Kuntay'ın Üç İstanbul'unda bürokratik yozlaşı ve distopik bir kentin fragmanı
Üç İstanbul, okuyucuyu erdem, ahlak ve fazilet gibi insani duyarlılığın dolayımlarına davet ediyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde bürokratik yozlaşının hangi kertede seyir ettiği, Adnan’ın konaklarda bir araya geldiği kişiler üzerinden çok iyi yansıtılır
“İnsanlar kendi rezaletlerini başkalarında görünce ne çabuk iğreniyorlardı.”
-Adnan Bey-
Mithat Cevdet Kuntay Osmanlı’ının bir distopya çağını yaşadığı üç dönemi (Abdülhamit devri, İttihat ve Terakki dönemi ve Mütareke dönemi) hırslı, ihtiraslı ve idealist bir avukat olan Adnan’ın gözüyle şaheserleştirir. Üç İstanbul romanı kuşkusuz modernite, gelenek ve bürokratik yozlaşının açtığı çıkmazları tüm şeffaflığıyla ifşa eden bir eser. Kuntay, toplumun en üst kademesinden en alt kademesine kadar belirgin bir yozlaşıyı roman boyunca okura hissettirir. Kuntay, muayyen yozlaşmayı da daha çok iktidar biçimleri, statüko, seçkincilik ve bürokratik çatışmalar üzerinden verir.
Roman analizine geçmeden önce, spesifik olarak bürokrasinin terminolojisini ve kavramı daha kuramsal ve rasyonel bir düzleme yerleştiren Max Weber'den kısaca bahsetmeyi yararlı görüyorum.
Sosyolog Reinhard Bendix, bürokrasinin ortaya çıkışını şöyle açıklar: “Bürokrasi kavramı ilk defa 1745’te Fransa’da devrin Ticaret Bakanı ve fizyokrat iktisatçısı Vincent de Gournay tarafından kullanılmıştır. Daha önceleri 18. yüzyılda Fransa’da devlet dairelerindeki masaların üzerindeki örtülü kumaş anlamına gelen bürokrasi kavramı da, 'aristokrasi' ve 'demokrasi' sözcüklerinde olduğu gibi 'büro' sözcüğü ve 'cratie' (güç, etki, kuvvet) eki ile birleştirilerek ortaya çıkmıştır. Yani büroların yetkilerini kullandıkları sisteme bürokrasi denmektedir.”
DEMİR KAFESE HAPSOLAN BİREY
Alman düşünür Max Weber, bürokrasiyi bir teşkilatlanma ve yönetim problemi olarak ele alır. Bürokrasinin siyasi olguları nasıl ürettiği meselesi, Weber tarafından daha kuramsal bir zemine oturtularak daha rasyonel bir hale getirilmiştir. Weber'e göre bürokrasi, devlet mekanizmasının en komplike ve en katı örgütlenme biçiminin meydana geldiği yerdir. Devletin tüm meşruiyet, otorite, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişki biçimleri buradan organize edilir. Weber, sanayi devrimi ile birlikte ayyuka çıkan modernite ve bürokratik dönüşümü, demir bir kafese (iron cage) benzetir. Demir kafese hapsolan modern birey, statükocu ve tahakkümcü bir üstyapının egemenliğinde tüm özgürleştirici olanaklardan mahrum bırakılır. Bu da hiyerarşik sınıf çatışmaları ve üretim biçimini katı bir şekilde üreten bürokrasi eliyle devreye sokulur. Bürokratikleşen birey, gelişkin kapitalist sistemin “yüce nesnesi” haline gelir, otoriteleşir ve tüm insani edimlerini mekanik işleyişe teslim eder. Daha ussal, daha kuralcı hale gelen birey, efendi-köle (Hegelci diyalektik) ilişkisine dayalı yeni bir insan prototipine dönüşür; sınıflararası geçiş ve tahakküm, modern kentlerde yeni savaşın adı olur. Zira Marx ve Engels'in kapitalist işleyiş ile bürokratik dönüşümü ikame ettiği kurgusal alanı büyük kentlerde görmeleri tesadüfi değildir.
BABİL KULESİ'NİN YIKILIŞI MİSALİ...
Bu bakımdan bir kent fragmanı olarak İstanbul, 17. yüzyıldan beri süregelen idari, askeri ve ekonomik buhranların etkisiyle, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde devlet organizmasındaki bürokratik çöküşle, toplumsal alanda tevarüs eden yozlaşmayı beraberinde getiren bir distopik mekana dönüşür. Özellikle siyasi ve askeri alandaki tekamüliyetler sosyal hayatı olumsuz etkilemişti. Kıymetli bilim insanımız Doğan Kuban'ın İstanbul'u çok kapsamlı anlattığı başucu kitabı “İstanbul Bir Kent Tarihi” eseri'nde o dönem şöyle tarif edilir: “İstanbul tarihinin dramatik dönemlerinden biri Balkan Savaşı'dır. Ordunun bu savaş için hazırlıksız olması ve yenilgiye uğraması başkentlileri umutsuzluğa düşürmüştü. İstanbul'a akın akın gelen askerler ve göçmenler camilere, medreselere, tekkelere, hanlara ve geçici barınaklara dolmuştu. Kolera salgını 20 bin 850 kişinin ölmesine neden olurken, İstanbul 1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki gibi, bir kez daha savaş hattında yaşayan aç ve perişan bir kente dönüşmüştü.
(...) Komünist yönetimden kaçan büyük bir grup Beyaz Rus'un çılgın toplumsal yaşamı, mütareke yıllarında garip, tedirgin fakat pitoresk bir atmosfer yaratmıştı. İnsanlar yüzmeye başlamış ve genç Müslümanlar için Fransız revüleri ve barları moda olmuştu. Sinemalar tiyatrolar cafe-chantant'lar artmış, restoranlar ve Rus spesialitelerinin satıldığı pastaneler istanbul yaşamının bir parçası olmuştu. Bütün bu özgürleştirici gelişmelere koşut olarak fuhuş güncel programın kabul edilebilir bir parçası haline gelmişti.”
Kuban'ın resmettiği böyle bir tabloda, medeniyetlerin kucağında süt emen kadim bir kent, Babil Kulesi'nin yıkılışı misali, Boğaz'ın sularında yıkımının yansısını görecekti.
BÜROKRATİK ERK'E GİDEN MEKAN: HİDAYET'İN KONAĞI
Romanın ilk bölümlerinde yani Abdülhamit devrinin anlatıldığı dönem 93 Harbi'nde babasını kaybeden Adnan’ın Aksaray’da veremli annesiyle beraber kalıp “Yıkılan Vatan” adlı romanını yazmakla meşgul, fakir bir hayatı sürmesi ele alınır. Adnan fırsat buldukça gazeteye de yazı göndermektedir. Bu dönemde Adnan idealisttir ve saraya sabah dalkavukluk edip akşam söven Hidayet'in konağı, bu dönemde Adnan’ın mekan olarak bürokratik hırsların ve yozlaşmaya tanık olduğu bir alandır. Bu konaktaki iktidar kavgaları, ahlaki yozlaşma ve yanlış tevarüs eden Batılılaşma esasen Osmanlı’nın çöküşünü karakterler üzerinden yansıtılmış halidir. Bu dönemin belirgin özelliği, her Osmanlı aydınının veya memurunun en büyük ideali, toplumda itibar görmenin, cemiyet içinde güçlü bir fert olarak gözükmenin yolunun “bürokratik erk”e atfedilen önemden kaynaklanıyor. Dolayısıyla da Adnan için Hidayet’in konağı, bu bürokratik erk’e giden araçsal bir mekandır. Ve iktidar ile sınıfsal çıkarların rol aldığı bu konak Adnan için bir meziyete, bir zaafa dönüşür. Esasen ‘bürokratik sefalet’in olduğu Hidayet’in konağı, Adnan’ın gözünü açar ve Adnan bu konağa her gelişinde Aksaray’daki münzevilikten kurtularak, ikiyüzlü cemiyetin kucağında sınıf değiştireceğine inanır. Fakat işler tahayyül ettiği gibi gitmeyecektir.
İttihat ve Terakki devrinde ise Adnan saygın bir yere gelmiş ve artık devletin çeşitli kademesindeki bürokratlar, Hidayet’in değil Adnan’ın konağında buluşmuşlardır. Adnan bu devirde varlıklı ve itibar gören bir insandır. Avukatlığa başladıktan sonra Adnan, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olmasıyla beraber giderek şöhret kazanır ve aslında tedricen Hidayet’leşir. Yine bu dönemde ders vermeye gittiği, Batı'yı ve kozmopolitliği temsil eden Erkan-ı Harp Müşiri’nin kızı Belkis ile evlenir. Belkis, Adnan için ulaşılması gereken ideal bir kadın tipidir. Belkıs’la Adnan ayrı iklimlerin, ayrı terbiyelerin, ayrı anlayışların çocuklarıdır ve bu farklılık Adnan’ın sürekli karşı karşıya kaldığı, onu müşkül bir duruma sokan bir meziyete dönüşür. Evlilik münasebetleri ve akşam yemekleri evliliklerinde derin bir yarılmaya yol açar.
Yalnız gerek zihniyet olarak gerekse de reel hayattaki birtakım beklentilerden, çatışmalarından mülhem, Adnan Belkıs’ı kendinden sürekli üstün görür. Ancak Adnan kibirli olduğu için sürekli Belkıs ile bir çatışma halinde olur. Bir türlü onunla kendisini müsavi görmez. Zaten sonunda da daha önceleri ders verdiği Maliye Nazırı’nın kızı Süheyla ile evlenir. Ve Süheyla karakteri Kuntay’ın olumladığı tek kadın tiplemedir. Belkıs moderniteyi, Süheyla geleneği temsil eder. Bu, hakikatte Osmanlının son dönemlerinde gelenek ve modernite dikotomisinin, toplumsal koşullanmalardan kaynaklı bir zihniyet problemini de gözler önüne serer.
İKİYÜZLÜLÜK, HIRS, PARA KOLTUK SEVDASI, İFTİRA...
Romanda birey ve toplumda erozyona uğrayan ilişki biçimleri devlet mekanizmasındaki çöküşle bağıntılandırılır. Bu bağlamda gerek Hidayet’in gerekse de Erkan-ı Harp Müşiri’nin konağı negatif bir imaja sahiptir. Ve birçok bürokratın bir araya geldiği bu konaklar; ikiyüzlülük, hırs, para, koltuk sevdası, iftira, yalan, adam kayırmaca gibi pejoratif eylem ve söylemlerin yayıldığı, toplumsal yozlaşının bürokratik araçlarla nasıl fertler üzerinde tesir ettiği roman boyunca gözler önüne serilir. Dolayısıyla da denilebilir ki bürokratik yozlaşı belli mütekabiliyetlerle özelde bireyleri genelde toplumu hem ahlaki hem de zihinsel dekadansa sürüklemiştir.
Romanın son bölümü Mondros Mütarekesi ile başlar. Birinci Dünya Savaşı'nda ağır bir yenilgi alan Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri tarafından ağır ve geri dönülemez yaptırımlara maruz bırakılmış, tüm silahlarına el konulmuş, vatanın her karışı işgal edilmişti. Bilhassa 93 Harbi ile Rusya ile girişilen mücadele dönemi imparatorluğu yıkımın eşiğine getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde milli şuur çoktan uyandırılmış, yeni bir devrin ve devletin adı muştulanmıştı.
Bu dönemde Adnan Belkıs’tan ayrılmış Süheyla ile evlenmiştir. Yeni bir avukatlık bürosu açmış ancak yine eski Adnan olduğu için bürosunun aidatını, Süheyla ondan gizlice katibi eliyle öder. Kuntay, Adnan özelinde ülkenin genel panoromasını çıkarır. Dolayısıyla da Kuntay’ın Üç İstanbul romanı Adnan özelinde yıkımın eşiğine gelmiş bir imparatorluğun bürokratik, ontolojik, sosyolojik,ve psikolojik tahlilleri ve yanlış algılanan Batılılaşma’nın, modernleşmenin bu yanlış algılamayla geleneksel olan ile karşılaştırıldığında onu bizzat değiştirmeyip, Weber'yen bir söylem pratiği ile yeniden dönüştürdüğü, ürettiği bir problem olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Kuntay'ın Üç İstanbul'u, bürokratik yozlaşıyı bir kent fragmanı olarak İstanbul'da ele alması; aynı nedenden ötürü Weber'yen ussal-yasal bürokrasiyi, birey, devlet ve iktidar ilişki biçimlerinin anlaşılmasını günümüzde de hâlâ olanaklı hale getiriyor. Üç İstanbul, okuyucuyu; erdem, ahlak ve fazilet gibi insani duyarlılığın dolayımlarına davet ediyor.