Karanlıkta parlayan çocukların öyküleri
Yahya Kemal, Halide Edip, Haldun Taner, Aziz Nesin, Münir Özkul, Tarık Dursun K., Cemal Süreya, Zeki Müren’den çocukluklarına dair bilinmeyen anılar
Necati Güngör, Karanlıkta Parlayan Çocuklar kitabında tam doksan beş ünlünün çocukluk anlarını kaleme almış. Yazar, kitabına konu olan anıların bir kısmını ünlülerin kendilerinden, bazılarını onları tanıyanlardan, bazılarını basından ya da araştırarak ulaşmış. Kitabın yazarı Necati Güngör’le söyleştik.
-
Böyle bir kitap yazma düşüncesi nasıl doğdu?
Başlangıçta böyle bir kitap yazma düşüncem var mıydı, bundan emin değilim. Ben yalnızca kimi kaynaklarda rastladığım, bazen belleğime yerleşip kalmış olan ilgi çekici öyküleri, anekdotları toplumsal bir kanalda arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Okuduğum, dinlediğim, bazen de araştırarak ulaştığım çarpıcı, düşündürücü, hüzünlü, sevimli, ibret alınacak öykücüklerdi bunlar.
Yayınlandığı günlerde arkadaş çevremde yankı uyandırması, olumlu yorumlara yol açması, zamanla bunları kitap olarak yayımlama düşüncesine götürdü beni.
-
Adları geçen ünlülerin yaşamöykülerine nasıl ulaştınız?
Belirttiğim gibi kimileri, anılarında, günlüklerinde, özyaşamöykülerinde kendileri anlatıyor. Yahya Kemal, Halide Edip, Haldun Taner, Aziz Nesin gibi… Kimilerini bizzat dinledim; ressam Bayram Gümüş gibi. Kimileri, gazete, dergi sayfalarından belleğimde yer etmiş; Münir Özkul gibi. Kimileri öyküleştirmiş; Tarık Dursun K., Burhan Günel gibi…
Bazen de hiç ummadığınız bir yerden bir çocukluk anısı çıkıp geliyor. Size yalnızca oturup yazması kalıyor. Özellikle anı okumayı seviyorsanız zamanla dağarcığınızda böyle bir birikim ortaya çıkıyor. Biraz da meraklı olup konuları deşeceksiniz diye düşünüyorum. Örneğin Zeki Müren’in çocukluğuna ilişkin anekdotu Bursalı bir arkadaşım anlatmıştı. Babaları arkadaşmış. İlgimi çekmemesi olanaksızdı.
Size bu konuyla ilgili bir giz vereyim mi?
İnsanları seveceksiniz, bir! Yazmayı seveceksiniz, iki! Gerisi çorap söküğü…
95 KARANLIKTA PARLAYAN ÇOCUK
-
Kitapta, toplamda kaç ünlünün çocukluğu anlatılıyor? Bu kişiler hangi sanat dallarında kendilerini kanıtlamış adlar?
Siz sorunca ben de dosyayı açıp saydım. Yanlış saymadıysam doksan beş öykücük var dosyada. Bazı yazarların, örneğin Yahya Kemal, Cemal Süreya, Tarık Dursun K. gibi ustaların çocukluk öyküleri birden fazla. Bu durumu göz önüne alırsak, sekseni aşkın yazarın, ozanın, ressamın, tiyatrocunun, müzik adamının, ressamın çocukluğu anlatılıyor diyebiliriz.
Hepsi de kendi alanlarında özgün yapıtlar vermiş, o alana damgalarını vurmuş kimseler. Yaşamlarını sanata adamış kimseler.
Bu kişilerden birini önümüzdeki dönemde yeniden ele alıp çocukluğunu kitaplaştırmak istiyorum: Cemal Süreya.
-
Yaşadıklarıyla, sizi en çok etkileyenler kimler oldu?
Çocukluk dönemleri çok ilginç olan, üzerimde izler bırakan daha çok yazarlar, ozanlardır. Onları kişi olarak da yakından tanıdığım, okurları olduğum için… Sözgelimi Köy Enstitülü edebiyatçılar, üzerimde etkileri olan yazarlardır. Enstitülü olmayan bir Ataol Behramoğlu da ressam Bayram Gümüş de bana ilginç ve çekici gelen öykülere sahip dostlar. Ona bakarsanız Jack London’ın da çarpıcı bir çocukluk hikâyesi var. Etkilenmesem yazmazdım hiç kuşkusuz. Öyle değil mi?
ŞİİR DUYGUSUNU ANNESİ AŞILAMIŞTI
Doktor Halil İbrahim Bahar'ın "Şiir Peygamberi" diye adlandırdığı Cemal Süreya'nın şiirle olan serüveni, dört, beş yaşlarında başlıyordu. Ağzı süt kokan bir ana kuzusuyken daha...
Annesi ona süt içirmeye çalışırdı. İnatçı bir çocuktu, ayrıca süt içmeyi de sevmiyordu. Anneciği küçük Cemal'in gönlünü etmek için, o, dinlemeyi pek sevdiği Kerem ile Aslı hikâyesini okuyordu her defasında. Hikâyenin içinde geçen şiirleri de baştan sona okuyordu elbet. Annesinin sesinden dinlediği bu şiirlere bayılıyordu küçük Cemal.
Genç kadının bir elinde kitap, bir elinde ince belli çay bardağıyla süt olurdu. Kapının eşiğinde otururlar ana oğul, biri okur öteki dinlerdi. Birkaç yudum süt içsin diye sabırla yinelerdi annesi: "Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem..."
Erken yaşta yitirdiği annesinin sevecen sesini de okuduğu dizeleri de içinde hep taşıyacaktı o çocuk... Yaşı ilerledikçe onu başka okumalara yönlendirecekti içindeki anne sesi.
Evlerinde, amcasının okuduğu cenk kitaplarını, halk hikâyelerini, masalları döne döne, kimilerini belki yüzüncü kez okuyacaktı. Bu tutkulu okumalar, ilkokul üçten sonra onu edebiyat kitaplarıyla buluşturacaktı.
ÇOCUKKEN DE ‘DOĞRUCU DAVUT’TU
Ne derler? Kişi yedisinde neyse yetmişinde de odur.
Onun özelliği de Doğrucu Davut olmaktı. Çocukluğunda da, yetişkinliğinde de... Bu özelliği yüzünden başına gelmedik hal kalmamıştı. Polisle başı dertten kurtulmadı. Mahkemelerde yargılandı. Cezaevlerinde yattı. Linç edilmek istendi. Yine de topluma doğruları söyleme alışkanlığını elden bırakmadı.
Doğrucu Davut'luk yaradılışında vardı.
Çocukluk yıllarında bir gün babasıyla Mahmutpaşa'ya uğramışlardı. Annesi, "Zincirli" marka makara ipliği istemişti, onu alacaklardı. Ancak babasının bir huyu vardı, çekişe çekişe pazarlık etmeden hiçbir şey almazdı. Bu yüzden babasıyla birlikte tezgâh tezgâh, dükkân dükkân dolaştıkları çok olurdu.
Mahmutpaşa Yokuşu'nda da öyle, dükkândan dükkâna girip çıkarak aynı marka ipliği daha ucuza almaya çalışıyordu adam. Bütün dükkânlarda altmış kuruştu makaranın ederi. O ise, kırk kuruşa alabilmek için çekişip duruyordu satıcılarla. Böyle böyle Mahmutpaşa Yokuşu'nu aşağıdan yukarıya adımladılar baba oğul. "Aşağıda elli kuruş dediler, almadım. Hadi kırka ver de senden alayım..." diyordu babası. "Kiminin parası, kiminin duası demişler."
Yahudi esnafı duayla ikna etmek mümkün olmuyordu tabii. Çocuk da babasının söylediklerini şaşkınlıkla karşılıyordu. Çünkü aşağıdaki dükkânlarda da altmış kuruş istendiğini görmüştü. Satıcının önünde babasını yalancı çıkarmayacak kadar da düşünceliydi elbet. Ola ki babası aşağıdaki dükkânda da altmış kuruş istendiğini unutmuştu...
Dükkândan çıkınca, onu uyarma gereği duydu: "Baba" dedi,
"aşağıda da altmış kuruş istemişlerdi." Böyle der demez, babasının eli havaya kalktı, yanağına bir tokat patlattı! İlk kez babasından bir tokat yiyordu çocuk. Üzüntü içinde susup kaldı... Gelgelelim toplum önünde susup kalmayacak, doğru bildiklerini hep dobra dobra söyleyecekti... Toplumu karşısına almak pahasına bile olsa! Onun adı Aziz Nesin'di.
BİR YAZAR OKUMAYA BAŞLIYOR
Takvimler 1850 yılını gösterirken, o henüz altı yaşındaydı. Babası Yıldız Sarayı'nda görevliydi; padişahın kahvecisiydi. Evleri Saraya yakın olsun diye Beşiktaş'ta oturuyorlardı. Mor salkımlar içindeki ahşap evleri haremlik selamlıktı.
Onlar iki kız kardeşti. Ablası okula başlamıştı, ama o henüz okuyup yazmayı bilmiyordu.
Altı yaşındaydı, bir sabah uyandı ki, evde büyük bir hazırlık var. Ortalık temizleniyor, siliniyor, toz alınıyor... Eşyalar düzene sokuluyordu.
İki kardeşe süslü, ipekli giysiler giydirildi.
Bütün bu hazırlığın bir nedeni vardı vardı elbet. O gün komşular yemeğe çağrılmıştı.
Öğlene doğru kapıları çalınmaya başladı. Sakallı, sarıklı, elleri tespihli, yaşlı başlı efendiler geliyordu.
Sofralar kuruldu, yemekler yenildi, kahveler içildi, çubuklar yakıldı.
İki çocuk konukların bulunduğu salona çıkarıldı. Önce başköşede oturan sarıklı efendinin, sonra sırasıyla ötekilerin ellerini öptüler. Yaşlı adamlar onların sırtını sıvazlıyor; "ömrün çok olsun evladım" ya da "çok yaşa kızım" diyorlardı.
El öpme faslının ardından, başköşedeki Hocaefendi'nin önünde oturdu iki kardeş. Hocanın önünde şalla örtülü bir rahle duruyordu.
Hoca, rahlenin üzerindeki az yapraklı bir kitabın ilk sayfasını açtı. İşaret parmağını, ilk satırın üzerine koyarak besleme çekti, "elif" dedi.
Kızlar da Hoca'nın dediğini yineleyerek, besmele çekip "elif" dediler. Böylece ileride, toplumda ses getiren edebi hikâye ve romanlara imza atacak olan bir yazar, okuma yazmaya başlamış oldu. O yazar, Halide Edip Adıvar'dı.