KKTC’nin yayınladığı 9 Mayıs 'AB Günü' mesajı-3: İki devletli çözüm savunma hattı olmalı
Günümüzde KKTC’nin ve Türkiye’nin Kıbrıs konusunda yapacağı hamlelerin hareket noktası ve karşılaşılabilecek tepkiler, maruz kalınabilecek baskılar bakımından savunma hattı “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” olmalıdı
Kıbrıs adasında 1974 Ağustos sonundan itibaren oluşmaya başlamış olan statüko (status quo) Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) kurulması ve Ağustos 1975’de BM’nin gözetimindeki nüfus mübadelesi ile gelişmiş ve nihayet Kasım 1983’de KKTC’nin ilânıyla pekişip kökleşmiş bulunuyordu. 2002 yılının sonlarına doğru ilerlendiği dönemde, statüko 28 yıldır Ada’da oluşmuş bulunan sükûnet ortamında devam ediyordu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri (BMGS) Kofi Annan, Kıbrıs’taki statükoyu sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” esas alarak “iki toplumlu, iki kesimli federal” çözümle değiştirmek maksadıyla İngiltere ve ABD’nin yönlendirmeleri ve fikri katkılarıyla hazırladığı plânı, Türkiye’deki 3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen ertesinde 11 Kasım’da taraflara sundu. Bunu yaparken o tarihlerde New York’ta kalp ameliyatı geçirip nekahetini tamamlayamamış olan KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın Lefkoşe’ye henüz dönememiş olduğunu BMGS dikkate almadı. Çünkü BMGS’nin süratle hareket etmesi gerekiyordu. BMGS, sunduğu plân üzerindeki müzakerelerin takvimini AB’nin 16 Nisan 2003 günü “Kıbrıs” dahil 10 yeni üye ile genişleyecek olmasına göre düzenlemişti.
Ayrıca, Türkiye’de 2002 Kasım ayında kurulmuş olan hükûmetin programında, “Hükûmetimiz, Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunmasının gereğine inanmaktadır.” şeklinde çözüm için bir kararlılık mesajı yer almaktaydı. BM ve AB bu fırsatı değerlendirmek istiyordu.
Sanki toplum mühendisliğinin ustaca bir algı operasyonu için düğmeye basılmış gibiydi!
Resmî şahsiyetlere ve özel sektör yetkililerine ve medya yoluyla da kamuoyuna Türkiye’nin “AB üyeliği önündeki tek veya başlıca engelin Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlük olduğu” şeklinde bir anlayışın hâkim olmaya başladığı hissediliyordu.
Annan Plânı’nın Ada’daki iki devlette ayrı arı referanduma sunulmasının “Sonuçları ve Etkileri” hakkındaki görüşlerimi daha önce 2013’de yayınlamıştım.
O zaman diğer hususlar meyanında, şunları ifade etmiştim:
“Annan Plânı üzerinde iki ayrı referandum düzenlenmesi, Kıbrıs’ta iki ayrı halk ile belirleyici ve kurucu nitelikte iki ayrı egemen iradenin var olduğunu kanıtladı. BMGS Annan’ın çözüm girişiminin de sonuç vermemesi, BM’nin Kıbrıs sorununa çözüm arayışları bakımından aslında uygun bir zemin olmadığını da daha belirgin şekilde gösterdi… KKTC ve Türkiye Kıbrıs sorununa ilişkin diplomaside tarihî bir zirve noktasında yüksek zemine kavuştu…Böyle bir değer yargısında bulunurken Annan Plânı’nın Ada’daki gerçekler üzerine bina edilmiş; Kıbrıs Türk halkının geleceğini teminat altına alan ve Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili uzun vadeli çıkarlarını koruyan bir muhteva taşıdığını söylüyor değilim.
Kıbrıs Türk tarafını ve Türkiye’yi Kıbrıs diplomasisinde yüksek zemine çıkaran faktör, anlaşmayı kabul etmesi olgusundan ziyade, anlaşmaya Rumların “hayır” demesi oldu.”
Bu sonuç karşısında Türkiye’nin muhtemel hareket tarzı hakkında da şu görüşlerimi paylaşmıştım:
“… Uluslararası toplumun yaygın biçimde destek verdiği bir çözüm sürecinin Rum uzlaşmazlığı yüzünden sona erdiği o tarihî noktada KKTC’nin ve Türkiye’nin üzerine bulundukları haklı ve yüksek zeminde ortaya kesin bir tavır koyup, çözüm arayışlarında hiçbir şeyin artık 24 Nisan 2004’den önceki gibi olmayacağını dünyaya ilân etmeleri gerekirdi diye düşünmekteyim. Bu çerçevede Kıbrıs sorununun Rum halkının verdiği oylarla tercih ettiğini ortaya koyduğu Ada’daki iki devletli status quo temelinde bir anlaşma ile halledilmesine hazır olduklarını da açıklamalarında fayda mülâhaza ederdim. Böyle bir tavır, kanaatimce, Annan Plânı’na arka çıkmakla Türkiye’nin aldığı hesaplı olduğuna inanmak istediğim büyük risklerle ve sonunda elde ettiği çarpıcı neticeyle mütenasip olurdu… Türkiye ve KKTC’nin üçüncü devletlerden tanınma isteme sürecini başlatması da gerekirdi. Bu yapılmadı. Rumlar Annan Plânı’nı reddetmekle nasıl çözüm için tarihî bir fırsatı heba ettilerse, Türkiye ve KKTC’de artık nafile bir egzersiz olduğu kesinleşen BM zeminindeki çözüm arayışları sürecine noktayı koymak ve KKTC’nin diğer ülkelerce tanınması diplomatik sürecini başlatmak için önemli bir fırsatı kaçırdı.”
Referandumların hemen ertesinde AB, Kıbrıs sorununa çözüm arayışının devamı şartıyla Türkiye ile katılım [accession] müzakerelerine başlatılmasını gündeme getirmekte gecikmedi. AB’ne katılım müzakerelerinin başlatılması konusu böylece Türkiye’nin güncel dış politikasının öncelikli hedefi haline geldi.
Başbakan Erdoğan 24 Aralık 2004’de verdiği demeçte Kıbrıs konusunda referandumların sonucu hakkında “Güney Kıbrıs'ı mağlup ettik mantığıyla, anlayışıyla, amacıyla” hareket edilmesinin doğru olmayacağını vurgulayarak “Bu mantıkla olaya yaklaşırsanız bunun adı uzlaşma değildir, bunun adı ben mantığıdır. Orada ne uzlaşma ne barış olur. Şimdi iş nereye doğru götürülüyor, Kıbrıs olayına, Kuzey Kıbrıs, Güney Kıbrıs arasındaki sürtüşmelerin adeta başlatılmasına. Biz AB sürecini böyle bir sürtüşmeye kurban etmek istemiyoruz.” dedi.
Türkiye AB ile katılım müzakerelerinin başlaması için tarih almayı başardı. Müzakereler 3 Ekim 2005’te başladı. Bununla beraber, Türkiye’nin, Annan Plânı sürecinde uluslararası camia ile birlikte hareket etmesinin, “bir adım önde yürümesinin” diplomaside söylem plânında getirdiği kazançların, millî Kıbrıs davamızla ve AB katılım süreciyle ilgili somut bir başarıya tahvil edilmesi mümkün olamadı. Aradan geçen 17 yıl içinde AB ile ilişkilerimizin ve müzakere sürecinin gelmiş olduğu nokta da malûmdur.
SONUÇ
Referandumdan sonra AB yetkilileri uğradıkları hayal kırıklığı, referandumun sonucu hakkında yanılmış ve ayrıca Rumlar tarafından aldatılmış olmanın verdiği mahcubiyetin ezikliği ve Rum yönetimine duydukları öfke atmosferi içinde ama “yeniden birleşme” yoluyla KKTC’ni ortadan kaldırmak ve sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” yaşatmak maksadıyla “Kıbrıs Türk toplumuna” yönelik bazı hayırhah sözler dile getirmişlerdir. Bu sözleri günümüzde tutmalarını temenni etmenin artık bir anlamı kalmadığı gibi, AB’nin tutmuş olduğu bazı sözlere uygun olarak yapmakta olduğu uygulamalardan da KKTC’nin kendisini kurtarması zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.
Annan Plânı sürecinde Rumlar tarafından aldatıldıklarını söyleyen AB’nin kendisi aslında sürekli olarak Türkiye’yi ve KKTC’ni aldatmıştır; aldatmaya da devam etmektedir.
Günümüzde KKTC’nin ve Türkiye’nin Kıbrıs konusunda yapacağı hamlelerin hareket noktası ve karşılaşılabilecek tepkiler, maruz kalınabilecek baskılar bakımından savunma hattı “egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” olmalıdır.
Zamanımızda yeniden hissetmeğe ve hattâ yaşamaya başladığımız ciddi Doğu – Batı gerginlikleri içinde Türkiye’nin belirginleşerek artan jeostratejik – jeopolitik önem ve değerinin dış politikada millî hedeflerimiz bakımından değerlendirilmesi temenni edilir ve beklenir. BİTTİ