İran'da bir Neyshabur akşamı
Hayyam, Attar, Shahriyar, İmam Rıza, Hacı Bektaş, Şah İsmail, Erdebilliler, Şeyh Safi, Aşık Hasan İskendari…Son bir haftadır bunlar aklımızdaki, gönlümüzdeki ve gözümüzün önündeki kişilikler. Çok hızlısından bir İran ziyareti, en ebedisinden bir hatıra biriktirme seyahati oldu.
Biz de memleketimizin hemen hiç değişmeyen siyasetinden, yani hiç durmayan enflasyondan, LGBT’nin günlük ilerleyişlerinden, birbirinden beceriksiz particilerinden uzaklaşıp, en yakındaki en uzak komşumuz diye de adlandırabileceğimiz İran’dan bazı kültürel izlenimler sunacağız. Önümüzdeki birkaç hafta değil, aslında kitaplar ve TV programları dolusu hatıra var anlatacak. Yine de bu kısa köşede, elden geldiğince ata yurdu İran ve özellikle de Horasan’dan arda kalan hatıralara dalacağız birlikte.
Birincisi, artık İran’dan bahsedildiğinde, “mollalar, gerici memleket” diyen kim olursa, bizden bir Osmanlı tokadı yiyeceğini ifade etmek isteriz. Nişantaşı’ndaki kafelerde bardağı yüz liralık frappucino tüketip, Bodrum’daki lüks otellerde viski masalarında, Alpaslan’ın, Tuğrul Bey’in, Melikşah’ın, Şah İsmail’in, İbni Sina’nın, Hayyam’ın memleketi hakkında atmasyon hükümler verenler hakkında, biz de hüküm vermiş olacağız böylece.
AMBARGOLAR BİRER HEDİYE MİDİR? BELKİ DE!
Kırk beş senedir ABD ve Batı ambargosu altında nasıl yaşanabileceğinin çağdaş bir örneğidir İran bugün. Daha iki sene önceki Kovid salgınından bu yana, bir türlü disiplin sağlayamayan, fiyat artışlarını bir türlü durduramayan, hemen her gün kulaklara fısıldayan farklı danışmanların tercihlerine göre dış siyaset değiştiren Türkiye’den bakıp, tam tamına 45 senedir kendi yağı ile, bayağı da iyi şekilde kavrulan bir komşudan kötü şekilde bahsedenlere, “önce kendi evini düzene sok” demekten başka bir şey diyemiyoruz aslında.
Artık LGBT aşırılığına yükseltilmiş bir sözde feminizm ile ipin ucunu kaçıran Türk kadınının önemli bir kısmı ile karşılaştırınca, Meşhed’in, Tebriz’in, Neyshabur’un o mütevazı güzellikteki kızlarını ve kadınlarını sadece selamlayabiliyoruz buradan. Memleketimizde, artık görmekten bıktığımız mini etekli kadın bacaklarının, dekolte göğüslerinin, göbek deliklerinin hiç görülmediği bir ülkede, bir haftacık bile kalmış olmanın saadeti hala üzerimizde dolaşıyor. İstanbul havaalanına iner inmez, gözümüze birer diken gibi sokulan bu sözde çağdaş, ama kadını pazarlanacak bir “mal ve meta” gibi gören Batı medeniyetinin tuzağındaki kız kardeşlerimiz ve kızlarımıza, tevazunun aslında en seksi sunum olduğunu hatırlatmak istememize rağmen, çenemizi kapatmak zorunda kalıyoruz. Tebrizli kara gözlü kadınlar, büyük ihtimalle İstanbul’dakiler gibi olma potansiyeline çok sahipler. Çünkü İran’ın kadınları Firdevsi’nin hikayelerinin, Binbir Gece Masallarının bitmek bilmeyen sayfalarının en çekici kahramanlarıdırlar. Ömer Hayyam’a, Hafez’a ve hatta Mevlâna Celaleddin’e bile şiirler yazdıran güzellikleri ile, belki de dünyanın en cazibeli kadınlarıdır onlar. Bu şiirlerin bazılarında, İranlı kadınlara duyulan aşk, “ilahi” bir metafor içinde kullanılıyor olsa bile, belli ki bu cazibe, kendi zamanlarının olduğu kadar tüm zamanların en büyük aşk şairlerinin özneleri olmuşlardır.
SONSUZ ÖZGÜRLÜK ALDATMACASINI KİM, NEDEN UYDURDU?
İşte bu kadınları, Batı zorlamaları ile, moda akımlarının pespayelikleri ile zehirleme imkânı bulamayan sistem, İran devletinin kültürel uygulamaları ve İran halkının kendi karakterinin direnci sayesinde, bizim Türk kadınının önemli bir kısmına uygulattırabildiği moda rezilliklerini, İran kadınına kabul ettirememiş görünmekte. Bunu bu son ziyaret ile, 5 defa İran’a gitmiş olan bizim sosyal bir gözlemimiz olarak ifade edelim.
Şimdi bize “ama kadınlar başlarını açamıyormuş orada” diye güya eleştiri getirenleri duyar gibiyim. Biz kendi gözlerimizle gördüklerimize mi, yoksa üçbeş tane önyargılı sözde solcu, ama özde hiçbir şeyci olan Kadıköy kalabalığına mı kulak vereceğiz? Baş açmanın, bacak ve göğüs sergilemenin, atalarımızın kitabını yazdığı “aşk” hikayelerini, kadın-erkek arasında bir aldatmaca yarışı haline getiren günümüz cinselliğini, kendi anne-baba ve özellikle de dede-nine nesillerine yutturamayan bir Türk sahte solcu kalabalığımız var memleketimizde. Onların tantanalı dilleri sayesinde, İran’ın gerçek yüzünü ve gerçek insanını bir türlü anlayamıyor bu ülkenin genel nüfusu.
KÜLTÜREL AÇIDAN “BIRAKINIZ YAPSINLAR” OLABİLİR Mİ?
Evet, İran’ın bazı kadınları da dudaklarını “ördekleştirme” modasına girmiş durumdalar. Küreselci kültürün yaratıcıları, 30 sene önce bunu yaratırken, zaten bu sonuçları amaçlayarak bir ideoloji üretmişlerdi. Devletler bile, en etkin araçlarını kullanarak, bunun etkilerinin tam önüne geçemiyorlar. Ama durum böyle diye, herşeyi tamamıyla serbest bırakıp, “bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler-bırakınız çürüsünler” liberal ideolojisini hâkim kılmak mı gerek, Türkiye’nin yaptığı gibi bugün?
Kişisel olarak, kadınların da erkeklerin de kılık kıyafeti konusunda dinsel hiçbir problemimiz olamaz. Biz sosyalist insanlarız ve feminizmin de devrimciliğinde en alasını ve en iyisini biliriz. Bir erkek olarak ve özellikle de bir erkek sanatçı olarak da kadın güzelliğinin ve cinsel çekiciliğinin oldukça farkında olduğumuzu da belirtmek isteriz. Bizim burada tartıştığımız, kadın karşıtlığı veya kadını eve hapsetmek türünden gerici önermeler değil. Biz burada, birer kadın olarak, annelerimiz ve ablalarımızın, dolayısı ile tüm kadınlarımızın, yani nüfusumuzun tam da yarısının, “onuru, vakarı, itibarı, asaleti” konusunda bir düşünce öne sürmekteyiz. Kadını metalaştıran bir kültür savaşının kaybeden tarafında değil, kazanan tarafında olmanın yollarını bulmaya çalışmaktayız. Bunun için de gittiğimiz hemen her ülkenin kültürü ile Türkiye’yi karşılaştırıp, dünya ahvaline karşı “nerede ve nasıl” durduğumuzu bilmeye odaklanmaktayız.
HAYYAM’IN BAHSETTİĞİ ŞARAP, SİZİ SARHOŞ EDEN O KIRMIZI SU OLMAYABİLİR Mİ?
Bir ülkenin rejimini belirlemek, onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyip dayatmak, hiç kimsenin harcı da değildir, görevi hiç değildir ve gerekli de değildir aslında. Her millet, kendi geleneği ve göreneğine göre siyasi tercihler yapar ve bu tercihlerin sonuçlarına, mutlu ya da mutsuzlukla katlanır. Bu, onların kendilerinin bileceği bir şeydir. Nişantaşı kafelerinde, ya da Bodrum meyhanelerinde, İran kültürü ve insanı konusunda olumsuz edebiyat parçalamak, en basitinden ayıptır ve aptalcadır. Büyük İranlı şair Ömer Hayyam’ın, sadece “şarap”tan metaforik bir şekilde bahseden şiirlerini, kendi rakı sofralarına meze yapanlar da bu aymazlığı sürdürenler sınıfındandır. İran’a dair ilk yazımızı, sıcak mı sıcak bir Neyshabur temmuzunda, mezarı başında tefekküre daldığımız Ömer Hayyam ile bitirelim:
Açılmaz kapıları açmanız mı gerek? Dünyada insanca yaşamanız mı gerek?
Bırakın öyleyse iki dünyayı birden: Ey ölü canlılar, canlar uyanık gerek!
DUVARLARDAN VE DAĞLARDAN SİZE BAKAN ŞEHİT GÖZLERİ
“Gözden ırak olan gönülden de ırak olur”, veya “Ateş düştüğü yeri yakar” türünden çok sayıda atasözü üretmiş bir milletin torunlarıyız. Son on senede, İran’a yaptığımız her gezide, bu iki atasözü aklımızın ortasında oluyor, sokağa her çıktığımızda. Bu defa da öyle oldu. Sabahın 5’inde Meşhed Havaalanında uykusuz gözlerimizi doğan güneşe alıştırmak için kırpmaya başladığımızda gördüğümüz ilk görüntü, bize bu iki atalar sözümüzü hatırlattı. Ve kendimize söz verdik bu yazıyı yazmak için.
Yazımızın konusu “şehitlik” ve “şehitleri hatırlamak” olacaktı. Çünkü İran milleti ve devleti, elinden gelen herşeyi yapıp, kendi toprağı için yere düşen insanını hatırlamak konusunda, dünyada ziyaret ettiğimiz 50 kadar milletin en beceriklisi ve en vefalısı diyebiliriz.
Tahran’ın bulvarlarından, İsfahan’ın meydanlarına, Erdebil’e giderken uğradığımız küçük kasabaların caddelerinden, Meşhed’deki İmam Rıza külliyesine kadar her yerde, özellikle de kırk sene öncesinde, Irak ile olan savaşın kurbanlarının fotoğrafları, her an karşınızda durmakta. Saddam Hüseyin’in sonuçta kendisinin de ölümüne sebep olan, komşu savaşının yüzbinlerce kurbanından arda kalan afişler bunlar. İran’ın o kızgın güneşinde, artık solmaya yüz tutmuş olmalarına rağmen, yıllar öncesinin modası bıyıkları ve sakalları ile, gururlu ve mesajlı bakışları ile her taraftalar.
KASIM SÜLEYMANİ’NİN GÜLÜMSEMESİ HER YERDE
Özellikle, geçen yıllarda suikaste kurban giden Kasım Süleymani’nin babacan tavırları ve hafifçe gülen yüzünü, hemen her köşede görebilirsiniz.Süleymani bu fotoğraflarda ya köylülerle sohbettedir ya da genç delikanlıların elini sıkıp, cesaret vermektedir. Süleymani, İran’ın en kutsal mekânı olan İmam Rıza külliyesinin de hemen her duvarında ve meydanında varlığını gösterir. Adeta, her zaman ve her durumda kendisinin orada var olduğuna bir işarettir bu.
Belli ki, seksen beş milyonluk İran halkının hemen her ailesi, evlatlarından birini bu anlamsız ve gereksiz tuzak-savaşa kurban vermiştir. Büyük ihtimalle her köy evinde, oğullarının fotoğrafı asılıdır duvarda. Ve de sandıkta, oğullarının geride kalan giysileri naftalinlenmiştir ve öylece sonsuza dek duracaktır. Tam da bu noktada, ataların dediği “Ateş düştüğü yeri yakar” sözü, hedeften vurur. Anadolu’nun her köyünde de buna benzer acı manzaralara rastlarız, eğer gider de ziyaret edersek.
İran’ın şehitlerine gösterdiği ilgi, her şehrindeki afişlerden, bayrak direklerinden, duvarlardaki özel köşelerden, havaalanlarındaki anma sergilerinden kolaylıkla anlaşılır. İsfahan’dan Şiraz’a, Meşhed’den Tebriz’e hemen her yerleşim yerinde ve onları birbirine bağlayan kimsesiz dağ yollarında, bu şehitlerin fotoğraflarını görüp, onların hizmetlerini hatırlarsınız ve belki dua da edersiniz. Dünya çapında görselliğin artık temel insan eğilimi olduğu, sosyal medya denilen zehirli aracın da zaten bu sebepten insanlığın başına bela haline geldiği düşünülürse, İran’ın bu görsel çabalarının ne denli haklı olduğu kolaylıkla anlaşılır.
ŞEHİTLER KONUSUNDA MEMLEKETİMİZ NE DURUMDA?
Gelelim güzel memleketimize, bu konuda bir karşılaştırma yapmak için. Burada, o kadar eskilere gidip, Kurtuluş Savaşı günlerimizin aziz şehitlerinden bahsetmeyeceğiz. Onlar zaten gönüllerdedirler ve Çanakkale ve diğer bazı birkaç şehitlik dışında, çok belirgin bir yerleri bile yoktur ata yurtlarında. Şimdi onun yerine, son kırk senedir sürekli gündeme getirilen “PKK ile mücadelede 40 bin şehit verdik” sözlerinin içindeki kırk bin genç vatan evladından bahsedeceğiz. Aynen İranlı ailelerin evlerindeki şehit fotoğrafları gibi, bizim şehit ailelerinin evlerinde de birer anı köşesi olur mutlaka. Bu açıdan çok benzeriz onlarla.
Ama, kırk sene gibi çok uzun bir süre devam eden ve hala şehitlerimize sebep olan bir savaşın şehitlerinin, sadece ailelerin evlerine hapsedilmeleri ve bir açıdan gizlenmeleri, İran ile benzemeyen tarafımızdır bizce. Evet kasalarımızın, şehirlerimizin orasında burasındaki küçük parklara, üst geçitlere ve bazı okullara bu aziz şehitlerimizin isimleri vermekteyiz. Ama görsel kültürün artık her şeyin üzerine çıktığı, kimselerin artık bir tabelayı bile okumadığı zamanlardayız. Ve bir parka astığımız tabeladaki “şehit er…” yazısı bile artık dikkatleri çekmez hale gelmiştir. İçinden geçtiğimiz bu kırk yılın hatırasını taze tutmak ve milletimize, bu şehitlerin neden şehit olduklarını daha iyi anlatmak için, bizce İran örneğindeki gibi, onların fotoğrafları caddelerimizi, meydanlarımızı, duvarlarımızı süslemelidir. Ve önünden geçen herkese, bu genç insanlarımızın gözlerinin içine bakarak bir vicdan muhasebesi yapabilme şansı verilmelidir. Yeni yetişen nüfusumuz ise, sürekli olarak duyduğu “şehit” sözünün soyut bir kelime değil, çok somut bir Türk insanına ait olduğunu, fotoğraflarını görerek büyümelidir. Belki o zaman, şehitlik sözlerinin çok daha somutlaştığını ve buna bağlı olarak da halkın bu konudaki tutumunun değiştiğini görmek mümkün olacaktır.
KAFASI KARIŞIK BİR MİLLETE IŞIK OLSUN
Zaten mevcut durumumuza bakınca, yapılanın yanlış veya eksik olduğu ve Türkiye nüfusunun hemen yarısının, politik liderliklerinin aymazlığından dolayı bu “şehitlik” konusunda artık duyarlı olmadıkları görülmektedir. Bunu, daha üç ay önceki seçimler sırasında tekrar tekrar yaşamadık mı? Memleketin en büyük muhalefet partileri, PKK ile yapılan mücadeleyi toptan kenara atarak, adeta onları aklamak yarışına girmediler mi? Hatta bu muhalefet partilerinin takipçileri olan halkta bile, kafa karışıklığı yaratıp, “Altılı Masa, Yedili Masa” türünden siyasi oluşumlara büyük oylar vermeleri sağlanmadı mı?
Öyleyse, “PKK ile mücadelede 40 bin şehit verdik” sözlerine mutlaka somutluk kazandırmak ve bu şehitlere birer görüntü kazandırıp, şimdiye kadar duyarlılık göstermeyenleri, kendilerine getirmek gerekmez mi? İran milletinin kendi şehitlerine olan saygısının ve hatıralarına gösterdikleri ilginin benzerini, bizim çocuklarımıza da göstermek daha adaletli olmaz mı? Bizce mutlaka olmalı ve her şehirde, her duvarda, her meydanda, hatta dağ başlarındaki kimsesiz yollarda bile, bu evlatlarımızın fotoğrafları ve isimleri yer almalıdır. Belki böylece, kırk senedir devam ettirilen bu emperyalist oyununun anlamı ve sebebi, insanlarımızın kafalarına ve gönüllerine daha iyi kazınabilecektir. Karşınızdaki duvardan sizin gözlerinizin içine bakıp, “ben bu vatan için, bu genç yaşta kendimi feda ettim” diyen çocuğumuzu görünce, Türk milletine ait olduğunu iddia eden hiçbir kişinin, bu konuda duyarsız kalabileceğini düşünmemekteyiz. Ne de olsa sevgili atalarımız “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” dememiş mi? Öyleyse haydi iş başına!
HAFTAYA DEVAM EDECEK