İran gezisi gözlemleri 2: Tebriz yollarında
Tebriz, Tahran, Şiraz, Persepolis, Yezd… İran tarihi, mimarisi ve doğasıyla hem gözünüzü hem gönlünüzü besliyor. İnsanların sıcaklıkları ve yardımseverlikleri, size yabancı hissettirmiyor. Gelişmişliği ve büyüklüğü her gittiğiniz yerde görebiliyorsunuz.
Yolumuz uzun. Doğrudan yol yok. Biz zaten bu bölgeyi görmek istiyoruz. Dağlar ve yaylalarda yer yer yükseklikten hava sisli. Sanki uçaktan bakarcasına müthiş manzaralar arasından Erdebil ilinde Khalkhal yerleşimi üzerinden bir kaç mola vererek, bizim için özel mangalda yapılmış kebaplar yiyerek geç saatte Tebriz’e yaklaşırken bir benzincide son bir mola veriyoruz.
Bu bölge Azeri Türklerinin çoğunlukta olduğu bölge. Adının, burada bulunan kaplıcaların hastalıklara iyi gelmesinden dolayı Farsçadaki teb (ateş) ve rîz (döken) kelimelerinden geldiği söyleniyor. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde ‘sıtma döken’ diye yazmış. Biz burada ayaküstü çay içerken bir Azeri ilkokul öğretmeni ile tanışıyoruz. Çaylarımızı ödemek istiyor. Türk olduğumuzu anlayan satıcı ondan parayı almak istemiyor. Öğretmen arkadaş bunun üzerine bize birer çikolata alıp ikram ediyor.
Bu tür sıcaklık ve ikramla her yerde karşılaşıyoruz. Tebriz’de bindiğimiz iki taksi şoförü de para almak istemiyor. Bu durum, turizm bürosundaki ilgi ve ikramlarla devam ediyor. Azeri öğretmenin tavsiye ettiği Pars Oteli’ne gidiyoruz. Hem geç olması hem de Türk olmamızdan dolayı çok büyük bir indirim yaptıkları gibi, bizi en iyi daire odalarına koydular. Otelimizden buranın karşısındaki parkta, müzik eşliğinde gelen geçenin katıldığı Kafkas dansı oynayanları seyrettik.
Tebriz, İran’ın kuzeydeki otomotiv, makine, kimya, petrokimya, petrol rafinerisi, çimento, elektrik/elektronik eşya ve tekstil sanayisi güçlü olan gelişmiş bir şehridir. Bu gelişmişliği ve büyüklüğünü, ertesi sabah otelden şehir merkezine giden bulvarın geniş, düzenli, tertemiz kaldırımlarından yürüyerek giderken biz de fark ettik. Git git çarşıya varamayınca bir taksiye bindik. Taksici bizden para almak istemediği gibi bize önemli yapıtları gösterecek şekilde kısa bir tur attırdı. Sonra bizi istediğimiz Azerbaycan Müzesi’ne götürdü. Küçük olmakla beraber İran tarihinin her döneminden eserler olmasıyla İran’ın önemli müzelerindenmiş. Tatil günü olduğundan birçok yer ve tarihi çarşısı kapalıydı ama çevresini dolaştık, dolaşırken Türkçe konuştuğumuzu duyanlar hep yardımcı olmaya çalıştılar. Tebriz’den Tahran’a 600 km yolumuz vardı, erkenden yola koyulduk. Yolda benzincilerde Türk tır şoförlerine rastladık. Konuştuklarımızdan birine “Kaç saattir yollarda gidiyorsunuz?” diye sorunca gülerek “Saat değil günlerce yollardayız.” dediler. Yemek yiyorlardı, hemen bizi davet ettiler.
TAHRAN
Tahran’a varınca Amir bizi yol yorgunluğumuza rağmen göstermek istediği İran Mall adlı alışveriş merkezine götürdü. Bizim AVM’de ne işimiz var dememize rağmen dinlemedi. İran’nın geleneksel mimarisinden esinlenen bu yapının çok büyük fıskiyeli bir havuzu vardı. Hava kararmış olmasına rağmen birçok aile ve çeşitli yaşlarda birçok kişi etrafında geziniyor ya da çeşitli kafe ve lokantalarda oturuyordu. Daha çok bir mesire yeri havasındaydı. İçinde geleneksel görümlü bir kütüphane ve sera türü bahçe ve daha birçok ilginç bölüm vardı. Bir yerde bir müzisyen şarkı söylüyor, etrafını saranlar tempo tutuyor, el çırpıyordu. Daha sonra internetten bakınca şu an için dünyanın en büyük AVM’si imiş ve Kovid-19 sırasında üç bin yataklı tedavi ve aşı merkezi olarak kullanılmış.
Ertesi gün daha önceki bir Ulusal Kanal gezisinden tanıdığımız Tahran’da yaşayan İbrahim Nasiri Bey, bizleri ressamların bulunduğu eski usul bir kaç katlı pasajda bir kafeye çağırdı. Bizi bilhassa buraya çağırıp görmemizi istemiş. Gerçekten çok güzel yağlı boya tabloların, minyatürlerin ve heykellerin olduğu bir kat dolusu galeriler vardı. Burada toplu ders görenler, geniş aydınlık koridorlarda masalarda ve şövalelerde resim yapan daha çok genç kızlar ve kadınlar gördük. Yine aynı katta bulunan ferah bir pastanede İbrahim Nasiri Bey bize çay, kahve, pasta ve kekler ikram etti. Türkçe konuştuğumuzu duyan genç bir bayan ve annesi daha sonra da Kaşgar Türkü bir hanım bizle Türkçe derinlemesine sohbet ettiler.
Benim müzisyen bir arkadaşım benden İran’da yapılan ‘Hangdrum’ denilen müzik aleti istedi onu aradık bulduk ve aldık. Satıcı çalarak bize gösterdi ve bu sayede bu ülkeye has bir müzik aletini tanımış oldum. Daha sonra akşam serinlemek için Darband Dağı yamacındaki içlerinden suların aktığı lokantalara gittik.
Ertesi gün Ulusal Kanal Gönüllülerini karşıladık ve onlara katıldık. İlk olarak yerel rehberimiz İran’ın çok güvenli bir ülke olduğunu söyledi. Biz de son bir haftaki gezimizde bunu hissetmiştik.
Tahran'da ilk gittiğimiz yer gül bahçesi anlamına gelen Gülistan Sarayı. Bu görkemli saray birçok acı olaya şahit olmuş. Kerim Han Zend, Ağa Muhammed Han Kaçar tarafından öldürülüp merdiven altına üstünden basarak geçilsin diye gömdürülmüş. Yıllar sonra buradan çıkarılıp gömülmüş. Rehberimiz sarayın en göz kamaştırıcı bölümü olan Aynalı Salon’un ilginç öyküsünü anlattı. Avrupa'dan gelen aynaların işçiler tarafından taşınırken ve depolanması sırasında kırılması üzerine işçiler ağır cezalara çarpıtılmış. Ancak işçilerin kırılan aynalardan gördüğümüz hoş ince bir dekorasyon yapmaları üzerine af edilmişler.
İlk gün ikinci ziyaretimiz Tahran'ın güneyinde Rey şehrinde bulunan Selçuklular tarafından 12. yüzyılda yapılan Tuğrul Bey Kulesi idi. Bu çok farklı bir anıt mezardır. Üstü açık olan ve olağan üstü sadeliği ile gerçekten etkileyici. Birçok özelliği var. Size en çok bilenen güneş saati olması özelliğini belirteceğim diğerlerini gidip kendiniz araştırarak öğrenin daha anlamlı olur.
Buradan istek üzerine ABD Büyükelçiliğini dışından görmeğe gittik. Devrimden hemen sonra öğrenciler, ABD elçilik görevlilerini rehine almışlar. Yırtılan gizli dokümanları bilmece çözer gibi bir araya koymuşlar ve bunları ifşa etmişlerdi. ABD’nin kurtarma çabaları boşa çıkmıştı. Dışında duvar resimleri var bir de ABD’nin dünya çapında yaptıkları korsanlığı temsil eden kurukafalar duvara monte edilmiş. Anlatması zor, görmedikçe. Ben gruptan ayrı bir sabah erkenden Tahran’ın Milli Park’ına yürüyüşe gittim. Duyduğum müzik üzerine o yöne yöneldim bir kaç grup müzik eşliğinde kadınlı erkekli sabah jimnastiği yapıyorlardı ben de katıldım.
ŞAD-İ ŞİRAZİ VE HAFIZ-I ŞİRAZİ
İran’ın yüzölçümü çok büyük ancak bir kısmı çöllerle kaplı olduğundan ve mesafelerin uzaklığından dolayı uçakla Şiraz’a gittik. On gün kadardır İran’da olmamıza rağmen ilginçtir Şiraz’da nedense daha bir İran’daymışım gibi hissettim. Bağların, güllerin ve bu güzellikleri yaşamın inceliklerini şiirlerine dokuyan yaşadıkları yerin adı soyadı gibi olan iki önemli Sad-i Şirazi ve Hafız-ı Şirazi gibi şairlerin memleketi Şiraz. İkisi içinde harika bahçeler içinde anıt mezarlar yapmışlar. Rehberimiz bu şairlerin divanlarının evlerde kurandan çok olabileceğini söyledi. Bizim dolaştığımız her yer pırıl pırıl ve bakımlı. Gençleri görünce Hâfız-ı Şirazi'nin bir beyti insanın aklına geliyor:
‘’Der-vakt-i civâni zi muhabbet çi hicâbest
Bes tavr-ı aceb lazım-ı eyyâm-ı şebâbest."
(Gençlik çağında aşktan niçin utanmalı/Tuhaf davranışlar gençlik günlerinin gereğidir.)
Tabiî bir de Yahya Kemal Beyatlı’nın “Rindlerin Ölümü”nden şu dizler akla geliyor:
“Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren âhengiyle.”
Eski Şiraz tarihi yapısı Eğik kalesi, çarşısı, camileri ve bahçeleri ile korunmuş. Nasır Al-Mülk Camii’ye rengârenk vitrayları yüzünden adına Pembe Camii de deniliyormuş. Güneşin en çok canlandırdığı saate yetişmek için öncelikle onu görmeye gittik. İçinde oluşan renklerle köşe kapmaca oynar gibi sırayla pencere pencere dolandık gönlümüzü ve gözümüzü doldurduk. Fotoğraflar çektik. Kimimiz ibadetlerini de yaptılar. Ayrılmak istemedik.
Vekil Camii de ayrı bir çini cümbüşü ve kubbeleriyle bizim ülkemizde görmediğimiz bir mimaride. Selçuklu zamanından kalma irem bahçesi ayrı bir güzellikte ve bin yıldır her türlü meyve yetiştirmişler. Su kanalları minik havuzları ile huzurlu serin bir bahçe. Yine ayrılmak istemedik.
PERSEPOLİS
Şiraz’dan Kur’ân Kapısı’ndan çıktık. Kur’ân altından geçerek yola çıkmak kazadan koruyormuş. 60 km sonra İran’ın güneyinde ufukta Zağros dağları ile çevrili bozkır ortasında binlerce yıl sonraya kalabilen heybetiyle İran’ın en meşhur tarihi mekânına, Persepolis’e ulaştık. Yakın tarihte 1971 yılında Şah Muhammed Reza Pehlevi’nin muazzam bir israfla yaptığı 2500’üncü yıldönümü kutlamaları bazılarına göre devrime giden yolda ilk adımlardan olmuş. Çünkü birçok kesim bunu eleştirmiş ve birçoklarını artık değişim gerektiğine ikna etmiş. Humeyni de biraz da buradaki çıkışıyla tanınmış. Her yıl binlerce kişi Nevruz’u Persepolis’te kutluyormuş.
ZERDÜŞT ŞEHRİ YEZD
Yezd’e yaklaştıkça bozkır hemen hemen çöle dönüşüyor. Yolda genel istek üzerine durup çölün doğasını inceleyip kuru havasını alıyoruz. Binalarında doğal havalandırması meşhur mimarisi, labirent gibi kimi üstü kapalı sokakları ile Yezd kendine has bir kent. Zerdüştlerin merkezi ve devamlı yanan ateşi olan tapınaklarını gezdikten sonra beni çok etkileyen Sessizlik Kuleleri’ne çıktık. Burada daha yakın zamana kadar (1969) ölüler yırtıcı kuşlara bırakılıyormuş. İnançlarında toprak, ateş ve su kutsal olduğu için ölülerini gömmekten veya yakmaktan çevre kirlenmesin diye sakınıyorlarmış. Okuduğumuz tabelalarda çok detaylı bir izahı var bu geleneğin. Eğer gelirseniz mutlaka okuyunuz. Bu işlemin ilkel bir yöntem olmadığını, doğa ile çok uyumlu olduğunu anlayacaksınız.
Yezd meydanına yakın ilginç bir Su Müzesi var. Yöneticisi genç bayan grubumuza özel ilgi gösterdi, kendisi uzun uzun izahat vererek gezdirdi. Genelde turlar bu müzeyi gezilecek yerler listesine almıyorlar çünkü Yezd’de o kadar çok görülecek yer var ki... Ama bizce görülmeye değer, özenle düzenlenmiş küçük bir müze. Mimarisi yer altı ambar ve kuyusu ile de ayrı bir kıymet.
DEVAM EDECEK...