Hangi Batı - 2: Duvarın üstündeki tilkiye dönmeyelim
Batı’ya kaçarak kurtulacağını zannedenler, İlhan Selçuk’un 'Duvarın Üstündeki Tilki' yazısını okumalı. Selçuk şöyle diyor, 'Hiç kimse Batı karşısında kendisini Türklüğünden ayrı görmesin; duvarın üstündeki tilkiye döner.' Batı’nın Doğu’ya (Türk’e) bakışı bu, sen ne düşünürsen düşün değişmez.
Attilâ İlhan; Batılılaşmayı hiç ama hiç anlamayan, modern olmayı gösterişle karıştıranları ve “müstemleke” kafalıları şöyle eleştiriyor: “Her şey ama her şey Doğu’da kötü, Batı’da iyi! Onlar nasıl yapıyorsa biz de öyle yapmalıyız ki adam olalım! Oysa elin Japon’u çıkmış, hiçbir şeyini değiştirmeden, sadece ekonomik ve teknolojik gelişme sürecini kendi yapısında yaratarak Batı düzeyini yakalamış, dibini kurcalayan yok! Biz ha babam Batı müziği dinliyor, çeviri roman okuyor, Batılı gibi giyiniyor, bir türlü Batılı olamıyoruz, adamlar Japon gibi yazıyor, Japon gibi yaşıyor, Japon gibi ölüyorlar ama Batı’yı geçiyorlar. Japon’un yaptığını biz yapamamışız, bizim yaptığımızı Afrika'daki eski Fransız ve İngiliz sömürgeler yapmışlar ama onlar da Batılı olamamış!”
“Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu Doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız 'çeviri' roman okumakla Türk filmlerine gitmemekle basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransız resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur.“
“Yok yok, genç sanatçı Batılı olmanın Türk olmamak demeye gelmediğini anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne laf? Toplumsal ve nesnel bir gerçek istekle değişir miymiş? Türk'üz, Türk kalacağız. Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz. Batılılık bu. Yoksa yarım yırtık bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın kuyruğuna eklenmek değil. Baksanıza canım, İngiliz de Alman da Fransız da Batılı, biri ötekine benziyor mu?”
“Fransa'yı yabancılar ya romanlarından ya film ve şarkılarından tanır ve yanlış tanır. Bu yanlışlık, hiç değilse bizim kuşağın aydınlarını Parislere gelip acı düşbozumları yaşamaya götürmüştür. Zira ne Paris Marcel Carne'nin filmleri sıra içimize çatılan puslu ve dargın şehirdir yalnız ne de Quartier Latin kahvelerinde sabah akşam anarşistler ve ihtilalciler toplanıp tartışır. Galiba şöyle dersem demek istediğimi daha kestirmeden anlatmış olacağım: Bizim gerçek İstanbul ile tenha Anadolu kasabalarının tozlu hanlarında destanlaşan İstanbul arasında ne ağır bir fark varsa gerçek Paris'le dünyanın dört yanında dolaşan 'rivayet' Paris arasında o kadar ağır bir fark vardır. Evet, bu şehir 1789'un ve 1848'in şehridir; evet, gerçeküstücüler olsun varoluşçular olsun ilk kavgalarını bu şehirde vermişlerdir ama bu özgürlükler yatağı Paris'te, bugün bile metro istasyonlarına 'Kahrolsun zenciler, kahrolsun Yahudiler!..' diye karanlık parolalar çiziktiren Parisliler de yaşar; muhalefet gazetelerinde, otuz yıldır yeni bir tek hastane yapılmamış olduğunu ya da şehrin üçte bir binasında banyo bulunmadığını okursunuz. Ya Etoile Meydanı’nda metro ıskaraları üzerine yatmış kafayı çeken hane-berduş takımı ya yabancıları turist bile olsa hor gören otelci ve garsonları, sizi dakika başında, kafanızdaki yanlış bir Paris fikrini düzeltmeye zorlar durur.”
“Halk arasında yapılan bir soruşturma sonuçlarına göre, yüz Fransız’dan en az yetmiş sekseni başka ırktan başka dinden bir yabancı ile evlenmeye karşıdır. Hele bu yabancı, sözgelimi Kuzey Afrikalı bir Müslüman olursa bu yüzde daha da artabilir.
Fransız televizyonlarından bir spiker hanım ekranda sık sık kolları ve göğsü dekolte tuvaletlerle görünüyor diye 'arzuyu umumi üzerine' işinden uzaklaştırılmıştır.
Hepsini anlıyorum, kabul ediyorum fakat Fransa ya da Paris'in iç yaşantısıyla organik yaşamasıyla kendi düşlerimizi karıştırmamızı, hayır!.. Hani o, 'Paris'te olsa şöyle olurdu, Paris'te olsa böyle olurdu' sözü var ya, yalan! Yalan değilse, yanlış.”
BİREYİN KENDİNİ HARCAMASI
Attilâ İlhan, bir Fransız arkadaşıyla gençliğinde yani savaştan önce Komünist Partisi'nde çalışmış bir Fransız arkadaşıyla aralarında geçen bir konuşmayı aktarır: “Benoist-Mechin'in Mustafa Kemal adlı kitabını uzatıyor: 'Okudum.' diyor, ‘Şüphesiz haklı bir dava imiş davası fakat niye bu kadar çok kan dökmüş?’ Bir başka gün 27 Mayıs'tan söz ediyorum, aynı söz çıkıyor karşıma: ‘Niye başbakanı ve bakanlarını asmak?’ Aslında, Fransızlarla biraz kaynaşmış birisi için bu söz, ‘Niye bu vahşet?’ anlamına geliyor. Yüz elli işbirlikçi yurt dışına sürülür mü İstiklal Mahkemeleri'nde suikastçıların kellesi düşürülür mü hiç? Ya da anayasayı çiğnedi diye başbakanı asmak niye? Orada, ister istemez tartışmayı keskinleştiriyorum. Benim bildiğim Fransa Petain'i idama mahkûm etmiş, yaşlı diye cezasını süresiz hapse çevirmiştir; Laval'i ise kurşuna dizmiştir. Bunlardan birisi başkan, öteki de bakan değil miydi? Cevap şu: 'Aaa, o başka.' Bir başka örnek: Büyük İhtilal'de binlerce kişiyle birlikte Danton, Robespierre, Babeuf gibi ihtilal başkanlarının kesildiği yer bu Paris midir, değil midir? Cevap aynı: ‘Aaa, o başka.’ Bir de adını sanını bilmediğim bir futbol meraklısını ele alacağım: Pare des Princes'e ilgi çekici oyunları görmeye gittikçe rastlıyorum ona, kasketli, konuşkan, çabuk kızan, çabuk gülen yusyuvarlak bir ortalama Fransız, Paris takımlarında görülen akıl almaz seviye düşüklüğünden, Fransız futbolunun kısırlığından dertli. Bazı bazı Türk futbolundan da konuşuyoruz. Beni tanıdığından beri Galatasaray'ın milletlerarası serüvenlerini ünlü l'Equipe gazetesinden izliyor, sonra gelip bana övünmek için, 'Son günlerde bir Juventus/Stade Français maçı oldu: Parisli takım yine her zaman olduğu gibi saha ortasında dantela örüyor, fakat asla gol çıkaramıyordu.' [diyor] Fransız dostum öfkeden kıpkırmızı kesilmiş, veryansın ediyordu Stade'a, 'Böyle sistemin de böyle oyuncuların da antrenörün de Allah belasını versin' kabilinden. Haftaym'da yine Galatasaray'dan konuştuk, ‘İyi bir gününde Galatasaray, ekibinizi Paris'te yener, İstanbul'da yerle bir eder.’ dedim. O şakacı, o demin takımını yerden yere batıran adam gitti, sanki yerine bir başkası geldi: ‘Yok yok, asla!’ dedi, ‘İtalyanlar, İspanyollar, Yugoslavlar (aslında Avrupalılar demek istiyordu) belki, fakat Türkler imkânsız.’ İnsan sonra sonra Batılının, yani Fransız’ın, yani Parislinin; olayları, insanları ve sorunları iki ayrı gözle gördüğünü, iki ayrı ölçekle değerlendirdiğini fark ediyor. Birisi dünyayı 'yöneten' ülkelerden biri olmaktan gelen yukarı bir ölçü, kendine toz kondurmayan, komşusuna karşı hoşgörülü; ötekisi, 'yönettiği' ya da o hizada saydığı ülkelere ve halklara uyguladığı hafif alaycı, epeyce küçümser, adamakıllı merhametsiz ve toptan haksız bir ölçü.”
“Endüstri uygarlığı, bir yerden sonra, insanı hem düzene hem topluma hem kendi kendine nasıl yabancılaştırır? Nasıl yalnız ve savunmasız kılar? Batılı toplumlar, bilimle üretimi kaynaştırarak çağdaş teknolojiyi yaratmış; gelişmiş kapitalizm yeni kârlar aradığı için, sürekli yeni ihtiyaçları kışkırtıyor; endüstri toplumunda iş o kerteye varıyor ki adam olmak demek, reklamlardaki hayat 'standing'ine ulaşmak demek, filan mobilyalarla döşeli salonun yoksa, araban filan marka değilse, filan tatil köyünde yazlığa gidemiyorsan git kendini öldür. Bu 'standing'i (yaşama düzeyini) elde etmek, karmaşık endüstri toplumunun çarkları içerisinde bireyin kendini harcamasını gerektiriyor. Acımasız olacak, eş, dost, arkadaş, aile, göz görmeyecek, dostluk, dürüstlük, iyilik, yardımlaşma ne kelime, var mı yok mu başarı, bunun ölçüsü ne, belli: Para, ün, mevki! “
Şimdi ne mi yapacağız? Çok basit. Batı’nın bize sunduğu cicili bicili demokrasi yalanlarına aldanmayıp “ Atatürk gibi düşüneceğiz” ve davranacağız.
ABD'NİN DEĞERLİ YATIRIMLARI!
William Blum, “Emperyalizmin En Ölümcül Silahı Demokrasi Yalanı” kitabında, vatandaşı olduğu ABD’yi şöyle özetliyor: “ABD, başkanın her ağzını açtığında dilinden düşürmediği ‘demokrasi’ denen şeyle hiç ilgilenmez… 1945'ten beri ABD, çoğu seçimle iş başına gelmiş elliden fazla hükümeti devirmeye çalışmış ve en az otuz ülkede demokratik seçimlere müdahalede bulunmuştur. Asıl sorun şudur: Amerikalı liderler ‘demokrasi’ derken neyi kastediyorlar?.. ABD aslında terörizme karşı değildir, yalnızca imparatorluğun dostu olmayan teröristlere karşıdır. Washington'un Castro karşıtı teröristlere, eylemleri ABD içinde yapılmış olsa bile, verdiği desteğin uzun ve kirli öyküleri tarihin sayfaları arasındaki yerlerini aldı… ABD Kosova'da, Bosna'da, İran'da, Libya'da ve Suriye'de teröristleri desteklemiş ya da El Kaide ile ilişkileri olduğu bilinen İslamcı mücahitlerin yanında yer almıştır.”
ABD; Kore'yi, Vietnam'ı, Laos'u, Kamboçya'yı, El Salvador'u, Nikaragua'yı, Çin'i, Guatemala'yı, Küba'yı, Kongo'yu, Lübnan'ı, Grenada'yı, Panama, Irak'ı, Afganistan'ı, Pakistan'ı, Somali'yi, Yemen'i, Yugoslavya ve Libya'yı "insancıl" nedenlerle bombaladı. William Blum’a göre “Bir ülkenin hedef olabilmesi için gereken sadece (a) Amerikan imparatorluğunun belli bir arzusuna herhangi bir engel oluşturması; (b) hava saldırısına karşı hemen tümüyle savunmasız bulunması ve (c) nükleer silahlara sahip olmaması yeterlidir.”
B ve c maddelerine dikkat edin, ordunuz ve savunma gücünüz olmayacak ki ABD ve taşeronu NATO sizi rahatlıkla “dizayn” edebilsin.
Roosevelt amcamızın "Anadili İngilizce olan ırkın yeryüzünde her alanda en fazla yere sahip olması dünyanın yararınadır." sözünü de “sos” ya da “zeytin dalı” olarak insanlığa sunabilirsiniz.
“2006 yılı sonunda Bush'un oğlu başkan olduğunda, Beyaz Saray sözcüsü Scott Stanzel, İkinci Irak Savaşı’nda hayatını kaybeden Amerikalıların sayısının 3000'e ulaştığından söz ederken ‘Bush her yaşamın değerli olduğunu ve her yitirilen hayat için üzgün olduğunu söylüyor.’ diyordu. 2008 Şubat'ında ölen Amerikalı sayısı 4 bini, Iraklılarınki ise milyonu bulduğunda ise George W. Bush şöyle diyordu: 'Yüreklerimizi Tanrı'ya açıyoruz, hepimiz onun indinde eşitiz. Hepimiz aynı ölçüde değerliyiz... Dualarımızda merhamet ve anlayış diliyoruz ... Tanrı'nın komşularımızı kendimiz kadar sevmemiz öngörüsüne karşılık verirken insanlarla daha derin bir dostluk oluşturmaktayız.’
1996'da Madeleine Albright ile muhabir Lesley Stahl arasındaki ünlü televizyon programında Stahl ABD'nin Irak'la ilgili yaptırımlarından söz ederken o zaman Birleşmiş Milletler'de ABD elçisi görevinde bulunan ve daha sonra Devlet Bakanı olan Albright'a şu soruyu yöneltti: ‘Duyduğumuza göre yarım milyon çocuk ölmüş. Bu, Hiroşima'da ölen çocuk sayısından fazla. Sizce, buna değdi mi?’ Albright şu yanıtı verdi: ‘Bu çok zor bir seçim ama ödenen bedel... Biz buna değdiğini düşünüyoruz.'
On yıl sonra, Bush ailesinin asil mirasını ve kadın devlet bakanı geleneğini sürdüren Condoleezza Rice, Irak'ta süregelen dehşetin Amerikan hayatları ve dolarları açısından ‘değerli bir yatırım’ olduğunu ileri sürdü.”
ABD için “Ortak Pazar (ilerideki Avrupa Birliği) ve olası Sovyet tehdidine karşı Batı Avrupa'nın savunmasını sağlayacak NATO'nun oluşturulma çabası”dır.
William Blum, “Haydut Devlet” adlı kitabında, Nelson Mandela’nın 1997’de söylediği “Nasıl, bize nereye gitmemiz ya da hangi ülkelerle dost olmamız gerektiğini dikte edecek kadar kibirli olabiliyorlar? Kaddafi benim arkadaşım. Yalnız olduğumuzda bizi destekledi. Benim bugün bu ziyareti yapmama engel olmaya çalışanlar o zaman bizim düşmanlarımızdı. Bunlarda hiç ahlak yok. Bir ülkenin dünyanın polisliği rolünü üstlenmesini kabul edemeyiz.” cümlelerini aktararak ABD gerçeğini bir kez daha özetlemiş oluyor.
NATO'YU SORGULAYALIM
Attila İlhan’ın “Hangi Batı” adlı kitabında yazdığı gibi “Türkiye'nin demokrasi tarihi, Amerika'yla başımızın belaya girmesi tarihidir.” ve Fetullahçı çete tarafından katledilen aydınımız Hrant Dink’in öldürülmeden önce bir konferansında (Malatya) söylediği gibi “Amerika bu; gelir, işini görür, kardeşi kardeşe düşürür ve gider.” sonra biz birbirimizi yeriz.
Türkiye, Atatürk’ün ölümünden sonra “akıl tutulması” hastalığına yakalandı. (Bkz. Çetin Yetkin, Karşı Devrim 1945-1950) Bu hastalık hâlâ artarak sürüyor. NATO’nun niçin kurulduğunu, ABD ve Batılı ülkelerin yüzyıldır dünyada ne haltlar karıştırdığını hemen unuttuk. Şimdi NATO “demokrasinin güvencesi”, ABD de “dünya barışının mimarı, insanlığın hakça ve eşitçe yaşamasını sağlayan ülke” oldu.
Bu üç kitabı kesinlikle okuyun ve birilerinin dediği “Biz NATO’nun bir parçasıyız. Dolayısıyla kendimizi bu ittifakın dışında göremeyiz. Bu konuda taahhütlerimiz var. Biz NATO’yu sadece bir savunma aracı, kurumu olarak da görmüyoruz. NATO artık bugün 21. yüzyılda aynı zamanda demokrasinin de bir güvencesi”dir sözlerini bir daha düşünün. ABD ve onun kurduğu NATO, 1950’li yıllardan itibaren tüm dünyaya illallah dedirtmiş, girmediği ülke ve canını yakmadığı, öldürmediği ulus bırakmamıştır.
“Haydut Devlet” kitabından ABD ve taşeronu NATO’nun yakın tarihte dünyadaki marifetlerinden birkaçı: Çin 1945-1946, Kore ve Çin 1950-1953 (Kore Savaşı), Guatemala 1954, Endonezya 1958, Küba 1959-1961, Guatemala 1960, Kongo 1964, Peru 1965, Laos 1964-1973, Vietnam 1961-1973, Kamboçya 1969-1970, Guatemala 1967-1969, Grenada 1983, Lübnan 1983, 1984 (Lübnan ve Suriye hedefleri), Libya 1986, El Salvador 1980'li yıllar, Nikaragua 1980'li yıllar, İran 1987, Panama ı989, Irak 1991 -2000 Kuveyt 1991, Somali 1993, Bosna 1994-1995, Sudan 1998, Afganistan 1998, Yugoslavya 1999 … Bu liste eksik ama kesinlikle yanlış değil.
Bu ülkenin insanı 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün (Our boys have done it-bizim çocuklar işi bitirdi) ve 15 Temmuz’da FETÖ aracılığıyla düzenlenen darbe girişiminin arkasında NATO’nun olduğunu; 1970’li yılların sonlarında Maraş, Çorum katliamlarını yapanın, insanlarımızı birbirine kırdıranın-gerçek failin-NATO’nun kurduğu Kontrgerilla olduğunu unutacak kadar ”akılsız” ve “hafızasız” değil. Hem Âşık Mahzunî’yi ölüm yıl dönümlerinde anacaksın hem de onun “Amerika katil, katil” dediği azmettiriciyi aklayacaksın. Uğur Mumcu’dan Muammer Aksoy’a kadar yüzlerce aydınımızın gerçek katili NATO’yu “demokrasinin bir güvencesi” ilan edeceksin.
Batı’ya kaçarak kurtulacağını zanneden arkadaşlara da İlhan Selçuk’un “Duvarın Üstündeki Tilki” adlı yazısını okumasını öneririm.
Batı, “Duvarın üstündeki tilkiyi değil, genelde tilkiyi tanıyor… Yurt dışına çıkan bir kimse Avrupa’da gümrükten bir Türk olarak geçiyor. Hiç kimse Batı karşısında kendisini Türklüğünden ayrı görmesin; duvarın üstündeki tilkiye döner.” Batı’nın Doğu’ya (Türk’e) bakışı bu, sen ne düşünürsen düşün bu gerçek değişmez; hiçbir zaman “Duvarın Üstündeki Tilki” (yani bireysel olarak kurtuluşa ulaşan Türk) olamazsın. Batılının gözünde sen hep Türk’sün, barbarsın.
Şimdi ne mi yapacağız? Çok basit. Batı’nın bize sunduğu cicili bicili demokrasi yalanlarına aldanmayıp “Atatürk gibi düşüneceğiz” ve davranacağız. Elbet, ülkemizin insanı 1920’li yılların başında başardığı gibi bu “makus talihini” yine yenecek ve güzel günler görecektir.
Atatürk’ün dediği gibi: “Müstevliler ve onların mütecaviz orduları kendilerini hiçbir vakit tazyikten hali kalmadı. Fakat bu tazyik ne kadar kuvvetli olursa olsun bu büyük fikir hareketine karşı duramayacaklardır. İnsanlığa müteveccih fikir hareketi er geç muvaffak olacaktır. Bütün mazlum milletler zalimleri bir gün mahv ve nâbut edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendine yakışan bir hâleti içtimaiyeye mazhar olacaktır. Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve iş birliği çağı hâkim olacaktır.”
O “güneş” kesinlikle doğacak ve tüm insanlık bu “haydutlardan” kurtulacaktır.