle bir kurumsal entegrasyon, böyle bir yapılanma, geriye değil, ileriye yönelik adımdır. Avrupa Anayasa Mahkemeleri Birliği gibi, Asya Anayasa Mahkemeleri Birliği kurulmuş, anayasa ve temel haklar düşüncesinin gelişmesi açısından önemli adımlar atılmıştır. Ancak bunun uluslararası hukuk ve sınır aşan hukukun diğer alanlarında da kendini göstermesi gerekmektedir. Büyük bir dikkatle, kültürel birikim ve hukuk düşüncesini eşleştirerek ortak ilkeler çerçevesinde devletler arasındaki sorunlara çözüm bulan kurumsal yapıların oluşması, zamanla bunların yarı-yargısal veya yargısal alt kurumlarının oluşması Asya Devletleri’nin, uluslararası alanda Batı sisteminin kurduğu meşruiyet zincirlerine mahkûm kalmaktan kurtaracaktır.

Asya