O Cumhuriyet'in kızıydı: 74 bin tableti tozlu raflardan kurtardı
Savaşların acısını, devrimlerin coşkusunu yaşadı. Doğmadan adını ‘İlmiye’ koydu babası. Atatürk sevgisiyle büyüdü, acı günlerde bile okumaktan, bilim insanı olmaktan vazgeçmedi. 74 bin belge üzerinde çalıştı. Yaşına rağmen ‘Yetiştirmem gereken çok iş var çocuklar’ diyen gerçek Cumhuriyet kızıydı
“1914… Sizin için ne kadar geri değil mi? Vah vah vah… Olacak şey değil. Ama 1914 Haziran’ının 20’sinde doğmuşum.”
Bu sözlerle başlamıştı konuşmaya, 15 yıl önce. “Son Sümer Kraliçesi” belgeselini hazırlamak için günlerce sohbet ettik. Her gittiğimiz gün daha heyecanla karşıladı bizi, en güzel elbiseleriyle.
“Anlatacağım çok şey var.” der, albümleri eline alırdı. Kimi zaman gözleri ışıl ışıl kimi zaman da dolu dolu olurdu. Geçmişi anlatırken hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyordu, hafızası ileri yaşına rağmen çok güçlüydü.
Devrimlerin en önemli tanığı, Cumhuriyet’in yetiştirdiği değerli bir bilim insanımızdı Muazzez İlmiye Çığ.
ADI DOĞMADAN VERİLDİ
Baba Zekeriya İtil, adını daha doğmadan kararlaştırmıştı. 1914… Bağnazlığın kol gezdiği bir ülke. Zekeriya Bey, “Çocuğum kız, adı da İlmiye olmalı.” diyordu. İmparatorluğun yıkılışına tanık oluyordu ve bunun sorumlusunun ilimsizlik olduğunu görüyordu. O yüzden de kızı mutlaka ilim sahibi olmalıydı.
Muazzez İlmiye Çığ, babasını gururla anlattı:
“O zaman bir erkeğin kız istemesi… Bugün bile kafaları almıyor erkeklerin. Kızım olsun istemiş ve ‘kızım olursa’ demiş, ‘keman dersi, Fransızca dersi aldıracağım.’ Bunları nasıl düşündü o zaman babam…”
YARDIMSEVER DEDE
Zekeriya Bey öğretmendi. Bu nedenle de aile, her tayinde göç ediyordu. Dedeleri Kırım’dan Bulgaristan’a göç etmiş, son Balkan yenilgisinden sonra milyonlarca Türk’ün kaderini paylaşarak Anadolu’ya yerleşmek zorunda kalmışlardı.
Dedesinin soyadı “Yardımsever”. Hilal-i Ahmer’e, yani Kızılay’a yardım toplamak için bayramlarda özel kurabiyeler yapar, torunu Talat ile halka ikram ederdi. Annesi ise topluma yararlı çocuklar yetiştirdiği için 1971 yılında “Yılın Annesi” ödülünü almıştı.
Bağımsızlık için her şeyini ortaya koyan bir milletin ferdi olarak büyüdü Muazzez İlmiye Çığ. Yokluk içinde yaratmayı öğrenenlerdendi. Tüketmek erdem değildi o kuşak için.
“Tam seferberlik ilan edilmiş, ben doğmuşum. Ekmek kırıklarını, sofrada topladığımızı hatırlıyorum. O kadar aç ki millet. Onun için bir lokma ekmeği atmam. Yarın öbür gün sizler de muhtaç olacaksınız, bu gidiş öyle…”
‘BAYRAK ÖNEMLİYDİ’
Hafızasından atamadığı bir anısını da şöyle anlattı Muazzez İlmiye Çığ:
“İnönü Savaşı’nda Pazarcık’taydık. Yunan askerleri geliyor diye bizi hemen evlere kapadılar. Babam, kocaman bayrağı almış okuldan eve geliyor. Annem dedi ki ‘ya sen ne yaptın? Görürlerse seni öldürürler!’. ‘Okulda bırakırsam bayrağı yırtacaklar, bırakamadım.’ dedi babam. Bayrak, her şeyden önemliydi bizim için.”
İşgal başlamış. Yunan, Ankara’ya doğru ilerliyordu. Muazzez İlmiye Çığ’ı bugün dimdik ayakta tutan gücün kaynağı, hiçbir zaman unutmadığı o görüntülerdi:
“Yunan askeri üç gün kalabiliyor. Üçüncü gün bizim asker geliyor, kaçmaya başlıyorlar. Annemin anlattığı, Yunan geldiği zaman fevkalade botlar giymişler. Üç gün içinde sokaklar konserve kutularıyla dolmuş. Arkadan bizim asker geliyor. Zavallıların üzerleri yok, çarık var ayaklarında, o da yırtık. Perişan vaziyette onları kovalıyorlar.”
ESKİŞEHİR YOLU
Düşmanın yeni bir saldırı hazırlığı vardı. Ankara yolundaki bütün köy ve kasabalardaki insanlar gibi İtil ailesi de Anadolu’nun içlerine Eskişehir’e sığındı.
“Herkes nereye gideceğini bilmeden koşturuyordu. Bir tren vardı, fakat ne tren! Üstü açık bir vagon, altı cephane yüklü. Batı’dan cephane kaçırılıyor Anadolu’ya. Odun yandığı için bütün kıvılcımlar üzerimize geliyor. Bir yangın çıksa cephane patlayacak! Herkes canından değil, cephane gidecek diye korkuyor…”
‘ATATÜRK MİLLETİ AYAKLANDIRDI’
Millet, direnciyle dünyayı şaşkına çeviriyordu. Yeni bir ordu kurulmuştu. Düşmanı ülkeden atacak bir saldırının hazırlıkları yapılıyordu. Bu koşullarda hiç değilse askerin ayağına sağlam çarıklar dikilmeliydi. Tekalif-i Milliye Kararları yayımlandı. Çığ, halasının evinde yaşananları da şöyle anlattı:
“Eniştem gelmiş eve, halama ‘götür şunu’ diyor, eşyaları arabaya yerleştiriyor. Hükümete verecek. Halam, ‘Yaa evi boşaltıyorsun’ dedi. Eniştem, ‘Hanım düşman geldikten sonra bunların hiç önemi yok, bırak verelim.’ dedi. Öyle verdi insanlarımız. ‘Çılgın Türkler’ dedik ya. Milleti ayaklandırdı Atatürk. Vatanın ne demek olduğunu onlara anlattı.”
‘HER GECE AĞLIYORDUM’
Ve nihayet düşman, denize döküldü. İtil ailesi de 1924 yılı sonlarında, günlerce süren yolculuğun ardından Bursa’ya döndü. İlmiye, her şeye rağmen eğitimini sürdürmeliydi. Ülkesinin ihtiyacı vardı. Yatılı okula verdiler onu. Öğretmen okulu…
“Kalorifer yoktu, banyo yoktu. 15 günde bir hamama götürürlerdi. Bir sene alışamadım. Her gece ağlıyordum. Gece bekçisi kadınlar, bıkmışlardı benden. Ama sonra alıştım. Yatılı okul, kendim olmaya alıştırdı beni. Eğer o pısırık halimle devam etseymişim iyi olmayacakmış.”
ASIL SAVAŞ BAŞLADI
Cumhuriyet, devrimlerle atılıma başlamıştı. Kul gitmiş, özgür yurttaş gelmişti. Soran, sorgulayan nesil... Cumhuriyet rejimi, bu nesli eğitmek için kolları sıvamış, Atatürk’ün deyimiyle ‘asıl savaş’ başlamıştı.
“1928’de yeni yazı başladı. Memlekette de kadınların yeni harfler öğrenmek için nasıl heves ettiklerini duyuyorduk.”
“Balolar çok oluyordu Eskişehir’de. 1931’den sonra. Bir gecede dört balo verilirdi. Faytonlara binip grup halinde giderdik. Büyük bir sosyal yaşam başladı. Sonra tiyatrolar, sinemalar…”
‘HALK ÖĞRETMENLERE HEP YARDIM ETTİ’
Muazzez İlmiye Çığ, eğitimini tamamlayınca öğretmen olarak Eskişehir’e atandı.
“Birçok arkadaşımız, köylere, kasabalara gittiler. Herkes çok mutlu oldu. Halkımız öğretmenleri çok iyi karşıladı. Onları bir gurbetçi, garip olarak karşıladılar ve hep yardım ettiler.”
Gençliğinin en güzel günlerini Eskişehir’de geçirdi. Her anlattığında yeniden yaşadığı bir anısını da şöyle aktardı:
“Ne büyük heyecandı o zaman. Elimde keman, arkamda çocuklar... Onuncu Yıl Marşı’nı çala çala sokaklarda gezdiğimizi hatırlıyorum. Taa 1933’ten bugüne, kaç seneler geçti…”
YENİ BİR DÖNEM
Atatürk’ün emri ile kurulan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bir duyuru yaptı.
“Babam çok meraklı, o duyuyor. Bana, ‘Muazzez gitmek ister misin?’ dedi.”
15 Şubat 1936’da öğretmen okulundan arkadaşı Hatice Kızılyay’la birlikte trenle Ankara’ya doğru yola çıktılar. Ne paraları var ne de kalacak yerleri…
“Fakülteye kayıt yapan müdür, ‘Hangi şubeye gireceksiniz?’ diye sordu. Ben ‘Fransızca’ dedim. ‘Fransızca çok dolu. Hititoloji şubesi var, yanında Sümeroloji alacaksınız, Arkeoloji alacaksınız.’ dedi. Aman dedik ne olursa olsun yaz… Kaydolduk, sevine sevine çıktık. Ama ne Hititoloji’nin ne olduğunu biliyoruz ne Sümeroloji’nin ne Arkeoloji’nin… Lojinin bilim ifade ettiğini bile bilmiyoruz.”
ANKARA’NIN KIŞI…
İki arkadaş fakülteye yazılmışlardı yazılmasına ama başlarını sokacakları sıcak bir odaları bile yoktu. Ankara kışında ortada kalmışlardı. Neyse ki bir tanıdıklarının yardımıyla bir oda buldular.
“Şubat’ın 15’i. Yatağı ortaya koyduk, bir tane gaz lambası aldık. Yakındaki bir lokantaya ‘bize yemek gönderir misiniz?’ dedik. İkimize bir kişilik yemek alıyoruz. Isıtacak bir şeyimiz yok; yemek geliyor, soğuk yiyoruz. Ankara’da simit bile yoktu. Galiba çoğu zaman aç gezdik.”
İşte bu zor günlerde iki arkadaş, fakültenin yatılı bölümüne öğrenci alınacağını öğrendiler. Babasının arkadaşı olan Dr. Mustafa Cantekin’in yanına gittiler. Cantekin aynı zamanda Atatürk’ün Şam’dan silah arkadaşıydı.
“O zaman Atatürk’ün arkadaşına gitmek, Allah’ın huzuruna çıkmak gibi. Yağmur yağıyor, bardaktan boşanıyor. Bir şemsiye bulduk, delikmiş… Saman Pazarı’ndan Sıhhıye’ye yürüyoruz. Korka korka kapıyı çaldık. Kapıyı bir hanım açtı. Ben dedim ‘falanın kızıyım.’ ‘Evladım sen mi geldin?’ diye bana sarıldı. Biz şemsiyeyi kapatıyoruz delik görünmesin diye, kadın boyuna şemsiyeyi açıyor kurusun diye…”
CUMHURİYET SAHİP ÇIKTI
İlmiye ve arkadaşına Cumhuriyet sahip çıkmıştı. “Yatılı okuyorsunuz.” diye haber geldi. Artık sıcak bir odaları, dolapları, yatakları vardı.
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne 1936 yılında başlayan iki arkadaş, Hititoloji, Sümeroloji, Arkeoloji ve Almanca eğitimi almaya başladı. Yeni ülkenin sınırları çizilmişti ancak onun tarihini araştıracak, bilimsel araştırmalar yapacak beyinler çok azdı.
Bu boşluğu hiç akla gelmeyecek bir durum dolduracaktı. 1933 yılında Almanya’da Hitler iktidara gelmiş, Yahudi kökenli eğitimcileri kürsülerinden atmaya başlamıştı. Onlara, Atatürk’ün devrimci Türkiye’si kucak açtı. Genç İlmiye’nin öğretmenleri, Türkiye’ye sığınan bu öğretmenlerdi.
1933-45 yılları arasında 190 bilim insanı Türkiye’ye geldi. Gelenler arasında ünlü Hititolog Hans Gustav Güterbock ve Sümerolog Prof. Samuel Noah Kramer de vardı.
“Sümeroloji hocası gelmiş, demiş ki, ‘İyi ama ben ne yapacağım? Hiç kitap yok elimde. Falan profesör öldü Almanya’da, acaba kitaplığını alır mısın?’ Derhal alınıyor. Borç almıyoruz, borç ödüyoruz. Bir taraftan büyük bir gelişme var. Fabrikalar yapıyoruz, tren yolları yapıyoruz. Yepyeni bir başşehir doğuyor.”
TABLETLERLE BAŞ BAŞA
Muazzez İlmiye Çığ, fakülteden 1940 yılında mezun oldu. Öğretmenleri, İlmiye’nin üniversitede kalmasını istiyordu. Ama o, tabletlerin yanında kalmayı tercih etti. Yaşamı boyunca verdiği en önemli karardı bu.
Tam 74 bin tablet. Binlerce yıl öncesini bugüne taşıyan yazılı belgeler. Şimdi hepsi ellerinin altındaydı ve okunmayı bekliyordu. Ne yazıyordu acaba üzerlerinde? Hangi bilinmeyenler aydınlanacaktı.
Tabletler, 1889 yılında Osman Hamdi Bey zamanında müzeye konmuş ve o zamandan beri hiç el sürülmemişti.
“Tabletler kazılardan çıktığı gibi, pislik içinde. Bunun mutlaka temizlenmesi lazım. Bunun için bir kimyageri Avrupa’ya gönderiyorlar. O gelinceye kadar bir laboratuvar yapılıyor. Biz geldiğimizde laboratuvar yapılmıştı. Kraus’la birlikte başladık konservasyona. Gelenleri tasnif ediyoruz, dolaplara yerleştiriyoruz. Böylece başladık.”
TABLETLER KUTULARDA
Bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki Sümer, Hitit ve Akad tabletlerinin tümü pamuklu kutular içinde sınıflandırılmış olarak korunuyor. Geçmişimizi aydınlatacak bu hazine; özenle bu günlere ulaştırıldı. Bunda da müzeye girmeyi seçen o iki arkadaşın emeği bulunuyor.
Muazzez İlmiye Çığ, 74 bin çiviyazılı belge üzerinde 31 yıl çalıştıktan sonra 1972 yılında emekli oldu. Ardında bilimsel temellere oturmuş bir çalışma düzeni ve yetişmiş iki değerli uzman bıraktı.
BİLİMİ TOPLUMA SUNDU
Bir Sümer atasözü, “Biliyorsun neden öğretmiyorsun?” diyordu. Muazzez İlmiye Çığ için de artık öğretme zamanı gelmişti. Çalışmalar topluma sunulmalıydı. Bilim, laboratuvarların, müzelerin, kürsülerin dışına çıkmalıydı. Bilim özgür olmalı, halka ulaşmalıydı. Her şeyden çok sevdiği Atatürk’ün ve onun kurduğu Cumhuriyet rejiminin ona öğrettiği en önemli şey buydu.
Emekliliğinin ardından çok sayıda kitap yazdı, gençlerle konferanslarda buluştu ve tüm öğrendiklerini Türkiye’yle paylaştı. Son isteği geride kalan 60 bin tabletin okunmasıydı. Acaba onlarda neler yazıyordu? Ya toprak altından çıkarılmayı bekleyenler… Daha çok Muazzez İlmiye Çığ’a ihtiyacımız var.
'O GÖRMÜŞ BENİ'
Fakültede Kemal Çığ’la tanıştı. Bu, 47 yıl süren bir birlikteliğin başlangıcıydı.
“Dört sene öğretmen oldum, beni kimse beğenmedi. Baktım evlenemiyorum, babama, ‘Artık evlenmem, okumaya gidiyorum.’ dedim. O zaman gençler üniversiteye geliyorlar, ‘şu kız şöyle, bu kız böyle’ diye aralarında konuşmaya başlamışlar. O görmüş beni. Geldi, ‘Seni beğeniyorum, konuşalım.’ dedi. Ben dedim ki, ‘Öyle paldır küldür olmaz. Kafanda evlenme niyetin varsa ne ala, yoksa boş ver.”