Mehmet Erenler Aydınlık’a konuştu (3): '13 yaşımda canlı yayında çaldım okudum'
'Öyle duygulu çalıp okumuşum ki programdan sonra herkes tebrik etti, yüzümü öptüler, yanaklarımı öptüler... Ahmet Sezgin’i de anons etti. O da 'Gele gele geldim anam bu kara taşa' uzun havasını okudu. Ahmet Sezgin onunla meşhur olmuştu. Çok güzel okurdu. Programı bitirdik.'
Mehmet Erenler, ‘hocam’ dediği Muzaffer Sarısözen’i anlatmaya bu hafta da devam ediyor. Sarısözen, Erenler'i 11 yaşındayken Radyoya davet ediyor. Ancak öyle beklenmedik bir şey oluyor ki Erenler ancak iki yıl sonra canlı yayına çıkabiliyor... Sözü Erenler'e bırakıyoruz:
- Sarısözen ile nasıl tanıştınız?
Sarısözen, araştırma yapmak için Milli Eğitim Bakanlığı’na geliyor. Babam “Benim bir mahdumum var. Kendisi saz çalıyor, türkü söylüyor. Bir dinler misiniz?” diyor. Sarısözen, "Ahmet Bey, al çocuğu gel” demiş. 1957 yılıydı… Babam elimden tuttu ve Ankara Radyosu’na gittik. Sarısözen radyoya geldiğimizi duyunca hemen yanımıza geldi ve çok samimi karşıladı bizi. Babama, siz oturun biraz dinlenin dedi. Elimden tuttu ve beni aşağıya, sanatçıların olduğu yere götürdü. Canlı yayın vardı. Prova yapacaklardı. Emin Aldemir, Adnan Şeker… Koroda 80 kişi var. Sarısözen bana döndü “Yavrum neyi çalıp okuyacaksın” dedi. Dedim ki Zekeriya Boz’dan “Kadir Mevlam senden bir dileği var benim”, Erzincan yöresine ait bir türküyü okuyacağım. Tamam dedi. Provayla başlayacağız yavaş yavaş. O anda bütün sanatçılar etrafıma toplandılar, “Yahu bu çocuk kimmiş?” diye.
'HEYECANDAN DİZLERİM TİTRİYOR'
İbrahim Can: Hocam, heyecanlanmadın mı? O kadar radyoda dinlediğiniz sanatçı başınıza toplanmış?
Heyecanlanmaz olur muyum İbrahimciğim. Tabi heyecandan dizlerim titriyor. Ben çalıp okuyorum, etrafıma toplandılar beni dinliyorlar. Program saati yavaş yavaş geliyor, canlı yayın başlayacak. Bir yağmur yağdı, bir sel felaketi oldu… 1957’de… O canlı yayına başlamamıza yarım saat ya var ya yok. Beş buçukta başlardı, altıda biterdi. Altıda haberler başlardı. İnsanlar Yurttan Sesler Korosunun yüzü suyu hürmetine haberleri dinlerdi. Yoksa kimse açmazdı radyoyu. Türkü aşkından dolayı, türkü sevdasından dolayı, 'Türkü dinleyeceğim, kaçırmayayım Yurttan Sesleri' diye millet radyonun başına koşuyordu.
- Şimdi de öyle. TRT Türkü… Sevenler onu dinliyor.
Allah’ın hikmetine bak, Ankara’da, 1957’de, sel seli götürüyor… Bir de haber geldi ki 80 kişi ölmüş. Abidin Paşa, Mamak falan o tarafta tren raylarının üzerine cesetleri cenazeleri sırayla dizmişler… Bir de dediler ki 'Durum böyle, program iptal oldu'.
İbrahim Can: Peki bu sel nereden gelmiş?
Elmadağ taraflarından. Tabi Mamak’ta dereler taşıyor… Millet tek katlı binaların üzerine, çatılara, ağaçların tepesine çıkıyor. Kimi çıkamıyor… Boğuluyor ölüyorlar Allah rahmet eylesin…
İbrahim Can: Dere de geçiyordu Ankara’nın ortasından.
Tabi tabi. Oradan zaten, tren yolunun öbür tarafı dereydi. Program iptal oldu. Ben de canlı yayına çıkacağım diye gitmişim hevesle. 3 gün yas ilan edildi. Aradan zaman geçti. Tabi, biz Sarısözen Hoca’dan bir cevap bekliyoruz, tekrar davet eder mi etmez mi diye.
İki sene sonra, 1959 yılında, 13 yaşındayım. Rahmetli Sarısözen bakanlığa uğradığında babamı tekrar görünce hatırlamış. Ve "Ahmet Bey, mahdumunuzu alın gelin" diyor.
İKİ YIL SONRA...
- İki yıl geçtikten sonra.
Ama bakın hiç unutmuyor… Her işte bir hayır vardır. Sonra babam tabi yine elimden tutuyor ve gidiyoruz TRT’ye. Yine bizi aynı samimiyetle karşılıyor. On üç yaşındayım. Bir elimde saz, bir elimde hoca. Yukarıda dört numaralı stüdyoya beraber giriyoruz. Allah inandırsın, stüdyoda seksen kişi vardı ve hepsi ayağa kalktı. Hani ilkokulda öğretmen girer de herkes ayağa kalkar ya… Ya da askerde komutan gelir herkes ayağa kalkar. İçeride çıt yok.
Sarısözen nazik bir el işareti yaptı, herkes oturdu. Canlı yayının başlamasına beş dakika var. Bir masa, ortada bir mikrofon. Ben karşısında oturuyorum rahmetli hocanın. O gün Ahmet Sezgin’i de konuk etmiş hoca. Spiker falan yok, kendisi anons ediyor.
- Sizi daha önce hiç denemedi mi?
Beni ilk, 1957’de dinlemişti. Sesimi ve çalışımı biliyor. Daha çocukluk sesim… Ergenlik sesim, kız çocuğu gibi çıkıyor.
'MÜZİK HOCAMIZIN ÖĞRETTİĞİ NOTALARLA...'
- Sesiniz oturmamış…
Oturmamış. Daha çocuk sesi: tiz, tenor ses. Diyeceğim, sıra bana geldiğinde, anons ediyor hoca: "Muhterem dinleyenler, şimdi karşınızda mini mini bir sanatçı var. Bu sanatçı, Ayaşlı Mehmet Erenler. Şimdi bizlere, Erzincan yöresinden bir türkü çalıp okuyacak: Kadir Mevlam senden bir dileğim var, beni muhanete muhtaç eyleme.” Tabi ben de canlı yayında çaldım okudum. Hepsinin hoşuna gitti. Öyle duygulu çalıp okumuşum ki programdan sonra herkes tebrik etti, yüzümü öptüler, yanaklarımı öptüler.
Sıra Ahmet Sezgin’e geldi. Ahmet Sezgin’i de anons etti. O da 'Gele gele geldim anam bu kara taşa' uzun havasını okudu. Ahmet Sezgin onunla meşhur olmuştu. Çok güzel okurdu. Programı bitirdik.
Yıllar birbirini kovaladı, benim bütün amacım Radyoya girmek. Hem okula gidiyorum hem de saza ağırlık veriyorum. Bu arada içkisiz aile gazinoları da devam ediyor.
- Bir eğitim var mı peki o dönem?
Yok! Ortaokulda müzik hocasının anlattığı şeylerle notayı öğrendim. Bu yaşıma kadar kimseden ders almadım.
- Hocam nasıl bir azimdir bu?
Zaten diyezi, bemolü gördüğünüz zaman makamlar çıkıyor. Sahnede solistlerle beraberiz falan…
'SOLİSTİ OKUTAN SAZ'
- Doğuştan yetenek…
Yani tabi… Ben nota, usul vesaire kendi kendime öğrendim. Türkülerin icrası da…
İbrahim Can: Herkes Mehmet Erenler’in sazıyla okumak isterdi. Bunu gözlemledim. 40 yılda bunu gördüm. Mehmet Erenler 'solisti okutan saz'. Böyle diyebilir miyiz hocam?
Tabi, kesinlikle.
İbrahim Can: Solist, belki kafası çok dağınıktır ya da tam bir resim çizemez. Saz o kadar ustadır ki onu yönlendirir. Gözleriyle birbirlerine bakarlar. Beraber okursun, ondan güç alırsın. Bu çok önemli…
Sazda sen en iyi olabilirsin, soliste güvenemediğinde senin de verimin düşer. Solist sazı yönlendirir…
İbrahim Can: On beş yaşında grup şefliği yapıyordunuz.
Evet grup şefliği yapıyordum.
'BÜTÜN AMACIM RADYOYA GİRMEK'
- Radyoya girme hayaliniz…
Tabi, bütün amacım TRT’ye girmek, radyoya girmek. Bu arada ailemin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar da vardı. Bir katkım olursa, mutluluk duyuyordum. Bu arada bir turne teklifi geldi. Nuri Sesigüzel’le çalıyorum o zaman. Turneye çıktım. Gittim, geldim, sonra başka bir turne oldu. Tabi, biraz da ekonomik yönden tatlı geldi bana. Derken, liseye başladım. Lisede bir sene okudum… Yine çalışmak zorunda hissediyorum, aileme katkıdan dolayı, okumayı da çok arzu ediyorum. Derken, lise biri okudum, ikinci sınıfta okulu terk ettim, çalışmak zorunda olduğum için. Bu arada tabi sekiz saatten aşağı saz elimden düşmüyor. Sazımla yatıyorum, sazımla kalkıyorum.
- Müthiş bir disiplin sekiz saat…
Bütün amaç radyoya girmek. O arada, İstanbul’a geldim. Nuri Sesigüzel de İstanbul’a geldi. Bir, bir buçuk sene kadar İstanbul’da kaldım. 16-17 yaşlarımdayım. Sonra, Ankara radyosunda yetiştirilmek üzere stajyer sanatçı sınavı açıldı.
- Tam size göre.
Dört bin kişi müracaat etmişti o tarihte. Ben ayrı bir ek dilekçe verdim. Dedim ki, yetişmiş sanatçı olarak girmek istiyorum sınava. Yani yetiştirilmek üzere değil, yetişmiş sanatçı olarak. Çünkü bütün repertuvarı ezbere biliyorum.
- Onların eğitiminin çok üstünde…
Ondan sonra, yöre tavırları hakkında da kendimi geliştirmiştim. Orta Anadolu, Ege, Karadeniz, Zeybekleri vesaire… Solistlerle de devamlı repertuvar dağarcığım gelişti. Sadece Nuri Sesigüzel’e çalmadım. Nuri Sesigüzel’in kulakları çınlasın. Ben Ankara’da sınava gireceğim dedim. Nuri Sesigüzel "Yahu Mehmetçiğim ne yapacaksın radyoya girip Allah aşkına. Boş ver! Burada çalışıyoruz işte, para da kazanıyorsun…" dedi. Çok teşekkür ettim, gidip o sınava girmem lazım, dedim. Benim için ayrı bir jüri toplandı. Yetişmiş sanatçı olarak gireceğim ya… Jüride on bir kişi vardı. Onlar tabi benden yaşlı.
SINJAV JÜRİSİNDEN BAZI USTALAR
Mehmet Erenler, girdiği sınavın jürisini anlattı. "İşinin en ehli olanlar. Çok muhterem insanlardı. Muammer Sun… Düşünebiliyor musunuz?" dedi ve sürdürdü: Sonra ben sınava girdim, açtılar önüme notaları, piyangodan çeker gibi… Solfejini yaptırdılar.
- Nida Tüfekçi. (D: 1929, Yozgat.) Ankara Maliye Okulunda öğrenciyken Muzaffer Sarısözen ile tanıştı. 1947'den itibaren Ankara Radyosunun Yurttan Sesler emisyonlarına ses ve saz sanatçısı olarak katılmaya başladı. 1953 yılında Ankara Radyosunda Yurttan Sesler daimi korosuna, 1972 yılında TRT Müzik Dairesi Türk Halk Müziği Müdürlüğüne atandı. 1958’de Neriman Altındağ Tüfekçi ile evlendi. (Ö: 1993.)
- Neriman Altındağ Tüfekçi. (D: 1929, İstanbul.) 1942 yılında Ankara Radyosu'na girdi. 1949 yılında Yurttan Sesler Korosu şef yardımcılığına atandı. 1950 yılında 'repetitörlük' ve 1953 yılında 'Artist -Öğretmenlik' derecelerine yükseldi. 1957 yılında Kadınlar Korosunu kurup yöneten sanatçı, 1959 yılında İstanbul Radyosuna atandı. Burada Yurttan Sesler Kadınlar Korosunu kurup yönetti. 1972 yılında tekrar Ankara Radyosu'na döndü. Ankara Radyosunda oluşturulan büyük jürilerce yapılan sınavları üstün başarı ile kazanarak ilk kadın solist, ilk kadın öğretmen, ilk kadın şef ve bugüne kadar halk müziği dalında verilen ilk ve tek kadın Artist-Öğretmen unvanlarına layık görüldü. Türkü aşığı şair-ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu bir söyleşisinde "Neriman'dan başka kimseyi dinlemem, hele 'Kışlalar Doldu Bugün'ü çalacaksanız, sakın başkasından çalmayın, dinlemem" diyerek sanatçıya olan hayranlığını dile getirmiştir. 1951 yılında Muzaffer Sarısözen ile evlenmiştir. 1958 yılında Nida Tüfekçi ile evlenmiştir. (Ö: İstanbul-2009.)
- Mustafa Geceyatmaz. (D:1931, İstanbul.) Radyonun ikinci kuşak ses sanatçılarından. 1964 yılında TRT'nin Şef Prodüktör kadrosuna atandı. Ankara THM müdürlüğü yaptı. Derlemeleri var. (Ö:1997.)
- Emin Aldemir. (D: 1925,Bolu.) Sekiz yaşında saz çalmaya başladı. 1950 yılında Ankara Radyosu Yurttan Sesler Topluluğunda bağlama grubu ve koro şefliği yaptı. Birçok türkü derledi ve notaya aldı. (Ö: 2005.)
- Ziya Taşkent. (D. 1932, Adapazarı.) Türk sanat müziği bestekarı, solist. 17Ağustos 1999 Marmara depreminde ses sanatçısı eşi Ulviye Taşkent, kızı Rengin Dalmanoğlu, torunları Ece ve Efe Dalmanoğlu ile birlikte Yalova'nın Çiftlikköy ilçesinde yaşamını yitirdi.
- Muzaffer İlkar. (D: 1910,İstanbul.) 1938 yılında Ankara Radyosu’na girdi. 1955 yılında Ankara Radyosu Türk Müziği Şefliği görevine getirildi. (Ö: 1987, İstanbul.)
- Vecihe Daryal. (D: 1912, İstanbul.) Kadın saz sanatçılarının en ünlüsü. Müzisyen, icracı ve besteci. (Ö: 1970, Ankara.)
- A. Osman Özdenkçi. (D: 1924, Eskişehir.) 1942 yılında Ankara Radyosu'na Saz Sanatçısı olarak girdi. Muzaffer Sarısözen'den sonra uzun yıllar Yurttan Sesler Topluluğunu yönetti. TRT Repertuvar Kurulunda ve İcra Denetleme Kurulunda görev aldı. (Ö: 1976.)
- Muammer Sun. (D. 1932,Ankara.) 1953 yılında Ankara Devlet Konservatuarını kazanarak Adnan Saygun’un öğrencisi oldu. Konservatuarda Muzaffer Sarısözen ile halk müziği, Ruşen Ferit Kam ile klasik Türk müziği, özel olarak Kemal İlerici ile Türk müziği makamlar sistemi ve armonisi çalıştı. 1960’ta konservatuarın yüksek bölümünü bitirdi ve aynı yıl bu okulda solfej öğretmenliğine getirildi. 1975’te konservatuarın nota yazım ve çalgı yapım dallarının kurulmasına ilişkin yönetmelik maddeleriyle bunların programlarını yazdı. 1980’de İstanbul Devlet Konservatuarında aynı görevini sürdürdü. Ayrıca koro, solfej, armoni, kontrpuan, modal müzik dersleri verdi. 1982’de emekliye ayrıldı.
Mehmet Erenler meşhur etti:
'Deymen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme'
Deymen benim gamlı yaslı gönlüme
Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım
Evvel bağban idim dostun bağında
Talan vurdu ayva nardan ayrıldım
Kumru gibi gökyüzünde dönende
Baykuş gibi viran yurda konanda
Çok ağladım Ferhat gibi çöllerde
Şirin gibi zülf-ü yardan ayrıldım
Bağban: Bahçıvan, bahçe bakıcısı.
Zülf-ü yar: Yarin zülfü, yardan gayrısına namahrem olan, haram olan.
Yöresi: Tokat
Kaynak: Abbas Öz
Derleyen ve notaya alan: Mehmet Erenler
TOKATLI HATIÇ KADININ YAKTIĞI SEVDA TÜRKÜSÜ
Anadolu’nun her köşesinde acılarla, sevinçlerle, hasretlerle, vuslatlarla harmanlanmış türküler yükselir. O türküler ki bizlere bir kalbimiz olduğunu yeniden hatırlatır. İşte o türkülerden biri de bu haftaki türkümüz: Deymen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme…
Türkünün hikayesini bu türkünün yakıldığı kişi olan Abdullah Sami Efendi’nin torunlarından Mehmet Hasgül’ün yazdığı yazıda buluyoruz. 1910’larda Tokat’ta geçen bir aşk hikayesi bu türkünün temelini oluşturuyor… Nalbantlık yapan Abdullah Sami Efendi bir gün Tokat-Sulusaray’a gider. Orada köyün en güzel kızlarından Pembe’yi görür. Görür görmez aşık olur fakat bilmediği bir şey vardır: Pembe bir başkasını sevmektedir… Pembe, sevdiği insanla evlenir. Abdullah Sami Efendi ise zaten Hatıç ile evlidir. Karısı Hatıç, büyük bir aşk ve saygı ile kocasına bağlıdır. Gel zaman git zaman Pembe’nin eşi Ali Onbaşı, Çanakkale Savaşında şehit düşer. Seneler sonra tekrar yolu Sulusaray’a düşen Abdullah Sami Efendi, Pembe’nin ‘dul kaldığını’ duyunca bir umut ona haberciler yollar ve uzun ısrarların ardından Pembe ile evlenir. Fakat ne Pembe’nin ne de Hatıç’ın ikinci isim olduklarından haberleri yoktur. Aradan geçen zamanda Hatıç, o çok sevdiği eşinin başka biriyle evlendiğini duyar ve kahrolur. Namaz kılarken dahi farkında bile olmadan Abdullah Sami’ye yaktığı türkünün sözleri dökülür dilinden..
“Viran bağda garip bülbül gezer mi?
"Felek böyle gara yazı yazar mı?
"Yiğit olan sevdiğinden bezer mi?
"Varın, bahın gumam benden güzel mi?”
Zaman içinde Hatıç kadının türküsü tüm Tokat’ta dilden dile gönülden gönle yayılır…
“Deymen benim gamlı yaslı gönlüme
"Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım
"Evvel bağban idim dostun bağında
"Talan vurdu; ayva, nardan ayrıldım”
Hatıç, kocasına çok aşık olsa da oldukça gururlu bir kadındır, onu asla affetmez ve kocasından ayrılır. O dönemde bu şartlar altında bir kadının yaşamasının zor olacağını bilen Abdullah Sami Efendi, Hatıç zorluk çekmesin diye bir ev verir. Aynı zamanda gariban ama iyi yürekli bir tanıdığı olan Nuri’yi de onunla evlenmeye ikna eder. Ömrü boyunca Nuri ve Hatıç’ın ne eksiği varsa gizliden gizliye giderir… Bunu bilen tek kişi olan Nuri, patronuna büyük bir saygı duymaktadır.
Ecel bir gün Abdullah Sami’nin de kapısına dayanır… Genç denebilecek yaşta siroza yakalanan Abdullah Sami’yi hastaneye kaldırırlar. Bu süreçte Nuri, sürekli hem patronu hem de dostu olan Sami Efendi’yi ziyarete gitmektedir. Bir gün Abdullah Sami Efendi, Nuri’ye, son kez Hatıç’ı görmek istediğini, ondan helallik almak istediğini söyler. Nuri ne kadar uğraşsa da Hatıç’ı ziyarete ikna edemez… Abdullah Sami ise son çare “Bari bir çorba pişirsin, parmağı çorbaya değsin, onu içip öyle öleyim” der. Nuri yalvar yakar Hatıç’ı ikna eder ve kadının hazırladığı muhteşem yemeklerle dolu tepsi tepesinde, yollara düşer. Yemeklerin kokusu pencereden hasta odasına kadar ulaşır. Abdullah Sami, affedildiğini o an anlar. “Keklik kanadını batırdı, çorbam geliyor” der ve o anda ruhunu teslim eder. Son sözü bu olmuştur. Hatıç’ın hazırladığı çorbadan ve yemeklerden tadamamıştır ama artık affedilmiştir.
HAFTAYA: Mehmet Erenler'in derlediği 'Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek' türküsü.