Modernite ve gelenek kıskacında burjuva bireyciliği
Tanzimat ve Abdülhamit dönemi olarak ele alınan devirler Türk modernleşmesinin ara geçiş dönemine tekabül eder ve toplumun tüm katmanlarında bir çatışma ve dönüşümü gösterir. Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları kitabı bu dönüşümlerin bireylerde yarattığı travmanın tipik bir göstergesidir.
Türk modernleşmesi, Tanzimattan beri tedricen süregelen politik, ekonomik ve sosyokültürel alanlardaki yapısal değişim ve dönüşümlerin etkisiyle bugünkü vaziyetini almıştır. Bu vaziyet alış genel olarak Cumhuriyet ve kazanımları ile beraber gelenek ve modernite dikotomisi (ikilik) kıskacında toplumsal alana tevarüs etmiştir. Belki de hâlâ Türk Modernleşmesini belli bir kavramsal ve kuramsal çerçeveye oturtamamamızın nedeni, bu dikotomiden, kargaşalıktan kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan Türk Modernleşmesini rasyonel ve sağlam bir eleştiriye tabi tutmak, her devrin belli reel toplumsal yapısını, o devrin bütün koşullarını müşahade etmek ile mümkün olabilir. Orhan Pamuk’un 1982’de ilk baskısı yayımlanan ve üç devri kuşak çatışması üzerinden sorunsallaştıran Cevdet Bey ve Oğulları romanı, Türk Modernleşmesinin toplumsal alandaki dönüşümünü anlamak adına somut bir örnek teşkil ediyor. Çünkü Türk Modernleşmesi incelendiğinde modernleşmenin veya batılılaşmanın, geleneği (anane) tasfiye mi ettiği yoksa onu dönüştürdüğü mü gibi temel bir problem olarak önümüzde durmakta ve halen de varlığını korumaktadır. Dolayısıyla da Pamuk’un, Cevdet Bey ve Oğullarını tahlil etmek, mevcut problemleri anlamamıza ışık tutabilir.
Orhan Pamuk’un üç kuşağı çatışma düzleminde anlattığı Cevdet Bey ve Oğulları romanı, esasen modernizm ve gelenek bağlamında çıkmazların, çatışmaların, hayal kırıklıklarının, dönüşen toplumsal dönüşümlerin bireylerde yarattığı travma açısından önem arz etmektedir. Özellikle de Türk Modernleşmesi bağlamında Cumhuriyet dönemine girişle beraber modernizm ve gelenek arasındaki uçurum giderek açılmış ve gelenek bir şekilde tasfiye yoluna gitmiştir. Bu bağlamda Cevdet Bey ve Oğulları Türk Modernleşmesi’nin Marx’ın ifadesiyle “yanlış bilinç” algısından ve bundan kaynaklı aydınlanma’nın 'logos'u dönüştüren aklı idrak edememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yanlış bilinç durumu, modernleşmenin aklını (aydınlanmanın aklı) kritik bir akıl olarak değil dogmatik bir akıl olarak alımlamasıyla ilintilidir. Bu zeminde modernleşme mefhumu, aydınlanmanın şüpheci ve özeleştirel aklı yerine; dogmatik ve Jakoben aklı tercih etmiş olması bakımından Pamuk’un roman karakterleri üzerinden göze çarpar. Hayatta başarılı bir tüccar olmaktan ve iyi bir eş edinmekten başka bir saadeti olmayan Cevdet Bey, Abdülhamit döneminin geleneksel figürünü temsil eder. Cevdet Bey her ne kadar gelenekselci gibi dursa da esasen batılı olmaya meyilli bir yapısı da var. Cevdet Bey’in bir zamanlar Fransa’da eğitim görmüş eski Jön Türklerden biri olan kardeşi Nusret ise Cevdet Bey’in tam karşıtlığını üstlenecek batı tipi bir karakteri temsil eder. Nusret, yaşadığı ülkeye de mesafeli yaklaşan, daima devrime inanan bir tiplemedir. Bu açıdan Cevdet Bey ve kardeşi Nusret, modernizm ve gelenek dikotomisinin en bariz örnekleri olarak karşımıza çıkar. Bu sorunsal aslında Osmanlı’nın son dönemlerinde meydana gelen toplumsal ve siyasal dönüşümlerin bireylerde yarattığı travmanın tipik bir göstergesidir. Çünkü Abdülhamit dönemi ya da Tanzimat dönemi olarak ele alacağımız bu devirler Türk modernleşmesinin ara geçiş dönemine tekabül eder ve toplumun tüm katmanlarında bir çatışma ve dönüşümü simgeler. Romanın ikinci bölümü Cumhuriyet’in ilan edildiği ve Cevdet Bey’in Nişantaşı’na taşınıp artık roman senaryosunun Cevdet Bey üzerinden çıkıp çocukları üzerinden anlattığı bir dönemi kapsar. Nişantaşı, mekansal bir form olarak gelenekten ‘modern’e yol alan bir tasvir olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde Cevdet Bey’in oğlu Refik ve arkadaşları Ömer ile Muhittin, Cumhuriyet devri tiplemesinin ana merkezinde yer alırlar. Refik son derece idealist bir karakterdir ve bu geleneksel aile yapısı onu bunaltmaktadır; ülkesi için yeni şeyler düşünmektedir ve sürekli bir çıkmazdadır. Voltaire ve Rousseau gibi aydınlanmacı müdavimleri sever ve ışığın Batıdan geleceğine inanır. Ama yukarıda belirttiğimiz gibi Refik de aydınlanmayı ‘yanlış bilinç’ten kaynaklı algıladığı için sürekli bir çıkmaza düşmüştür. Çünkü Refik, evden kaçıp demiryollarında çalışan üniversiteden mühendis arkadaşı Ömer’in yanına gidince orada Herr Rudolp adında Alman bir mühendisle münakaşaya girerler ve Alman mühendis; “Şeytan girmiş bir kere içinize, ruhunuza aklın ışığı düşmüş, artık yabancısınız, yaşadığınız dünya ile ruhunuz arasında uyuşmazlık var” diyerek Refik’in ve Ömer’in içine düştükleri dikotomiyi kritik eder. Keza Ömer de Refik de genç Cumhuriyet devrinin iki travmatik vakasını temsil ediyorlar. İdealistler ama bu idealizmi sadece batı aydınlanmasında görmekle yetinirler. Ve bu çelişki de batılılaşmayı veya modernleşmeyi Cumhuriyet devri kuşağı için sadece metonomik bir düzlemde alımlamalarından kaynaklanmaktadır. Ömer’in kendisini Goriot Baba’nın Rasticnac’ı olarak ikame etmeye çalışması bunun en bariz örneklerindendir.
Romanın son bölümü ise 1970’li yılların Refik’in oğlu Ahmet üzerinden anlatıldığı bölümdür. Bu bölümde de esasen Cevdet Bey’in gelenekselciliğinin neredeyse tamemen tasfiyesiyle karşı karşıyayız. Çünkü geleneğin son temsilcisi Cevdet Bey’in karısı Nihan Hanım hayatını kaybetmiştir. Ve Goya hayranı olan Ahmet’in ressamlık statüsü yeni bir burjuva sınıfının mübadelesiyle kendisini ifşa etmektedir. Esasen Goya metaforu, bir mukallitçilik realitesinin muhkem formunu burjuva bireyciliği statüsünde “yanlış bilinci” yüceleştirmekten öteye gidemiyor. Bu bağlamda Ahmet’in şu sözleri romanın genel tahliline ilişkin bunu destekler niteliktedir: “Canım burası Türkiye! Gerçeğin kendisiyle değil kötü bir taklidiyle karşı karşıyayız.”