İngilizlerin ‘aleti’ni imha ettik!
30 Ağustos 1922 tarihinde elde ettiğimiz Büyük Zafer’in gerisinde 4 yıl süren ve adım adım örülen bir strateji yatar. Bunun nihai hedefi vatanın bağımsızlığıydı. Buna giden yolda yapılanlar ise bugüne de yol gösterici nitelikte. Zafere giden yolda en önemli tespit Yunan ordusunun İngiltere’nin bir “aleti” olduğudur. Bu “aleti” yenmek değil, imha etmek hedeflendi. İmha edilirse barış masasına oturulur ve istediğimizi elde ederiz. Aksi halde İngiltere, Yunan ordusunu yine donatır ve üzerimize salar. Bundan kurtulmanın kesin yolu “alet”in imha edilerek bir daha kullanılamaz hale getirilmesidir. İşte Mustafa Kemal Paşa, bunu öngördü ve buna göre taarruz harekâtını yaptı. Büyük Taarruz kesin sonuçlu bir muharebeydi. Her şey ortaya konuldu ve çok iyi hazırlanan plan, ustalıkla hayata geçirilerek bu büyük sonuç elde edildi.
YUNAN ORDUSUNU YENMEDİK
Atatürk ve Cumhuriyet karşıtları zaman zaman Büyük Zaferi küçültmek için “Biz İngiltere ile savaşmadık, Yunan ordusu ile savaştık” derler. Bu kökten yanlıştır. Çünkü Kurtuluş Savaşı, Cihan Harbi’nin devamıdır. 1918 Mondros Ateşkes Antlaşması’nı Sultan Vahdettin ve İstanbul Hükümeti kabul etti, ancak Anadolu halkı kabul etmedi. Aralık ayında İskenderun’da ilk kurşunun atıldığını görüyoruz. İngiltere bize Sevr Antlaşması’nı kabul ettirmek için Yunan ordusunu “Helenizm” şekeriyle 15 Mayıs 1919 günü İzmir’e çıkardı. Jandarma, güvenlik kuvveti gibi onu kullandı ve yönlendirdi. Askerlik kurallarına aykırı şekilde Yunan ordusu Ankara kapılarına kadar ilerledi. Bunu İngilizlerin emriyle yaptı. Yunan ordusu kendi başına çıkmadı. İtilaf devletlerinin de onayı ve gözetimiyle çıktı. Bu durumu Yunan Başbakanı Venizelos Lozan Konferansında açıkça, “Biz sizin çıkarlarınızı savunmak için Anadolu’ya çıktık. Bizi burada yalnız bırakmayın” sözleriyle dile getirir. Bundan güzel ifade olur mu? Bundan daha önemlisi olgular var. Anadolu’daki her adımda arkalarında İngilizler vardı ve onların siyasi tutumlarına göre hareket ettiler. Bize zorla Sevr’i kabul ettirmek için üzerimize sürüldüler. O manada İngiliz siyasetine “alet” oldular. Tabi ki bunun da bir karşılığı vardı: İzmir ve hinterlandı Yunanistan’a verilecekti.
Ayrıca Yunan ordusunu küçümsemeyelim. O tarihte en zinde orduydu. Yıpranmamıştı ve bir emel için Anadolu’ya çıkmıştı. İngiliz parası ve silahıyla da donatılmıştı. İngiliz subayları da içlerinde cirit atıyordu. İzmir’e çıktığında bir kolorduydu. Daha sonra sayısı 218 bini buldu. Büyük Taarruz’da bizim asker sayımız ise ancak 200 bin idi.
Sakarya Meydan Muharebesi’ni de unutmayalım. Dünyanın en uzun süren meydan savaşıydı. Yunan ordusu da 21 gün 21 gece bize karşı savaştı.
CEBESOY’UN TESPİTLERİ
Kurtuluş Savaşı’nda Ankara’da bulunan 20. Kolordunun komutanı olan Ali Fuat Cebesoy, aynı zamanda Batı Anadolu Umum Kuvayı Milliye Komutanıydı. Zaman içinde sayıları 80 bini bulan Kuvayı Milliyeleri sevk ve idare etti. Onlarla birlikte Yunan ordusuna karşı çarpışmalara da katıldı. Ayrıca iç isyanları da bastırdı. Ali Fuat Paşa, anılarında Mütarekeden sonraki siyasi durumu özetler ve Fransa ile İtalya’nın çıkarlarının İngiltere ile ayrıldığını, savaş öncesi birlikteliklerinin bulunmadığını belirterek, Yunan ordusunun “alet” olduğunu belirtir ve şu değerlendirmeyi yapar:
“Muhasımlarımızın elinde garpta yegâne vasıta olarak kullanabileceği Yunan ordusu ile şarkta zayıf bir Ermeni ordusu vardı.” (Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul, 2017, s.244-245.)
Cebesoy konuyu açar ve şu önemli tespitleri yapar: “Yunan ordusu, İngiliz hükümetinin harp siyasetine alet edildiğini anlayınca, askeri kabiliyet ve mukavemetinin derecesi ne olursa olsun yıpranacak ve yorulacaktı. Sonunda vuracağımız kat’i darbelerin altında mahv ve perişan olacaktı.
“Yunan ordusu, kendi milletinin ve memleketinin meşru menfaatlerini gözeten bir harp siyasetinin vasıtası değildi. Bilakis İngiltere’nin cihanşümul harp siyasetinin aleti olmuş, hareketlerinde serbest bırakılmamış bir ordu halini almıştı. Yunan hükümeti, daha başlangıçta İzmir ve Trakya’da ciddi bir mukavemetle karşılaşacağını tahmin edebilseydi, acaba böyle bir maceraya atılmaya cesaret edebilir miydi?
“Ben, Yunan ordusunun, kuvvet ve üstünlüğünden tam manasıyla istifade edeceğine ihtimal vermiyordum. Çünkü, hiçbir vakit askeri maksatlarla hareket edemeyecekti. Siyasi gayelerin esiri olacaktı. Bu itibarla Yunan ordusunun üstünlüğü bizi ümitsizliğe düşürmemişti.
“Düşmanlarımızın takip ettikleri harp gayesi herhangi bir mevzii mesele olmaktan çıkmıştı. Onlar, yeni milli idareyi dağıtarak âletleri haline getirdikleri İstanbul hükümetine her arzularını kabul ettirmek suretiyle müstakil bir Türkiye’nin kurulmasına mani olmak yolunu tutmuşlardı. Daha açıkçası emri vaki haline gelen harbe, kat’i bir harp şekli vererek Türkiye’nin büsbütün yıkılmasını istemişlerdi. Harp bu şekli alınca, artık filan şehri kaybettik ve edeceğiz, şark cephesindeki fırkalarımızı tamamıyla serbest bir hale getirebilmek için şimdi mi, yoksa daha sonra mı Ermeni ordusuyla muharebeye girmeliyiz gibi endişeleri nazarı itibara almayarak istiklalimizi kurtarmak için memleket müdafaası meselesini ve topyekûn düşünmek ve halletmek lazımdı. O günlerin en mühim meselesi de buydu.” (Cebesoy, Age, s.507-508.)
SATHI MÜDAFAA
Cebesoy’un tarif ettiği konuyu Mustafa Kemal Paşa, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh da vatanın tamamıdır” diyerek özetlemiştir. Atatürk’ün bu konudaki stratejisi baştan itibaren şöyleydi: Önce İstanbul’da bir çözüm aramak. Olmadı Anadolu’ya geçerek halkla bütünleşmek. (Daha önce Anadolu’daki birliklerin komutanlarıyla Milli Mücadele konusunda anlaştı…) Samsun, Amasya, Erzurum ve Sivas’tan sonra Ankara’da siyasi karargâh kurmak… Orduyu teşkil etmek. Ordu güçlenmeden kesin sonuçlu muharebelere girmemek. Orduyu ezdirmemek. Gerekirse Ankara kapılarına kadar, hatta olmadı Kayseri’ye kadar geri çekilmek. Ordu güçlendiğinde kesin sonuçlu muharebeye tutuşmak ve İngilizlerin “aleti” Yunan ordusunu yenmek değil, imha etmek! İşte bu strateji adım adam uygulandı ve kesin zafere ulaşıldı. Buna bir de Sovyet Rusya desteği eklendi. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruza Haziran 1922’de kesin kararını verdi. 24 Temmuz’da komutanları Batı Cephesi’nde (Akşehir) topladı ve planın ayrıntıları üzerinde görüştü. Planın esası düşmanı kaçırmak değil, tutup boğmaktı. (Genkur Başk, TİH, Büyük Taarruz, ATASE Yay., 1995, s.3.)
Mustafa Kemal Paşa, 17 Mayıs 1922 tarihinde Fransız Le Petit Parisien gazetesi muhabirine verdiği demeçte barış anlaşmasının şartlarından bahseder ve şöyle der: “Biz meseleleri yalnız Yunanistan‘la mı müzakere edeceğiz? O halde Yunanlılara söyleyecek yalnız iki sözümüz vardır. İlki, Müttefiklerin emriyle ve onların aleti olarak istila ettikleri topraklarımızı derhal terk etmeye davet olacaktır. İkincisi de bu istila esnasındaki büyük tahribatın tamamen tamiri talebi olacaktır.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.13, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004, s.59.)
TARİHİ MECLİS KONUŞMASI
Mustafa Kemal Paşa, Yunan ordusunu imha ettikten sonra ayağının tozuyla geldiği TBMM’de 4 Ekim 1922 günü Büyük Taarruzu uzun uzun bütün ayrıntılarıyla anlatır. Burada da Yunan ordusunun İngilizlerin “aleti” olduğuna vurgu yapar:
“Memleketimizi çiğnemek üzere, memleketimize giren Yunan ordusunu mukaddes ocağımızda bağacağız. Bu sözümde hata etmemiş olduğumu hadiseler ispat etti zannederim. Hakikaten Yunan ordusu mukaddes ocağımızda tamamen boğulmuştur arkadaşlar. (Alkışlar.)
Efendiler, taarruzumuz öteden beri Erkânıharbiyei Umumiye Reisi Paşa Hazretleri’nin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin tecrübelerin feyzine dayanarak hazırladığı plan dahilinde vuku bulacaktı. Bu plan, düşman ordusunu kaçırmak için değil, fakat tutup boğmak esasını ihtiva eden bir plandı. (Planı tafsilatlı anlatır. Yapılanları da… ED.)
Ağustos’un 31 sabahı vaziyet şöyle değerlendirildi: “Düşmanın burada beş fırkası imha veya esir edildiği gibi, düşmanın mağlup üç fırkası İzmir genel istikametinde ricat ediyor. Eskişehir’deki düşman grubu, bir fırkası ayrılmış olduğu halde, ricat alametlerini gösteriyordu. Dolayısıyla meydan muharebesi son bulmuştu. Hakikaten 26 Ağustos sabahı başlayan ve beş gün beş gece devam eden Afyon Karahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi son bulmuş ve düşman ana kuvvetleri imha edilmişti.
“Bu meydan muharebesi, hakikaten düşmanlarımız için çok kahredici ve korku ve panik sebebidir. Bu muharebenin “Rum sındığı” Meydan Muharebesi demek, çok yerinde olur.
“Arkadaşlar, biz bu harekâtı, neticesini tamamen bilerek yaptık, bütün bunlar belki bütün cihana hayret verecek mahiyettedir. Onun için, ordumuzun kudretini anlamayan veya anlamaktan aciz olanlar, bir muazzam eseri beklenmeyen bir tesadüf eseri gibi göstermek istiyorlar. Fakat hiçbir vakit öyle değildir. Harekât bütün teferruatına kadar tamamen düşünülmüş, tespit olunmuş, hazırlanmış, idare edilmiş ve neticelendirilmiştir. (Sürekli alkışlar.)
“Düşman ordusu taarruzumuz karşısında, bu felakete düşmemek için ne yapmak lazım gelirse hepsini yapmaktan geri durmamıştır. Hakikaten ordumuzun öyle hareket edeceğine ve böyle kahredici bir netice alacağına benim kanaatim vardı.
“Bu harekete başlamadan evvel, yani en son gün başta bulunan zevat ile birbirimize dedik ki, taarruz edeceğiz, ara vermeden takip edeceğiz ve düşmanı imha ederek nihayet mutlaka muvaffak olacağız.
“Bugün artık Misakı Milli’nin çizdiği sınırlar dahilinde, mesut, müreffeh ve hür yaşamak için, her ne lazımsa, bunların hepsini elde edeceğiz. (Alkışlar. Yaşa halkçı fatih!)” (ATABE, c.13, s.360-376.)