22 Aralık 2024 Pazar
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Köpekleri uyutmak üzerine

Bizim mahallemizde bir Karabaş vardı. Karabaş’ın neye sinirlenebileceğini biliyorduk, ona göre hareket ediyorduk. Karabaş yalnızca köpek cinsinin bir mensubu değil, onlar içinden bir tekil canlıydı. Hiç tekil tanımamış olan, tümeli tanıyabilir mi?

Köpekleri uyutmak üzerine
A+ A-
ŞAFAK ERDEM

Bu yazı köpeklerin saldırılarında yaşamını yitiren insanlara ancak rahmet dileyebilir. Ne de sorunun halli için bir öneri sunabilir.

Köpeklerin uyutulmasının önerilmesi ve kamuoyunun önemli bir kısmınca böyle makul karşılanması üzerinden atlanıp yola devam edilecek bir konu değil, diye düşünüyorum.

Jacques Ranciere, Siyasalın Kıyısında kitabında patricilerin plebleri “konuşan cemaatin” içine almalarını anlatıyor. Patriciler adına konuşan Menenius Agrippa, pleblere bedenin uzuvları ile merkezi arasındaki ilişki üzerine kurulu bir anlatıyı nutkeder. Ranciere bu olayı önceleyen ve olayı dayatan “kayma”yı şöyle yazıyor: “Menenius Agrippa'nın gelip masalını anlatabilmesi için, önce pleblerin Aventinus’a çekilmeleri, ayrıca konuşmaları, kendilerini adlandırmaları, gelip kendileriyle konuşulması gereken konuşan varlıklar olduklarını duyurmaları gerekti. Eşitlikçi varsayım, söylemin cemaatçi icadı, konuşan varlıkların cemaatine daha önce onlardan sayılmamış olan birilerini dahil eden bir zorla giriş içerir.”

Konuşamayanların, konuşamayacağı düşünülenlerin düşünülemeyeni yapması verili durumu kökünden sarsar. Türkler temeddüne girerken aldıkları ilk itişlerden biri bizim kültürde “varlık deryası” diye de güzel bir isimlendirmesi olan ummana gösterilen saygıydı ve konuşamayanları da içeriyordu, fikrindeyim. Bu ilk itişi, hayatın hayhuyunda başlarına neler gelirse gelsin, bir şekilde yaşattılar. Söylencelerinde, dini tutumlarında, yaşam ahlaklarında yaşattılar. Belki turnalardan öğrenip sema döndüler.

Varlık deryasında insanın kendiliğinden erişim menzili dardır ve yoğun ve kümülatif çabayla menzil ancak genişletilebiliyor. Yine de bugün olduğu şey olmasında dokunduğu, birlikte yaşadığı, izlediği ve arkadaşlık ettiği hayvanların katkısı büyük olmalı. Kuşlar olmasa insanın aklına uçulabileceğinin nasıl geleceği meçhul. Jean de La Fontaine’in müthiş masalları hayvanları sahneye çıkarır. Ve şimdi köpekleri toplu öldürmeyi gündeme getiren Türklerin destanında kurtlarca emzirildikleri yazıyor. Hiç mi önemi yok?

Apartmanlara sıkışmış 70 yıllık ömürlü bir insana, insanlığın diyelim 50 milyon yılda yaşadıklarının unutulması ya da göz ardı edilmesi önemsiz görünebilir, ki bence bu cehalet alametidir. Cehalet, bilmemek değil, bilmediğini bilmemek, daha ötesinde bilmediği üzerinde bilgi iddiasında bulunmak anlamınadır. İnsanın 50 milyon yıldan payını almaya giriş yollarından biri, kentte en yakınındaki canlılarla kurduğu ilişkidir.

Köpeklerin bizim dilimizi konuşmadığını biliyoruz ve öngörülebilen gelecekte konuşmayacağını düşünüyoruz. Zaten mesele tam da buradadır ki, logos’u olmayana ya da olmadığı düşünülene, yaklaşımdadır. Pleblerin konuşabildiklerini ve var olduklarını kanıtlamaları için kenti terk edip Aventinus tepesine çekilmeleri gerekmişti. Kendi adına “konuşamayanın” varlığını kabul etmek için hep kenti terk etmeleri mi gerekir?

Hüküm getirenlerin sabitelerinden biri, bu işlerin doğada zaten böyle yürüdüğü, herkesin herkesi öldürdüğü ve yediği. Bu kadar aşikar olanı kim reddetmeye kalkabilir? Argümanları kesin ve kendinden emin. Uzanımları daha zorlu olana gelmeden önce ve doğada işlerin milyonlarca yıl nasıl yürümüş olduğu konusunu da bir kenara bırakarak; önce söylenecek yalın gerçek bugün burada kastedilen doğada yaşamadığımızdır. Hala o doğada yaşayan toplumlar var ve biz onlardan biri değiliz. O doğaya dönmek isteyip istemediğimiz, dönmemizin hayırlı olup olmayacağı sorusu bu noktada doğar. Herkes düşünebilir.

Daha zorlu olan ise, bu tipten 18. ve 19. yüzyıl Avrupa materyalizminden köklenmiş görüşlerin canlı ve cansız boyutlarıyla doğa araştırmalarıyla güçlenmiş halinin üstünde Darwin’in yükselmiş olması ve artık yaşamın her alanını fetheden bir kabul ve uygulama gücü kazanmış olması. Engels ve Marx’ın, Darwin’in evrim teorisini ortaya koyduğu kitabından ne kadar heyecanlandığını ve Kapital’i Darwin’e ithaf etmek istediğini biliyoruz. Kendi teorilerinin hesap edilemeyecek uzun geçmişe sahip bir doğa alanında doğrulamasının çok önemli olduğunu düşündüler.

Bunun bir doğrulama olduğunun kabul edildiğini ve bir daha hiç sorgulanmadığını söylemek galiba yanlış olmuyor. Sosyalistler sadece, Darwin’in doğadaki evrim görüşlerinin toplum hayatına taşınması olarak kısaca tarif edilen sosyal Darwinist düşüncelere güçlü şekilde karşı çıktılar. Sosyal Darwinizmin, Darwin’in bilimsel düşüncelerini kapitalist toplumsal projeler için tahrif ettiğini söylediler. Darwin’in evrim düşüncesindeki temel taşlardan “daha iyi adapte olanın hayatta kalması”nın gönül rahatlığıyla kabul edilip bunun toplumsal düzlemde de geçerli olduğunun bu denli şiddetli reddi belki de dikkatin yoğunlaştırılması gereken yerdir. Darwin’in doğa alanındaki geçerli biliminden toplumsal alana geçmek için mesafe düşünüldüğü kadar fazla olmayabilir, kaldı ki Darwin’in evrim teorisini inşa ederken İngiliz toplumunun oldukça farkında olduğu ve teorisinin doğrulamasını ya da çıkış kaynaklarından birini bunun teşkil ettiği yönünde kuvvetli emareler vardır.

Mesele hayvanlara “merhamet gösterme” ya da “hayvanları sevelim” çağrılarının ötesindedir, fikrindeyim. Mesele nasıl konuşulduğundan çok söze dökülmeyen zihin işleyişlerinde ve duyumsallıkta neler olup bittiğiyle ilgilidir. Böylece; köpek cinsi üzerine ne söylendiğiyle değil, tekil köpeklerin tanınıp tanınmadığıyla ilgilidir; “köpek” sevip sevmediğiniz değil, köpek cinsi içinde ayrımına varabildiğiniz bir ya da daha fazla köpek olup olmadığıyla ilgilidir.

Bizim mahallemizde bir Karabaş vardı. Çocukluk arkadaşlarımdan ısırdıkları oldu. Mahallenin bir kısmında kendinin bellediği alanlarda elimizi kolumuzu sallayarak dolanmamızdan hoşnut değildi. Her zaman da değil, bazen müsaade ederdi, bazen sinirlenirdi, nasıl her insanın huyu suyu farklıdır. Karabaş’ın neye sinirlenebileceğini biliyorduk, ona göre hareket ediyorduk. Karabaş yalnızca köpek cinsinin bir mensubu değil, onlar içinden bir tekil canlıydı. Hiç tekil tanımamış olan, tümeli tanıyabilir mi?

köpek