Muş’a gelen komünist
Eskiden siyasi suçlarda hapis cezasının yanı sıra bir de sürgün cezası verilirdi. Örneğin, yedi yıl hapsine ve diyelim ki üç yıl da Diyarbakır’da sürgüne gönderilmesi gibi kararlar verirdi mahkemeler. Şefik Hüsnü, meşhur 1951 yılı tevkifatından yediği cezayı yatmış, sürgüne gönderildiği Manisa’da yaşama gözlerini yummuştu. Türkiye’de 1940’larda ve 50’lerde, komünistler çok az sayıda ve genellikle büyük şehirlerde yaşarlardı. Büyük çoğunluğu da İstanbul’da bulunurdu. Taşradaki halk, komünistleri tutuklamalarla ilgili gazete ve radyo haberlerinden duyar ve nasıl insanlar olduğunu merak ederlerdi. Bu anlatacağım öykü de gerçekten yaşanmış bir olaydır.
Bana bu öyküyü çocuk iken olayı bizzat yaşamış Mümtaz Kotan anlatmıştı. Kendisi de şehirlerine gelen komünistin ismini bilmediğini söylemişti. Aslında 1951 yılı tutuklamalarının dava dosyasına bakılırsa Muş’a kimin sürgün edildiği de tespit edilebilir. Ama burada anlatacağım öyküde ismin fazlaca bir önemi yok. O yıllarda, taşrada halkın sola, sosyalizme bakışını ve yaklaşımını yansıttığı için bunları yazıyorum.
MUŞ’A BİR KOMÜNİST GELİYOR
Sürgün bilgileri sürgünden önce telgrafla o ilin ya da ilçenin mülki amirine gelir, onlar da karakollara gelecek sürgünle ilgili bilgi verirlerdi. Bilgi polis karakoluna gelince, polislerden biri belki de bir kaçı, halkın arasına şehirlerine bir komünistin sürgün olarak geleceğini duyurdular. Muş günlerce, şehirlerine gelecek komünisti heyecanla beklemeye başladılar. O yıllarda neredeyse tek ulaşım aracı tren olduğu için, bütün halk tren garına gidiyor ve gelecek olan komünisti görmek istiyor. Komünist trenden inmeyince hayal kırıklığı içinde evlerine geri dönüyorlardı. Bu böyle birkaç gün sürüyor. Sonra karakoldan bir haber yayılıyor halka, komünist bu gün geliyor. Bütün Muş, tren garında toplanmış, sanki başbakan gelecek, Mümtaz Kotan’ın deyimiyle “iğne atsan yere düşmez.”
Nihayet posta treni oflaya, poflaya tren garına giriyor. Herkesin gözü trenden inecek komünistte. Acaba nasıl bir insan? Kuyruğu var mı? Kaç metre boyunda. Yüzü gözü nasıl? Merak ve heyecan son haddinde? Trenin kapısı açılıyor. Fötr şapkalı, zayıf orta boylu, ince gözlükleri olan takım elbiseli, kravatlı biri iniyor trenden.Kalabalığı görünce şaşırıyor. Elinde sıkı sıkıya tuttuğu tahta bavuluyla yürümeye başlıyor. Halk içinde mırıldanmalar başlıyor. Bu ne biçim komünist? Dışardan tayin edilen memurlara benziyor? Hiç böyle komünist olur mu? Diye konuşmalar başlıyor. Halk büyük bir hayal kırıklığıyla işine gücüne dönüyor.
HALSİZ DÜŞEN KOMÜNİST
Bizim sürgün gelen komünist, ilk iş olarak karakola gidiyor. Kaydını yaptırdıktan sonra, bir otel bulup yerleşmek için çarşıya geliyor. O zamanın Muş’u hepsi bir cadde ve tek bir küçük oteli var. Otele gidiyor bir oda kiralamak için. Otelci: “Bizim komünistlere verecek odamız yok” diyerek onu otelden kovuyor. Tahta bavuluyla ortada kalan komünistimiz, karnımı doyurayım, sonra çaresine bakarız diyerek lokantaya geliyor. Lokantanın sahibi gelerek: Bizim komüniste yedirecek yemeğimiz yok. Haydi, yallah diyerek lokantadan da kovuyor komünistimizi. Komünistimiz, hem yorgun, hem de aç. Düşünüp taşınıyor, ne yapayım diye, aklına fırın geliyor. “Gidip fırından bir ekmek alır, içine de peynir veya helva koyar yerim diyerek, varıyor fırına… Fırıncı da aşağı yukarı aynı tavrı gösteriyor. Artık halsiz düşen sürgünümüz, hiç olmazsa bir çay içeyim diye kahveye yönelince, kahveci de yolunu kesiyor ve kahvede oturup çay içmesini engelliyor.
Ortada kalan, sürgünümüz, tekrardan karakola dönüyor ve durumu anlatıyor. Neyse karakol, bekçiler aracılığıyla yemek getirtip karnını doyurmasını sağlıyorlar. Karakol amiri durumu valiliğe aktarıyor. Vali düşünüp taşınıp şu emri yayınlıyor: “Şehrimize sürgün gelen komünist, Valiliğin emriyle, şu otelde kalacak, şu lokantada yemek yiyecek, şu bakkal ve fırından alışveriş yapacak ve şu çay ocağında çay içecektir. Bu emri uygulamayanlar hakkında kanuni işlem yapılacağı, bütün Muş halkına ilanen duyurulur.” Böylece sürgün komünistimiz Valiliğin emirleriyle Muş’ta kendine bir yaşam kurmuş ve sürgününü tamamen izole edildiği koşullarda tamamlamıştır.
O ZOR GÜNLER
Bu öyküyü niye yazdım? TKP’lilerin hangi koşullarda mücadele ettiklerini ve halktan nasıl tecrit edildiklerini anlamamıza yararı olur diye düşündüm. Diyarbakır’da da, Matbaacı Nazım diye uzaktan bir akrabamız vardı. Ona da “Komünist Nazım” diyorlardı. Ben daha ortaokul son sınıfındayım. Sordum büyüklerime: “Bu Nazım dediğiniz adam ne yapıyor da ona ‘komünist’ diyorsunuz?” Bana verilen cevap aynen şöyleydi: “Bir minderi var üzerini Türk Bayrağı ile kaplamış ve onun üstünde oturuyor.” İşte halkın algısı böyleydi. Daha sonra Nazım’la dost ve arkadaş olduk. TİP üyesiydi. Ve yanılmıyorsam yönetici idi. Tabi biz Milli Demokratik Devrim’ci idik ve sık sık tartışırdık. O yüzden eskiler, TİP’in kıymetini bizim gibi yeni yetmelerden fazla bilirlerdi. TİP’in yarattığı yasal olanağa aşırı değer verirlerdi. Şimdi düşününce, onların ne kadar haklı olduğunu anlıyorum.
Bir gün Diyarbakır’ın en eski sosyalistlerinden, Tarık Ziya Ekinci’den sonra teorik olarak en birikimli sosyalisti, Terzi Niyazi’yi de anlatmak isterim.