Irıs Murdoch ve varoluşun gizemi
Filozof ve yazar Irıs Murdoch 1919’da İrlanda’da doğdu ve 8 Şubat 1999’da Oxford’da Alzheimer hastalığından dolayı vefat etti. Iris Murdoch ile kocası John Bayley arasındaki olağanüstü aşk, 1950’lerin Oxford şehrinde başladı ve yazarın 1999’daki ölümüne kadar devam etti.
Iris Murdoch bu satırların yazarı için ise, ironik, zeki ve derinlikli metinlerin yazarıydı. Merak uyandıran üslubu ve polisiye tadındaki kurgusu ile romanlarını bir solukta okuduğumu hatırlıyorum. Yazardan, ilk okuduğum tek “Boynuzlu At”, en sevdiğim ise “İtalyan Kızı” romanlarıdır. Hınzırca bir izlek olan, “Kesik Bir Baş” ile “Kara Prens” anlatıları da esinlenme listemde yer almaktadır.
Bu müstesna yazarı birkaç satır ile anlatmak mümkün değil. Yine de bu nafile çabayı yapmak istiyorum. Çünkü bir okuru olarak bunu bir görev addediyorum.
Sıradışı bir edebiyatçı olan, Murdoch, İngiltere’de büyüdüğü ve yaşamı boyunca orada yaşadığı halde kendini daima “İngiliz-İrlandalı” olarak tanımladı. Ancak, Murdoch’un roman kurgusunu inceleyen bazı İngiliz eleştirmenler, Murdoch’un romanlarının neredeyse hepsinin İngiltere’de yazıldığını ve ağırlıklı olarak İngiliz geleneklerine atıfta bulunulduğunu işaret ederler. Bu nedenle yazarın, bir İngiliz romancı olarak algılanması gerektiği savunurlar. Gerçekten de, Murdoch İrlanda’dan ayrıldıktan sonra, sadece birkaç kez ülkesini ziyaret etmişti. Buna rağmen, Irıs Murdoch, hayatı boyunca “Anglo-İrlandalı” geçmişiyle her zaman gurur duydu ve hiçbir zaman kendisini salt “İngiliz” olarak tanımlamadı.
1938’de Komünist Parti’ye giren Iris Murdoch, daha sonra partiden istifa eder. Murdoch ilk romanını 1954’te yayınlar (Under the Net-Türkçesi, Ağ). Bir dedektif romanı olan bu eserinde Iris Murdoch, Sartre’ın yaratıcılığını, fikirlerini ve varoluşçuluğun ideolojik özünü karakterize ve analiz etmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Belçika ve Avusturya mülteci kamplarında görev alan Murdoch, bu dönemde Sartre ve Simone de Beauvoir ile tanışır. Bu tanışma genel olarak felsefeye özel olarak da varoluşçuluğa yönelmesini etkiler. Ancak, Iris Murdoch’un varoluşçuluğa karşı tutumu her zaman aynı çizgide olmamıştır. Öte yandan, Murdoch’un varoluşçuluğu coşkuyla incelediği açıktır. Murdoch’a göre, birey, zalim bir insan olmak yerine birçok farklı yol içinde hareket etmeyi seçebilir. Burada açık olan şudur ki, insanların iyi veya kötü olmayı seçebilmeleri için, aslında onların elinde zoraki bir esas olabilecek hiçbir şey yoktur. Yazar, bir yandan varoluş problemini analiz edip, varoluşçu felsefenin hakkını teslim ederken, diğer taraftan eleştirir. Iris Murdoch’ın romanlarındaki mistisizm, varoluşçu atmosferden kısmen uzak bir tablo ortaya koyar. Öte yandan mistik bir üslup ile varoluşun gizemi öyle bir sunulur ki, o gizemin izini bir solukta sürmek mümkündür.
1916’da Dublin’de geçen Kırmızı ve Yeşil (1965), Murdoch’un tek tarihi romanıdır. Bu çalışma, bir İngiliz-İrlanda ailesinin birkaç üyesini içeren ve karmaşık bir anlatı dokusunu tarihsel olaylar ile destekleyen kişisel bir dramadır. Karakterler kurgusal olmasına rağmen, metnin her tarafında yazarın kendi kişisel kimliğinin birçok ipuçlarına rastlamak mümkündür.
Murdoch, belki Freud hayranı değildi ama romanlarında nevrozlar ve nedenleri ile ilgilenmiştir. Bu nedenle roman kahramanlarını nevrotik bir vaka olarak görebiliriz. Romanlarında genellikle, varoluşuyla ve yaşamıyla uyumsuz, sanatçı ya da sanatçı ruhlu, başarısız, hem kendileriyle hem de çevrelerindeki insanlarla sorunlu kişileri anlatmıştır. Bu kişiler karamsar, umutsuz, ikilemler içindedirler. Yol ve yön bulmakta tereddüt eden, şaşkın, ezik, yalnız ve tedirgin karakterlerdir. Adeta bir çemberin içine alınmış, kuşatılmışlardır. Romanlarında, kötülük ve iyilik kavramaları genellikle iç içe geçmiştir. Gri tonları hâkimdir, kelimelerinin vurgusunda. Bunun yanında yazar tarafından bir izlek ortaya konulur ve bir serüven anlatısı tadında sayfalar akıp gider. Bazen erotik anlıklar, bazen satır aralarında aniden karşımıza çıkan ironi veya kara mizah örnekleri ile Murdoch’un, okur için sürprizleri hiçbir zaman bitmez.
Murdoch’un, psikolojik ve felsefi tartışmalarla ağırlıklı olarak meşgul olmasının yanında, Tek Boynuzlu At (1963), İtalyan Kızı (1964) ve Meleklerin Zamanı (1966) gibi Gotik atmosferden etkilenen eserlerinde aslında öne çıkarılan tipik bir İrlanda ortamıdır. Bu nedenle, Gotik bir roman olan The Unicorn’un (Tek Boynuzlu At) İrlanda özgüllüğünü göz ardı etmemek gerekiyor, düşüncesindeyim. Son bir not olarak; Iris’in kitapları Türkçeye genellikle çok yetkin çevirmenler tarafından çevrilmiş olup, bu durum yazarın Türkiye’deki okunurluk oranının artmasına ciddi katkı sağlamıştır.