Doğu-Batı sentezciliği değil, damıtılmış, yaratıcı müzik
Besteci Mehmet Ali Sanlıkol, piyano ve ud enstrümanlarına yenilikler getirdi. Bir İstanbul Çelebisi adlı eseriyle Grammy adayı olan Sanlıkol, 'Doğu-Batı sentezi' müziklerini eleştirdi
Kıbrıs asıllı Türk besteci, piyanist, vokalist, multienstrümantalist ve eğitmen Mehmet Ali Sanlıkol, sıra dışı ve geleceğe yön verecek kadar iddialı üretimlerine devam ediyor. 1993’ten beri Boston’da yaşayan ve New England Konservatuvarı’nda profesör olan Sanlıkol, caz müziği üzerine lisans ve yüksek lisansın ardından 10 yılını Türk müziği çalışmaya verdi. Günümüzde üretilen ve “Doğu-Batı sentezi” olarak tanımlanan müziklere eleştiri getiren Sanlıkol, bu müziklerin çoğunda var olan eklektik yapıya dikkat çekti.
Müziğin kültürle bağına dikkat çeken ve tıpkı dil gibi hassasiyetle yaklaşılması gerektiğini vurgulayan Sanlıkol, “Benim müziğimde bir rafinelik varsa, iki dili de iyi bilmemden ve iyi bir ‘müzik tercümanı’ olmamdan kaynaklanıyor” ifadelerini kullandı.
“Talk About A Turkish Blues” adlı yeni bir tekli yayınlayan Sanlıkol, parçayı kendi icat ettiği elektro ud ile kaydetti. Ayrıca yine kendi tasarladığı “Sanlıkol Renaissance 17” adındaki mikrotonal klavyenin tanıtımını yapan Sanlıkol, geçen Şubat ayında, Evliya Çelebi’nin “Seyahatnâme”sinden esinlenerek bestelediği “A Gentleman of Istanbul” adlı eserinin Türkiye prömiyerini yapmıştı. Eser, Grammy Ödüllerinde ‘En İyi Klasik Müzik Kaydı’ dalında son 5’e kalarak aday olmuştu.
Mehmet Ali Sanlıkol ile ses getiren çalışmalarını konuştuk.
ELEKTRO UD VE ‘TURKISH BLUES’
• Blues müzikleri içerisinde yer alan alt türler içinde daha önce “Turkish Blues” diye bir tanım yapılmamıştı. Ama bunun örnekleriyle ilgili yazılar yazılmış ve öneriler yapılmıştı. “Talk About a Turkish Blues” parçası nasıl ortaya çıktı?
Anadolu’daki türkülerin sıklıkla rastladığımız bir melodik seyri var. Tizden pese doğru inen bir kalıp bu. Ben bunları Amerika’daki öğrencilerime anlatırken “Turkish Blues” diye bir tabir kullanıyordum ki etnomüzikologlar “Greek Blues”, “Turkish Blues” gibi tabirleri epeydir kullanıyorlar. Şarkının ismi bir miktar buna dayanıyor.
Esasında bu parçayı birkaç yıl önce yazmıştım. Bahsettiğim halk müziği formlarıyla bir ilgisi yok zira şarkının formu, bildiğimiz minör blues formunun bir çeşit varyantı diyebiliriz. Üzerine uşşak makamını giydirdiğim bir ezgisi var ki doğrudan blues formunun içinde makamsal olarak elektro ud ile çaldım. O ezgiyi yıllar önce bestelemiştim ama demek ki gerçekleştirmek için böyle bir şey arıyormuşum. Başka türlü yapmak içime sinmiyordu. Böyle dört dörtlük oldu ve hemen kaydettim.
• Parçanın ismine nasıl karar verdiniz?
Parça Blues formunda olduğu için, ismini de iki arkadaşın konuşma esnasındaki bir söylemi gibi düşündüm. İngilizceden çevirdiğimizde aşağı yukarı şöyle bir mizahi anlama denk geliyor: “Türk Blues’u da olsa olsa işte böyle bir şey olur.”
• Bu parçada kullandığınız, kendi icadınız olan elektro uddan bahseder misiniz?
Uzun yıllardır aklımda bir elektro ud konsepti vardı. Udlarda daha önce kullanılan manyetik veya eşik altına uygulanan çeşitli çözümler hiç iyi sonuç vermiyordu. Sahnede çalarken, diğer enstrümanlar biraz tansiyonu arttırsa ud arka planda kalıyor, sesini arttırmak istediğinde ise başka teknik sorunlar çıkıyordu.
Ben de hep şunu istiyordum; sonuçta klasik gitardan elektrogitara yaşanmış bir süreç var. Gövdesi ufaldı, sapı uzadı. Sapı uzadı derken yalnızca erişilebilen perdeler arttı, sap aynı sap. Naylon tel yerine çelik tel kullanıldı. Manyetikler kullanıldı. Peki biz bunu ud için neden yapmıyoruz? Yeni bir tını olacak evet ama neden olmasın?
Amerikalı bir gitarist arkadaşım vardı. Ud da çalıyordu. Meğer kendisinin lütiyeliği de varmış. Bir gün “ben bunu sana yaparım” dedi. Kendi yaptığı bazı enstrümanları gösterdi, gerçekten çok güzeldi. İsteklerimi söyledim ve işe giriştik. Sonuç çok güzel oldu. Ud çaldığım için bana çok doğal geldi bu enstrüman. Elime alır almaz kolaylıkla çalabildim.
PİYANODA YENİ BİR SOLUK
• Bir de “Sanlıkol Renaissance 17” isminde bir mikrotonal klavye tasarladınız ve tanıttınız. Bu enstrümana ilgi nasıl?
Elektro ud da Renaissance 17 de çok ilgi gördü. Amerika’nın en saygın radyosu olan NPR (National Public Radio), sadece Renaissance 17 için beni üç kere radyoya davet etti. Çok ilgilerini çekmişti. O kadar iyi hazırlanmışlar ki radyo gibi görselliğin olmadığı bir yayında bu enstrümanı en iyi şekilde anlattılar.
Sanlıkol Renaissance 17’yi sahnede epey bir zaman kullandım.
Bu elimdeki enstrüman, bir prototip. Ahşap bir prototip. Şubat-Mart gibi çıkarmayı planladığım yeni bir albüm kaydettim. Albümdeki iki parçada prototipi ilk kez kullandım. Tını aynen istediğim gibi oldu. Bir tanesi hızlı bir parça. Bilerek süratli bir parça koymak istedim ki enstrümanın o hızlı çalım imkânı görünsün. Çünkü öyle bir enstrüman, üzerinde uçabiliyorsun.
• Peki dünyada bu tür mikrotonal klavye gibi enstrümanlara ilgi nasıl? Kimler kullanıyor?
Mikrotonal müziğe ilgi duyan tabi ki niş bir kitle. Açıkçası bu insanlar sadece o alana kafayı takmış ve bundan büyük heyecan duyan kişiler. Ben ise pek de öyle biri değilim esasında. Matematik zekâsından daha ziyade sanırım duygusal zekâ gibi başka bir yönümün gelişmiş olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla ben o mikrotonal müzisyenlerin dünyasına pek giremedim. Çünkü onlar genellikle serialist, yani on iki ton müziği yaklaşımı sergiliyorlar: Bütün aralıkların birbirine eşit olduğu 12 tonu alıp 24’e, 48’e çıkarıyorlar. Halbuki bizim coğrafyamızdaki müziğimiz farklı. Modal bir müziğimiz var ve beni çeken mikrotonal yapı da daha çok bu yapı ile uyumlu.
Bazı öğrencilerim, Sanlıkol Renaissance 17 klavyesi ile farklı farklı neler çalınabileceğinden bahsediyorlar. Siz isterseniz yapın diyorum, zira benim ilgimi çekmiyor o tarz çalışmalar. Serialist/On iki ton tarzı yaklaşımları müziğimde kullandığım tabi ki oluyor. Ama müzikte genel yaklaşımım öyle değil. A Gentleman of Istanbul'un son bölümünde olduğu gibi çok avangart seslere/tınılara gittiğim zamanlar var.
Ama yeri gelince, onu duyduğum zaman ya da o hissiyatı yakalamak istediğimde bu şekilde yazıyorum. Sonuçta doktora yıllarımda serializmi de, “New Music” denilen tarzda yazıları da çalıştım. Hepsine oldukça hâkimim ama günün sonunda ilk tercihim değiller.
Button (düğme) keyboard denilen, bilgisayar klavyesi gibi düğmelerin olduğu enstrümanlar da var. Onları yüzlerce tuşlu yapmak mümkün. Mesela Almanya’da bir çocuk vardı, o da bir oktava otuz bir tuş eklemiş. O zaman ortaya daktilo gibi bir şey çıkıyor. Ben böyle bir şey istemiyorum. Ben piyanistim ve oturunca Chick Korea gibi çalabilmek istiyorum. Barok yıllarında da genel olarak sadece iki veya üç tuş eklemişler. Ben de sadece 5 tuş ekledim. Çünkü enstrümanın çalımını güçleştirmek istemiyorum.
‘KAYIP DO’NUN PEŞİNDE 10 YIL
• Seslere matematiksel yaklaşan ve müziği akademik bir alana sıkıştıran biri değilsiniz. Duygusal zekânızın ağır bastığını söylüyorsunuz. “Çalıcı Mehterler” gibi coğrafyamıza dönük çalışmalarınızdaki motivasyon kaynağınız nedir? Bu topraklara olan bağlılık mı?
Ben aslında kendi kültürüne çok yabancılaşmış bir şekilde büyüdüm. Ki sanırım Türkiye’de büyük bir kesim de böyle büyüyor esasında. Türkiye’nin muhafazakâr kesiminin evlatları da belki kendilerini eski kültürel mirasın içinde büyümüş şekilde hissediyorlar ama halbuki geçmişe onlar da oldukça yabancı. Çünkü onlar da yeni bir perspektiften dönüp bakıyor geçmişe. O da her zaman sağlıklı bir perspektif olmuyor. Birçok şeyi derinlemesine irdelemiş bir vizyon değil çünkü.
Dolayısıyla toplumca muhafazakâr ya da liberal, genel olarak kültürel geçmişimize yabancılaşmış bir duruşumuz var. Benim de bu batılı-oryantalist bakışım 25 yaşıma kadar devam etti. O yaşımda ise beklenmedik bir tecrübe yaşadım.
Yıl 2000, arkadaşlarla Risk adındaki askeri strateji oyununu oynuyorduk. Bir arkadaşım da espri olsun diye mehter müziği açtı. Hep beraber güldük. Genç Osman diye bir türküydü. Onun ezgisi kafamda yer etti ve beni şaşırttı. Çünkü melodideki do notası, dikey bir armoni duymak istediğinde farklı, yatay yani modal duymak istediğinde de farklı duyuluyordu. Bazı makamlarda bu durum vardır. Ama ben o güne kadar böyle bir şey duymamıştım.
Berklee’yi bitirmiştim ve New England Konservatuvarı’nda yüksek lisans yapıyordum. Türküdeki do notasını duyuyordum fakat müzik hep mi notasında duruyordu, do ortada yok. Hiç unutmuyorum gece yatağa yattım ve kafamda mehter çalıyordu. Çözmeye çalışıyordum çünkü.
Ertesi gün ünlü bir caz gitaristi olan hocam John Abercrombie’ye sordum “John, sence bu müzikteki do nerede?” diye. O da bazı ihtimalleri göstermişti gitar üzerinden. Türk müziğine merakım böyle başladı ve 10 yıl sürdü. Bir yandan etnomüzikolojiye yöneldim ve Türk müziği çalıştım.
Esasında “Doğu-Batı sentezi” denilen olay yeni bir şey değil. Bunlar çok eski şeyler. Ülkemize 1828’de Giuseppe Donizetti’yi getirmişler, Mızıka-i Hümayun’un başına gelmiş. Onun yaptığı şeyler de Doğu-Batı sentezi.
Bugün gencecikken bir şeyler yapmaya soyunan arkadaşlarımız oluyor ve bir bakıyoruz ki Donizetti’nin iki yüzyıl önce yaptığı şeyi şimdi yapıyor. Veya Mozart’ın Alla Turca’sı da bir çeşit sentez. Yani her konuşulduğunda sanki çok yeni bir şeymiş gibi “Doğu ile Batı’yı birleştirdi” falan deniyor. Bu zaten asırlardır olan bir şey ve bu fikir seviliyor. Uçan halı gibi insanlara egzotik geliyor.
Türkiye’de Doğu-Batı sentezi yapan birçok insan var zaten. Beni onların birçoğundan ayrıcalıklı kılan, benim caz ve bestecilik kariyerimi rafa kaldırarak on sene Türk müziği çalışmış olmam. Bu on senede ud çalmayı, ney üflemeyi öğrendim, makam çalıştım, Harvard’da Cemal Kafadar’dan Osmanlı tarihi ve eski yazıyı öğrendim. Peki bunları niye yaptım?
Çünkü biliyorum ki caz veya klasik müzik çalışırken on seneden fazla sadece enstrüman çalmak değil; müzik tarihi, müzik teorisi gibi kapsamlı bir eğitim almıştım. O zaman dedim ki aynısını Türk müziğinde de yapmam lazım. Aksini kendime yediremedim.
Şimdi ellinci yaşıma basarken müzikle ilgili şöyle bir eleştiri yapmak istiyorum. Birçok sentez denilen çalışmada, birbirlerinin dillerini bilmeyen müzisyenler buluşuyor ve sonuç olarak ortaya rafine bir müzik çıkmıyor. Hep yüzeysel şeyler çıkıyor. ‘Biraz sizden biraz bizden’ gibi bir müzik oluyor. Mesela festivallerde bir Hintli ve bir Türk müzisyen birlikte çalıyor. İki müzisyenin birlikte çalması zaten çok zor bir şey değil ki usta müzisyenler için. Hepsi kendi müziklerini çalıyorlar, arkada da başka müzisyenler onlara eşlik ediyor. İnsanlar da buna hayran oluyor. Ben ise tabiri caizse ‘bu ne şalgam bu ne lahana turşusu’ diyorum.
Benim gitmek istediğim nokta, başkalarının dediği gibi “Osmanlı makamını cazın içine koyduk”tan çok daha farklı bir yer. Kendi durumumu şuna benzetiyorum. Otuz yıldır ABD’de yaşadığım için İngilizceyi anadilim gibi konuşuyorum. Türkçeyi de aynı şekilde konuşmak ve hiç bozmamak için fazladan hassasiyet gösteriyorum. İki dili aynı seviyede konuşabilme yetisini devam ettirmek gibi, kendimi müzikte de çift dilli hatta üç dilli görüyorum.
Bu müziklerdeki hissiyatların karşılıklarını iyi bildiğim için kendimi çok iyi bir müzik tercümanı gibi görüyorum. Dolayısıyla benim müziğimde bir rafinelik varsa buradan geliyor. Ama arkasında da uzun bir mesai var.
GRAMMY ADAYI ESERİN SIRRI
• Bir İstanbul Çelebisi adlı eseriniz, Grammy adayı oldu ve dünyadaki müzik yayınlarından övgüler aldı. Sizce bu eser gücünü nereden alıyor?
Birkaç yerden alıyor. Birinci bölüm Bartok, Mahler etkilerinin olduğu ama makamsal yapıların da rahatlıkla duyulduğu, form olarak da 18. yüzyıl sonat formunda yazılmış bir bölümdü. Esere böyle girip ikinci bölümde ise şak diye romantik ve yaylıların geniş geniş çaldığı bir caz balad, üçüncü bölümde ise ney ve ağır ağır tasavvuf- semai havaları…
Bu çeşitlilik açıkçası fazla cesur ve rahatlıkla eleştirilerin hedefi olabilecek bir yaklaşımdı. Ama ben kendime güvendim ve dedim ki “ben öyle bir şey yapacağım ki içine bu enstrümanların hepsini koyacağım.” Tabi ilham kaynağım Evliya Çelebi’ydi. Onun “Seyahatname”si de böyle. Her sayfası farklı.
Ama Evliya’nın genel bir tavrı, genele hükmeden bir dili var. Ben bunu müzikte yapabilirim dedim kendime. Tekrar eden temalar, bir bölüme hakim olan enstrümanın önceki bölümde biraz duyulması gibi birçok şey düşündüm büyük formu yaratırken. Ve bir şekilde, rahatlıkla tenkit edilebilecek bir eserken tam tersine insanlar beni yakaladı.
“Kozmopolit duruşu en erişilebilir şekilde sunuyor” diye bir yorum almıştım ve bu çok hoşuma gitti çünkü salt akademik bir duruşum olmadığı için evet, lirik bir müzik ve erişilebilirliği var. Dinleyiciye çok uzak bir müzik değil. Halbuki derinlemesine bakacak olursan da çok katmanlı ve akademik derinliği olan da bir müzik. Birileri oturup incelese, yapısındaki incelikleride keşfedecektir.
‘ÇALICI MEHTERLER’ E-KİTAP OLDU
Mehmet Ali Sanlıkol’un Yapı Kredi Yayınları’ndan 2011 yılında çıkan ilk kitabı “Çalıcı Mehterler”in ikinci baskısı, Haziran ayında e-kitap formatında okurla buluştu. Kitapta dünyadaki en uzun ömürlü imparatorluklardan birinin teşkilatı olan Osmanlı Mehterhanesi ele alınıyor. Kitaba ismini veren, Evliyâ Çelebi’nin “çalıcı mehterler” şeklinde hitap ettiği müzisyenler bu teşkilatın sadece bir parçasını teşkil ediyor.
Mehmet Ali Sanlıkol ayrıntılı incelemesinde çalıcı mehterler hakkındaki çeşitli kaynakları Osmanlı İmparatorluğunun geniş kültürel dünyasının içerisinde değerlendirip çalıcı mehterlere dâir yeni bir takım görüşler sunarken, kitabın Osmanlı/Türk müziğinde yeni arayışlar içinde olan müzisyenlere de bir ilham kaynağı olmasını hedefliyor. Ayrıca kitaba eşlik eden Çalıcı Mehterler albümü de dijital platformlardan dinlenebiliyor.