Hangi batı
'Bizde Batıcılıkla anlaşılan şey Türk evrimini çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektir. Halbuki Avrupa'da ve Amerika'da Batılılaşma ve Batıcılık, Batı diplomasisine boyun eğme anlamına gelir. Bu yüzden onlara göre Kemalist devir Batı aleyhtarlığı, Menderes devri ise Batıcılık devridir!'
Size bu yazımda ABD'nin Vietnam'da yaptıklarına karşı çıkan ve 1967 yılında, ABD Dışişleri Bakanlığı içinde yükselme hayalinden vazgeçip bakanlıktaki görevinden ayrılan ABD’li bir yazarın “Emperyalizmin En Ölümcül Silahı Demokrasi Yalanı” ve “Haydut Devlet” kitabı ile Attilâ İlhan’ın “Hangi Batı” adlı yapıtından alıntılar yaparak “Siz ne düşünüyorsunuz?” diye soracağım.
Hafızasını yitiren ülkeler-toplumlar “mankurtlaşıyor”. “Mankurtlaşma”, günümüzde Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı ölümsüz eserinde anlattığı gibi “kafaya deve derisi geçirmekle” olmuyor artık. Bu iş için küresel güçlere GDO’lu yiyecekleri yetmiyor, kültürüyle sanatıyla, TV’si ve internetiyle yani kısaca “topu ve tüfeğiyle” dört ayrı cepheden satılık-kiralık kalemleriyle-görevli elemanlarıyla saldırıyorlar tüm insanlığa. Kendilerini “sütten çıkmış ak kaşık” ilan edip engel olanlara da her türlü olumsuz sıfatı yakıştırıyorlar.
20. yüzyılda edebiyat alanında birçok yeni edebi teknik ortaya çıktı, bunlardan birisi de postmodernizm. Roman, öykü, tiyatro gibi anlatı türlerinde saçma sapan eylemlere yer verip akla mantığa uymayan konuları kurgulayıp bunları bir arada yazmayı modern roman diye bize pazarlayan ve benimsetmeye çalışanlara inat ben de “postmodernist” yazarlara öykünerek bu yazımda konu dışına çıkacağım ve size Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddeden iki yazardan bahsedeceğim. Bu iki yazar Doktor Jivago’nun yazarı Boris Pasternak ve Jean Paul Sartre. Bu arada postmodernizmin öncüsü olarak sunulan Ulysses’u James Joyce’un nasıl “yazdığını” da Oktay Akbal’ın “80’lerde Bir Yazar, Günlük: 4” adlı yapıtından alıntı yaparak size aktarmak istiyorum: “Joyce’un ‘Ulysses’inin elli sayfasını bir arkadaşı temize çekmiş. İki defter ek varmış, Mc Almont adlı bu arkadaş okuyamamış o yazıları, anladığı kadarıyla yazmış, bu ekleri de gelişigüzel oraya buraya yerleştirmiş. İşte bir başyapıt. Bunu kimse bilmez.”
İşte Dünya Edebiyatı’nın “şahaseri” ve postmodern romanın öncüsü, bizim de örnek aldığımız “klasik” eserin ortaya çıkış öyküsü bu. “Keşif” ve “icat”larda rastlantıların önemli bir yeri var, bunu biliyoruz. Örneğin Çehov’un kurucusu olduğu kısa öykü türünün editörünün zorlamasıyla ortaya çıktığı edebiyat tarihinde bilinen bir gerçek. Ancak bu postmodern roman, insanları özünde tabiri caizse “salaklaştırma” yönteminden başka bir şey değil.
Rus Pasternak, 1958’de kendisine verilen ödülün arkasında bir hinoğlu hinliği yani Sovyetler Birliği’ni karıştırmak olduğunu görmüş ve Nobel Ödül Komitesi’ne “Nobel Ödülü’nün bana verilmesinin çok çirkin sonuçlara varan siyasi amaçlı bir karar olduğu kanısına varınca kimsenin zorlamasıyla değil, kendi irademle ödülü reddettiğimi belirtirim.” demiştir.
Sartre da 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülü'nü reddetmişti. İnternete girdiğinizde Sartre’ın ödülü reddetme nedeni olarak bir sürü açıklama okuyabilirsiniz ama gerçek odur ki Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülü’nü, Nobel Komitesi’nin 50-60’lı yıllarda Soğuk Savaş döneminde ABD’den yana taraf tuttuğu gerekçesiyle reddetmiştir.
Jean Paul Sartre, 23 Ekim 1964’te Le Monde ve Le Figaro gazetelerine gönderdiği “Neden Reddettim” mektubunda gerekçesini anlatır ama internete girdiğinizde bu açıklamaları değil, Sartre’ın Nobel’i reddetme nedeninin hiçbir resmi payeyi kabul etmeyen anlayışından olduğunu okursunuz. “Benim gibi yaşlı bir devrimciye böyle bir ödül vermek, kapitalizmin intikam alma girişiminden başka bir şey değildir.” Bu sözler, küresel güçleri hiç rahatsız etmez ama “Nobel günümüzde Batı bloku yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görünmektedir. Örneğin Güney Amerika şairlerinin en büyüklerinden olan Neruda ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Ödülün Şolohov’dan önce Pasternak’a verilmesi ve Sovyetlerden seçilmiş tek eserin memleketinde yasaklanmış ve ancak basılabilmiş bir eser olması da esef edici bir durumdur. “Cezayir Savaşı günlerinde, 121’ler Beyannamesi’ni imzaladığım günlerde olsaydı Nobel’i sevinçle kabul ederdim. Zira o zaman bu ödül sadece bana değil, uğrunda savaştığımız özgürlüğe de şeref kazandıracaktı.” sözleri “birilerini” çok rahatsız eder. O nedenle küresel güçler, diğer olaylarda olduğu gibi J.P. Sartre’ın ödülü reddetme gerekçesinin altında yatan gerçeği perdelemeye devam ederler.
Pasternak, ülkesindeki yönetimi beğenmese bile ülkesini seven bir aydındır, o nedenle verilen ödülü reddetmiştir. Muhalif olması onun ülkesini sevmesine engel değildir ve ülkesi için farklı niyetleri olanlara alet olmasına hizmet etmeyecektir. Benzer davranışı bizim ülkemizde bir zamanlar Aziz Nesin de göstermiştir. Avrupa, kendince yönlendirebileceğini düşünerek Aziz Nesin’e “ödül” vermeye kalkmıştır. Aziz Nesin Batı’ya gereken cevabı vermiştir.
Sarte, Fransız Komünist Partisi’nin üyesidir ve Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü sömürü savaşına karşı çıkmıştır. Bu iki büyük yazardan niye mi bahsediyorum, yanıtı çok açık. Her ikisi de gerçek aydın ve yüz yıldır sürdürülen kirli savaşa hiçbir şekilde alet olmayan insandır. Bu arada Nobel Edebiyat Ödülü’nün “girdisinin” de günümüzde en az 10 milyon Amerikan doları olduğunu unutmayalım. Küresel güçler, kendilerini aklamak için işte parayla bu yöntemlere de başvuruyorlar. Bizim medar-ı iftarımız, Nobel Edebiyat Ödülü alan tek yazarımız Orhan Pamuk’un “Türkler Ermenilere soykırım yaptı.” Amerikan yalanına sarıldığı için bu ödüle “layık” görüldüğünün altını da çizerek belirtelim. Atatürk, “Nutuk”ta Ermeni soykırımı yalanlarını ve ardında yatan gerçekleri anlatıyor. Kendisine Atatürkçü diyen hiç kimse Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığı yalanını savunamaz. Savunuyorsa ya Atatürkçü değildir ya “Nutuk”u okumamış ya da hiç anlamamıştır.
Attilâ İlhan’ın “Hangi Batı” adlı yapıtı ile William Blum’un “Emperyalizmin En Ölümcül Silahı Demokrasi Yalanı” ve “Haydut Devlet”ini okuduğunuzda, ABD ve Batı’nın gerçek yüzünü daha iyi göreceksiniz. Greenpeace, Sınır Tanımayan Doktorlar, Uluslararası Af Örgütü, Nobel Barış ve Edebiyat Ödülleri’nin “ne işe yaradığını” daha kolay anlayacaksınız. ABD ve Batı‘nın kendini aklama malzemesi olarak kullandığı “demokrasi, insan hakları, temiz çevre, barış, insanlık” sözcüklerinin kapsama alanının ne olduğunu göreceksiniz.
Ne “güzel” bir dünya! Hem kirlet, her türlü suçu işle hem de kendini masum göster. Greenpeace, Sınır Tanımayan Doktorlar, Uluslararası Af Örgütü, Nobel Barış ve Edebiyat Ödülleri’nin ABD ve Batı’nın kendileri dışında ülkeleri “mankurtlaştırma” eylemine hizmet etmektedir. Küresel güçlerin “insan hakları”, “demokrasi” vb. adına yaptıklarının; eşini ya da kız arkadaşını katleden, darbeden bir magandanın yargıç önünde takım elbise giyip masum pozlarıyla ceza indirimi istemesinden hiçbir farkı yoktur.
ABD ve Batı hem yapıyor hem de yaptığı her şeyi inkâr ediyor. Suçu da başkasına yüklüyor. Barış, demokrasi, insan hakları vb. sözler sadece onlar için geçerli. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa’nın doğusunda Edirne’den öteye geçmiyor. Afrika’da zaten buna gerek yok. Bir ABD vatandaşı çok değerli ama Irak’ta bir milyondan fazla insan ölmüş, bunun önemi yok. İşte ABD ve Batı gerçeği bu.
Bugün Batı medeniyetinin merkezi olarak gösterilen İsviçre’de 1970’li yıllara kadar yaşanan bir olaydan söz edeceğim. “İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar çocuk emeği sömürüsünün örneğine az rastlanan bir biçiminin uygulama alanı oldu. Devlete borcu bulunan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve kilise vasıtasıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi. Ancak 1974 yılında yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen, boşanan, fakir düşmüş ailelerinden ‘kurtarılmış’ çocuklardı! Böylece, ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde hemen her zaman aç olan bu çocuklar, toplumsal hayatın olağan, sıradan bir parçası olarak kabul gördü. Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra bile uzun zamanlar boyunca İsviçre’nin konuşmaktan dahi kaçındığı bir tabu halinde üstü örtüldü...” (Sevim Akyürek, Heidi'nin Ayakları Neden Çıplaktı, Evrensel Kültür, Şubat 2015)
İnsan, neyi görmek isterse sadece o doğrultuda düşünüyor. Batı’nın ve ABD’nin maskesi Rusya-Ukranya Savaşı’nda gün yüzüne bir kez daha çıktı ama geçmişte olduğu gibi bugün de yine ABD ve Batı’yı aklama, haklı çıkarma çabası ara vermeden kirli propagandaya devam ediyor.
ABD’nin Ukranya’da 30’a yakın zehirli ve tehlikeli maddeler içeren biyolojik laboratuvarının olduğunu, Ukranya ordusunda Nazi bölükleri oluşturulduğunu nedense kimse söylemiyor. Avrupa ülkeleri Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Çaykovski’yi yasakladıkları gibi hızlarını alamayıp işi kedilere kadar götürüyorlar. Dünya Kedi Kayıtları Federasyonu (FIFE), Rus kedilerinin kaydedilmesine bile yasak getiriyor.
Attilâ İlhan, Anılar ve Acılar 2, Hangi Batı adlı kitabına Batı’nın bize (Doğu’ya) bakışını Niyazi Berkes’in “…Bizde Batıcılıkla anlaşılan şey Türk evrimini çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektir. Halbuki Avrupa'da ve Amerika'da Batılılaşma ve Batıcılık, Batı diplomasisine boyun eğme anlamına gelir. Bu yüzden onlara göre Kemalist devir Batı aleyhtarlığı, Menderes devri ise Batıcılık devridir! Batı diplomasisinden bağımsız olan bir Batıcılık, Batı dilinde, Batı düşmanı kötü bir ulusçuluk demektir.” sözleriyle başlıyor.
Atatürk’ün ölümünden sonra “Bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.” sözleriyle ülkemizin 1938 sonrası yaşadığı “dramı” özetliyor.
“...Batılılaşmak dediğimiz ne, önce onda anlaşalım: Bir ülkenin, ticaret burjuvazisinin teknolojiyi ekonomiye uygulayarak endüstrileşmesiyle uluslaşması değil mi? Kültür, bizim o sihirli değnek sandığımız, sözünü ede ede bitiremediğimiz eğitim, bu altyapı üstünde yükseliyor. Oysa biz endüstrileşmeyi gerçekleştirmeden, endüstriye, üstelik yabancı koşullar altında gerçekleşmiş bir endüstriye ait kültürü içimize aktarıp Batılılaştık sanıyoruz: Bir evi, çatısından yapmaya başlamak gibi bir şey!”
Yarın Devam Edecek