İslam tıbbı
DR. EREN FIRAT
Batı biliminin bugünkü yerini almasında doğuda gelişen ve antik ege coğrafyasında gelişen tıbbi birikimin, İslam’a özgü anlayışla kaynaştırılarak batıya aktarılmasında önemli rol oynar. İslam tıbbi incelendiğinde görülürki uygarlık denen olgu, birikimlerin sonucu olarak bir uygarlıktan diğerine geçmesi ile oluşur. Bu nedenle batıdaki bilim kıvılcımının ilk işareti İslam tıbbıdır demek abartılı saptama olmaz.
İslam tıbbı, İslam Peygamberi Hz. Muhammed dönemindeki geleneksel Arap tıbbından olduğu kadar, Eski Roma tıbbı Unani’den, Eski Hint tıbbı Ayurveda‘dan ve Eski İran tıbbından etkilenmiştir. Ortaçağda İslam uygarlığının dili (evrensel dil) Arapça ile ifade edilen tıp teori ve uygulamalarının bütününe verilen ad. Tıp tarihinde Arap tıbbı terimi de kullanılmakla birlikte dönemin önemli bazı temsilcileri Arap olmadığı gibi Rey, Hemedan gibi Türk şehirlerinde yaşamaktaydılar. İslam tıbbı Hz. Muhammed’in sünnetiyle başlatılmaktadır.
HADİSLERDE HASTALIK VE DEVA
Sahih-i Buhari, Sünen-i Ebu Davud ve Muvatta gibi hadis kaynaklarında sağlık ile ilgili aşağıdaki ve benzer sözler (hadis) aktarılmıştır:
“Allah devası olmayan hiçbir hastalık yaratmamıştır” (Sahih-i Buhari) “Tıbbi tedavileri kullanın zira Allah yaşlılık haricinde tedavisi olmayan bir rahatsızlık yaratmamıştır” (Sünen-i Ebu Davud)
“Rahatsızlığı gönderen onun devasını da göndermiştir.” (Muvatta) . İslam Peygamberinin yukarıdaki hadislerinin de yönlendirmesiyle Müslümanlar ölüm dışında her hastalığın bir umarı olduğuna inanmışlardır. İslam tıbbının ilk dönem yazarları genellikle din adamları olmuştur.
Mısır 13. Yüzyıl. İlk Müslüman hekimin Hz. Muhammed’in ashabından ve aynı zamanda teyzesinin kocası olan Hâris b. Kelede (Kaladân) olduğu aktarılmaktadır. Rivayete göre Kelede, Hz. Muhammed’in teşvikiyle tıp sanatını öğrenmek ve araştırmak için Cündişapur’a (İran) gitmiştir. Hz. Muhammed’in bu teşvikine karşılık ilk dönemlerde Müslümanlar arasında tıbba ilgi yeterince fazla olmamıştır. Bunun neticesi olsa gerek İslâm coğrafyasındaki ilk hekimlerin çoğunluğu Hristiyan, Yahudi veya İranlı bir kökenli olduğu görülmektedir. Ancak Arapçanın bilim dili oluşu ve özellikle de bir tıp dili haline gelmesiyle, tıbbî irfanın Arap Müslüman kültür havzasında işlerlik kazanması gerçekleşti.
İSLAM TIBBININ GELİŞİMİ
İslam tıbbının doğuşu ve gelişimi kabaca üç evreden geçmiştir:
1- Yabancı kaynakların Arapçaya tercüme edildiği ilk evre. Bu evre yaklaşık olarak MS 7. ve 8. Yüzyıllar arasına tekabül etmektedir.
2- Müslüman tıp adamlarının tıp bilime özgün katkılarının ve başarılarının olduğu ikinci evre. Bu evre MS 9.-13. yüzyıllar arasındadır.
3- MS 13. yüzyıl sonrasındaki üçüncü evre. Bu evrede diğer bilim alanlarında olduğu gibi tıp alanında da bir durgunlaşma ve gerileme söz konusu olmuştur. İlk evrede Suriyeli ve İranlı bilginler Yunanca ve Süryanice antik literatürden felsefe, astroloji ve tıp gibi alanları da içeren bilim dallarından çeviriller yapmışlardır. Abbasi Halifesi el-Me’mun gibi Müslüman yöneticiler çevirmenleri paraca destekleyerek bu faaliyetlerin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Tercümanların büyük çoğunluğu Hristiyan olmakla birlikte Müslüman idareciler tarafından saygı görmüş ve çalışmaları desteklenmiştir.
YUNANCADAN ÇEVİRİLER
MS 9. yüzyılda Hüneyn İbn İshak, Yunan tıbbının babası Galen’in çok sayıda eserlerini Arapçaya çevirmişti. Gundişapur’daki Ortaçağ Pers döneminin eserleri ve Hint dünyasından Suşruta Samhita, Çaraka Samhita gibi eserler de Arap diline aktarılmıştı. Kısa bir zaman sonra Müslüman doktorlar anatomi, bakteriyoloji, mikrobiyoloji, oftalmoloji, patoloji, farmakoloji, fizyoloji, psikoloji, cerrahi ve farmakolojik bilimler gibi tıbbın çeşitli alanlarında katkıda bulunmaya başladılar. İslam doktor ve bilginleri bu medeniyetin önemli bir parçası olan tıp alanında teori ve pratiği bir araya getirdikleri geniş ve kompleks bir tıp literatürü oluşturmuşlardır. Galen ve Hipokrat’ın eserlerini de içeren Helen tıp bilgisi bu şekilde daha sonra Batı’ya yeniden aktarılmıştır. İslam tıp bilginlerinden özellikle İbn-i Sina’nın Batı tıp tarihinde önemli etkisi olmuştur. Onun Kanun fi’tıb adlı eseri Latince’ye çevrilmiş, yalnız 15. ve 16. yüzyıllarda otuz beşten fazla baskı yapmıştır.
İBNİ SİNA VE DİĞERLERİ
İslam dünyasında İbn-i Sina kadar ünlü bir diğer isim Horasan’ın Rey kentinde doğan ve Galen üzerine çalışmalarıyla kendisine İslamın “Calinos”u ismi takılan, Zekeriya Razi’dir (854-932). Elliden fazla tıbbi eserin sahibi olan ve Al-Mansuri adlı eseri 15. yüzyılda Latince’ye çevrilen Razi, Hipokrat’ın pratiği ile Galen’in teorilerini birleştirmiştir. Eserlerinden altısı tıbbi deontolojiye aittir. Sülfürik asiti keşfetmiş ve farmakolojiye birçok yeni ilaçlar katmıştır.
İspanya’da, Kordoba’da doğan Ebu’l Kasım El-Zehravi (936-1013) İslam dünyasının en büyük cerrah ve anatomistidir. Dönemi için modern sayılacak cerrahi esasları tıbba kazandırmış, ilk kez cerrahi aletlerin çizimlerini yapmış, dağlama ve amputasyon yöntemlerini uygulamıştır. En ünlü cerrahi eseri “Al-Tasrif fit Tıp” adını taşımaktadır.
*Ali bin Abbas ya da Latince “Haly Abbas” olarak bilinir. İranlı Müslüman fizikçi ve tıp alimidir. “Kitab El- Maliki” adlı tıp ve psikoloji üzerine yazdığı eseriyle ve günümüzden yaklaşık 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapmasıyla biliniyor. İslam dünyasının önemli hekimlerden biri de 13. yüzyılda Şam’da ve Kahire’de çalışmış olan İbn Nefis’tir.
“İbn-i Sina Kanunu’nun Anatomi Kısmına şerh” adlı eserinde Galen’in dolaşım sistemine itiraz etmiştir. Galen’in ileri sürdüğü kalbin sağ ve sol karıncığı arasındaki duvarda deliklerin bulunduğu görüşünü reddetmiştir. Nefis’e göre söz konusu yerde herhangi bir delik bulunmamaktadır. Bu da kalbin sağ tarafına gelen kanın akciğerlere gidip oradan sol karıncığa geçmesi demektir. Yani, günümüzde bildiğimiz küçük kan dolaşımı dediğimiz olaydır. Bu açıklama zamanında İslam ve Osmanlı dünyasında biliniyor olmasına rağmen Avrupa tarafından fark edilmemiştir.
DOĞADAKİ DÖRT ANA YÖN
Fitagoras’a göre doğaya dört ana yön (kuzey, güney, doğu, batı), dört temel eleman (ateş, hava, su, toprak) ve bunların dört fiziksel özelliği (sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlılık) gibi dörtlü ritim hakimdir. MÖ 5. yüzyılda Sicilyalı Empedokles (492-432) bu görüşlerden etkilenerek evrenin esas ve tali derecede birbirine zıt dört temel elemandan meydana geldiğini öne sürmüştü. Bunlar, Ateş (kuru-sıcak), Hava (yaş-sıcak), Su (soğuk-yaş), Toprak (soğuk-kuru) idi. Empedokles’in bu kuramı Hipokrat tarafından benimsenip insan bedenine uygulanmıştı. İnsan Sayrılık bilim Kuramı denilen bu anlayışa göre beden 4 unsurdan müteşekkil bir yapıydı. Bu teori Doğu ve Batı tıbbında yaklaşık 2500 sene yürürlükte kalmıştır. Günümüzde ise bazı yönleriyle halk tıbbında yaşamaya devam etmektedir.
Eski Yunan tıbbındaki Dört Unsur veya İslam-Arap tıp dünyasında Ahlat-ı Erbaa denilen kuram İbn-i Sina’nın (980-1037) Kanun Fit Tıbb adlı eserinde, duygusal, zihinsel durumlar ve tavır ve rüyalar dahil edilerek genişletilmiştir.