‘Her türkü bir kuraldır’ demek bilimsel değil
‘Her türkü bir kuraldır dersen, o zaman Müzikolojinin işi nerede başlıyor? İşte o zaman türküleri alıp sınıflayacaksın, ortak yönlerini bulacaksın. Bulduktan sonra türküleri kendi içinde sınıflayarak genel kuralları koyacaksın.’
Bu hafta, TRT İzmir Radyosu Türk Halk Müziği ses sanatçısı ve Yurttan Sesler Koro şefi Köksal Coşkun, halk ezgilerinin makamlar ile nasıl tanımlanacağını, müzik kavramlarını ve bu konuda oluşan hataları anlatıyor. Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı’nda öğretim görevlisi olarak nasıl bir çalışma içinde olduğunu gelin can kulağıyla dinleyelim.
- Halk ezgileri neye göre açıklanmalıdır?
Batının tonlarıyla ya da makamlarla ezgilerimizi tamamen açıklayamayız. O zaman biz hepsinden yararlanabiliriz. Öyle ezgilerimiz var ki makamı anlatıyor, makam oluşmuş. O zaman niye biz onu makamla açıklamayalım. Eğer bu makam Hüseyin'i ise Hüseyni, nihaventse, nihavent demeliyiz. Sonraları ezgilerimizi makamla açıklamamak adına değişik ayak isimleri uydurulmaya başlanmıştır. Örneğin “Çubuk Uzun Ayağı”, “Katibim Ayağı”, “Yörük Ayağı” gibi uydurmalar yapılmış, türkülerin adıyla ayak adları kullanılırken, daha da karmaşıklığa yol açmıştır. Bu düşünceyle yola çıkarsak, “Ey hamamcı, bu hamama güzellerden kim gelir” türküsünden esinlenerek bir “hamamcı ayağı” uydurabiliriz.
AYAK İLE HALK MÜZİĞİNİ AÇIKLAMAK YETERSİZ
- Bu kavramlar nasıl ve ne zaman oluşturuldu?
Bu kavramlar eskiden beri var ama birbirine karışmış durumda. Elazığ müziğinde müstezat var. Divan edebiyatının bir türüdür. Müziğe yansıdığında bizde rast ve mahur gibi ezgilere müstezat ayağı denilmiştir. Sonra nihavent ve nikriz’i de işin içine katmışlar. Ayak burada yetersiz kalıyor. Bunların içindeki değiştirici sesler tamamen farklı, makam oluşumları farklı, sol sesinde karar verir ama başka, başka makamlardır. Biri nihavent, diğeri rast. Hiç alakaları yok. Yani, müstezat ayağı bir program yapalım derken dört ayrı makamdaki türküleri arka arka getirip bir bölüm kurarsanız, yanlış bir program yapmış olursunuz.
İ. Can: Ben Bozlak dizisi diyorum, buna ne dersiniz?
Bozlaklar genellikle kürdi ve muhayyer olarak düşünülse de hicaz bozlaklar da vardır. Bunları elbette ki ayrı ayrı dizileri vardır. Biz bunlara aşıt diyoruz. Bozlaklar çalınırken bağlama da bozlak akordu olursa daha iyi tını verir.
İ. Can: Sana en yakın örneği veriyorum. Şimdi sen müzikolojide uzman birisisin. Si karar verdiği zaman, “Suya gider has gelin askerin; Topukları nokta, nokta bas gelin”
Burada oynuyorsun bir aşk ilan ediyorsun, mutlusun. Ama onu Kürdiye taşıdığın zaman iyice ağırlaşıyor türkü, ağlanacak hale geliyor.
Onu yapmayabiliriz. Burada ölçü o değil. Burada ölçü makamı işlemek. Makamın yerinde çalmak, söylemek. Bozlak düzeni diye bir düzen niye var? Çalarken oradaki dem seslere vurunca çok farklı oluyor işin havası. Yani Bozlağı götürüp “Fidayda” akorduyla çalarsanız, olmaz. Misket akordu ile Kürdi bozlak olmaz, muhayyer kürdi ile bozlak olmaz. Onun için makamları biraz tanımamız gerekir.
TÜRKÜDE MAKAM VARSA ONU ANMAK GEREKİR
Onun için türkülerimizde bir makam varsa, o makamı anmamız gerekir. Yani Katibim türküsü, nihavent ise aslanlar gibi, buna nihavent niye demeyelim? Onun yerine “Katibim ayağı” diye uydurmanın bir alemi yoktur. Bunun karşıtı olarak, bizim büyüklerimizin dediği her türkü bir kuraldır düşüncesi de bir kaçmaktır. Her türkü bir kuraldır dersen, o zaman Müzikolojinin işi nerede başlıyor? İşte o zaman türküleri alıp sınıflayacaksın, ortak yönlerini bulacaksın. Bulduktan sonra türküleri kendi içinde sınıflayarak genel kuralları koyacaksın.
Tezime başlarken şu güzel niyetteydim. Türkülerimizi neden makamla anlatalım? Madem ki ayak terimi var, bunları yazılı kaynaklar ve halk müziği uzmanlarından aldığımız bilgilerle genelleştirmeler yaparak, bir sonuca varmak istiyordum.
MAKAM İLE TÜRKÜ YAKILMAZ
İ. Can: Geleneksel Türk Sanat Müziği geleneksel Türk Halk Müziği Sınıfı diyeceğiz. Orada bir şiir eline geçiyor. Diyor bu neye uyar, Karcığar, önce makam seçiyor, şiiri seçiyor ve onu helva yapıyor. Ama türküler genelde, aniden yürekten gelen acıları, birisi ölmüştür ağıt yakacaktır, orada Karcığar mı okuyayım, hicaz mı okuyayım demez. O anda o duygusuna en yakın hangisiyse onu okur.
n Türk Sanat Müziğinde makam seçme olanağı var değil mi?
Tabi ki… Geleneksel Türk Sanat Müziğimizde makam ve usulü önceden belirleyerek, şiirle ile buluşturup, ortaya bir eser konuyor.
MAZLUM NUSRET KILIÇKARAN’IN KATKISI
- Müzik geçmişinize dönelim? 1980’li yılları anlatabilir misiniz?
1987 yılından itibaren Radyo yaşamımın yanı sıra bilimsel sempozyumlara da katılmaya başladım. İzmir Radyosu prodüktörlerinden Mazlum Nusret Kılıçkıran’ın çok özellikli bir yeri vardır bende. Çok iyi bir prodüktördü, ondan yazmayı öğrendim, araştırma şevkini kazandım. Derlemeciliği kuramsal olarak biliyordum ama uygulamayı bilmediğim için onunla derleme çalışmalarına katıldım. Onun yol göstericiliğinde değişik türlerde ve değişik yöre uzun havalarını ve türküleri öğrenme gereğini hissettim.
ÖĞRETİRKEN ÇOK ÖĞRENDİM
- Konservatuarda öğretim görevlisi sürecinden biraz bahseder misiniz?
TRT’deki ses sanatçılığı görevimin yanı sıra Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuvarında 1986-2002 yılları arasında öğretim görevlisi olarak ses eğitimi, repertuar, Türk Halk Müziği bilgileri, Türk Halk Müziği solfej ve nazariyat derslerini verdim.
Ses eğitimi derslerinde operada almış olduğum kazanımlarımdan yararlanarak ses çıkarma tekniğini, kullanımını geleneksel müziklerimizin seslendirilmesinde geleneği bozmadan uygulamaya çalıştım.
Bizde nefes çalışmaları pek yapılmazdı. Ses çalıştırılması yoktu. Sabahın köründe başlarsın söylemeye. Halbuki opera söylerken yarım saat öncesinde ses alıştırmaları yaptırılır ve ses açılır.
Bizde öncesinden ses açma çalışması olmadığı için ses zorlandığında, sesim yoruldu deniyordu. Konservatuvar’da, o dersleri de verdik. Bu dersleri verirken kendim de çok öğrendim ve Türk Halk Müziği bilgilerini yazmaya başladım. Tabii insan kendini de geliştiriyor o arada. Ege Üniversitesi Devlet Türk Müziği Konservatuarı'nda derslerimin bitiminde Radyo’ya gidip görevimi yapıyordum.
ALİ MOLLA TÜRKÜSÜ VE ÖYKÜSÜ
Ali Molla, Uşak iline bağlı Eşme ilçesinin Güllü Köyünde çiftçilikle uğraşan yoksul bir ailenin tek çocuğudur. Yetersiz toprakları ve bunları işleyecek bir çift öküzleri vardır. Geçim zorlukları yaşayan babası, oğlunu okutmak ister ve medreseye gönderir. Ali Molla kışın medresede okur, yazları hasat mevsiminde köye dönerek ailesine yardımcı olur.
Osmanlı döneminde çiftçilerin yetiştirdikleri ürün için öşür vergisi alınmaktadır. O yıl havaların kurak gitmesi nedeniyle ürün çok az olmuştur. Ancak, köye gelen vergi tahsildarları önceki yıllarda aldıkları kadar tahsilat yapmak istemişler, aile bunu karşılayamayınca, hayvanlarını haciz yoluyla satıp, vergiyi almışlar ve aileyi sıkıntıda bırakmışlardır. Bu olay Ali Molla’yı çok üzmüş ve yapılan haksızlık üzerine silahını alarak dağa çıkmasına neden olmuştur. Fakirlere yardım etmek amacıyla etrafına topladığı adamlarıyla eşkıyalığa başlamış, bir süre sonra, devlet güçleri tarafından Güllü Deresi’nde kıstırılarak öldürülmüştür. Bu olay üzerine bu türkü yakılmıştır.