Neoliberal saldırı araçları ve küreselleşme
Türkiye yıllarca neoliberal saldırı ile kontrol altına alınmaya çalışıldı. Fakat 15 Temmuz'dan sonra yeni bir sürecin içindeyiz. Eğitimin, gıdanın, enerjinin, sağlığın, sibernetiğin ve güvenliğin güvenliği bugün en önemli konulardır.
Son yıllarda sıklıkla duyduğumuz “Yeni Dünya Düzeni” nedir? Kimilerine göre gizli bir plan, kimilerine göre komplo teorisi, kimilerine göre de kaçırılmayacak bir fırsattır.
Her ne olursa olsun, ulus devletlerin varlığı, Siyonist küreselci çetenin hayalini kurduğu “Yeni Dünya Düzeninin” kurulmasına büyük bir engeldir. Batılı emperyalist devletler, “Yeni Dünya Düzeni”nin fikir babası ve şiddetli destekçisi, bazı Siyonist aileler tarafından, ulus devletlerin yıkılması için teşvik edilmekte ve maddi desteklerle fonlanmaktadır. Atanmış liderler tarafından yönetilen ulus devletler, din ve mezhep çatışmalarıyla boğuşturulurken, doğal kaynakları da kolayca gasp edilmektedir.
Batı emperyalizmi, yani küresel Dünya düzeninin muhafızları, kurulmak istenen “Yeni Dünya Düzeni”nin önünde dağ gibi duran az sayıdaki ulus devlete, bütün olanaklarını kullanarak yıllardır saldırmaktadırlar. Bu saldırıların en önemli hedeflerinden birisi de emperyalist batı devletlerine karşı büyük bir kurtuluş savaşı veren, zafer kazanan ve mazlum Afrika ve Asya milletlerine ilham veren Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştur.
Onların büyük hedef ve kutsal! planlarının gecikmesine sebep olan Türkiye ise, kesinlikle kontrol altına alınmalı, nihai olarak da cezalandırılmalıdır.
İLK ÖNEMLİ SALDIRI!
Saldırılar öncelikle eğitim sistemine yapılmalıydı ki, Türk gençliği dini, manevi ve kültürel bağlarından koparılarak, amaçsız, güvensiz ve ilkesiz hale getirilebilmeliydi. Dolayısıyla Atatürk’ün manevi mirası yok edilebilir ve Türk milleti tamamıyla kontrol altına alınabilirdi. 27 Aralık 1947 tarihli, FULBRİGHT Anlaşması ile, ABD ve Türkiye Cumhuriyeti Devletlerinin ortak bir eğitim komisyonu kurarak Türk Milli Eğitim politikasının bu komisyon tarafından alınan kararlara göre idare edilmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmaya göre; komisyon dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktı. ABD Türkiye Büyükelçisi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecekti. Dolayısıyla dost ve müttefik(!) ABD’nin onaylamayacağı hiç bir karar alınamayacak, nihai karar yetkisi ABD tarafında olacaktı. Sonuç olarak bugün hepimizin eleştirdiği milli, manevi değerlerimizden ve kültürümüzden koparılmış, Batı’cı, gayrı milli yönetim kadrolarının yetişiyor olması bir tesadüf değildi.
NATO’YA GİRİLMESİ
Milli politikalardan uzaklaşmaya başlamanın sonucu olarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki özgüvenini yitirmeye başlayan Türkiye’nin, ekonomik fayda ve güvenlik arayışları, Batı ile ilişkilerini belirleyen etkenler olmuştur. Bu bağlamda Türkiye dış politikasındaki en önemli hedeflerinden birisi NATO’ya üyelik olmuştu. Truman Doktrini sonrasında Amerikan yardımının NATO vasıtasıyla Batı Avrupa’ya yayılması, Türkiye’de bu yardımdan nasibini alma telaşıyla NATO havucunun peşine takılmıştı.
Türkiye ilk olarak Mayıs 1950’de, ikinci olarak da Ağustos 1950’de NATO’ya, girmek için müracat etti. ABD, Türkiye’nin bu isteğine, 25 Haziran 1950’de başlayan Kore Savaşı’na katılması koşulu ile razı oldu. Yani Türkiye, ABD’nin dünya hâkimiyeti savaşlarının birisinde Türk askerinin canı pahasına, bu şantaja boyun eğdi. ABD ve Batı bloğunun gözüne girebilmek için 4.500 kişilik bir kuvvetle BM gücünde yer aldı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez yurt dışına asker yollandı.
15 Eylül 1951’de NATO Bakanlar Konseyi toplanarak, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte NATO üyeliğine kabul edilmesine karar verdi. TBMM, 18 Şubat 1952 tarihinde toplanarak Kuzey Atlantik Antlaşması ve Protokolü’nü kabul etti. Türkiye’nin NATO’ya girişi ile birlikte Türkiye-ABD ilişkileri başlamış oldu. Türk topraklarının güvencesi sözde NATO güvencesi altına alınmış olmasıyla çok şükür milletçe rahat ettik(!) Böylece ABD-NATO Gladyo örgütü Türkiye’de rahatça yapılanma ve Türkiye’nin altını oyma fırsatını elde etmiş oldu.
Bunun dışında Adnan Menderes hükümeti döneminde, ABD ile birçok ikili anlaşma imzalanarak, Cumhuriyet’in kurucu felsefesi ve ATATÜRK ilke ve devrimleri, ABD ve Batı’nın saldırılarına açık hale getirilmiştir. Bu anlaşmalardan en yıkıcı ve zararlı sonuçları olabilecek olan ise, Adnan Menderes hükümetinin, 5 Mart 1959’da imzaladığı; ABD’ye gerektiğinde! Türkiye’ye silahlı müdahale hakkı veren, anlaşmadır.
Anlaşma, “Türkiye, doğrudan ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet ya da sivil saldırıya uğraması durumunda” ABD’ye askeri müdahale hakkı tanıyordu. “Tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı” gibi kavramların ne anlama geldiğine ve hangi durumda oluşacağına ise, Amerikalı yetkililer karar verecekti.
ABD’nin 1 Mart 2002 Irak’a Türkiye üzerinden müdahale teskeresi hezimeti sonrasında, 24 Temmuz 2002 tarihinde ve ne tesadüfdür ki senaryosunda tarif edilen, tıpkı Türkiye gibi olan bir ülkeyi işgal planı olan Milenium Challange (Yüzyılın Meydan Okuması) isimli tatbikat senaryosundaki işgal planının da bu anlaşmada var olan ve bugün de ısrarla Türkiye gündemine sokulmak istenen bir iç karışıklık sonrası uygulanmasıdır.
Bugün Türk milleti bu teslimiyetçi anlaşmaları sorgulamalı ve halen yürürlükte olanların da hesabını vekillerinden sormalıdır.
AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİK SÜRECİ
Türkiye ile Avrupa Birliği'nin ilişkileri de aynı dönemde, 31 Temmuz 1959 tarihinde Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu'na yaptığı ortaklık başvurusu ile başlar.
1963 yılında Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık antlaşması imzalamasıyla başlayan ve 1987 yılında tam üyeliğe başvurmasıyla ivme kazanan süreç, 06 Mart 1995 tarihinde, AB geçmişinde hiç örneği olmayan bir uygulama ile birliğe katılmadan büyük yaygaralarla gümrük birliğine katılan ilk ve tek ülke olarak, büyük ekonomik kayıplar yaşadığımız ucube bir dönem başlamış oldu.
1999 yılında AB üyelerinin yüksek lütufları! ile aday üye olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başlamış, halen de Türk halkının büyük çoğunluğunun asla istememesine ve Avrupa Birliği’nin dağılma sürecine girmiş olmasına rağmen kapı önündeki bekleyişimiz anlaşılmaz bir şekilde devam etmektedir.
27 MAYIS 1960 İHTİLALİ
Türk ordusunun, olup biten bu mandacı, teslimiyetçi zihniyet ve emperyalist kuşatma girişimlerine refleks olarak, genç subayları ile gerçekleştirdiği, 27 Mayıs 1960 İhtilali sonrasında yeni bir Anayasa hazırlanarak, 9 Temmuz 1961 tarihinde halk oylamasıyla kabul edilmiştir. Bu Anayasa’nın önemli özellikleri aşağıda belirtilmiştir;
- Güçler ayrılığı sağlanmıştır. (Yasama, yürütme, yargı)
- Cumhurbaşkanı olan kişinin partisi ile bağının kesilmesine karar verilmiştir.
- Çoğulcu demokrasi ilkesi benimsenmiştir.
- TBMM, Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
- Yargı bağımsızlığı sağlanmıştır.
- Çıkan yasaların anayasaya uygunluğunu kontrol eden Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Yasama yorumu kaldırılmıştır. Hakimlik teminatı getirilmiştir.
- Yürütmenin, yönetimin tüm eylemleri, kararları anayasal bir kuruluş olan Danıştay denetimine verilmiştir. Yani TBMM egemenlik hakkını kullanan tek organ olmaktan çıkıp Anayasa'da sözü edilen yetkili organlardan biri olmuştur.
- Kişinin temel hak ve özgürlükleri Anayasa ile güvenceye alınmıştır. Temel hakların sınırlandırılmasının ancak Anayasa'nın ruhuna uygun olmak kaydıyla ve ancak kanun ile yapılabileceği belirtilmiştir.
- "Siyasi partiler demokratik hayatın vazgeçilmezidirler." hükmü ile ilk kez siyasi partilerden ve çoğulcu yapıdan bahsedilmiştir.
- İşçi ve memurlara sendika kurma hakkı ile grev hakkı tanınmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur.
- Üniversiteler ve TRT özerkleştirilmiştir.
- Yerel yönetimlerin yetkileri kısmen arttırılmıştır.
- Önceden izin almaksızın dernek kurma hakkı ve gösteri/protesto yapma hakkı tanınmıştır.
- Kurumların yönetimindeki üst düzey kişilerin yargı kararı olmaksızın yönetimden uzaklaştırılmaları imkânı kaldırılmıştır.
- Sosyal devlet kavramı eklenmiştir.
12 MART 1971 MUHTIRASI
Sizlerin de kolayca görebileceği gibi 1961 Anayasası devlet yapısını kontrol altına alan ve toplumsal yaşamı düzenleyen birçok özgürlükçü maddesi ile emperyalist batının Türkiye’nin kurumlarını kontrol edebilme imkânına büyük darbeler vurmuş, Türk milletini dönüştürme planlarını sekteye uğratarak bu saldırılara direnişi örgütlemiştir.
İşte tam bu nedenlerle, TSK komuta kademesi, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ve dönemin Kuvvet Komutanlarının imzalarıyla Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY'a bir muhtıra vererek 32. Türkiye Hükümetini istifaya zorladığı Amerikancı bir askeri müdahale yapılmıştır. Her Amerikancı darbede olduğu gibi, bu darbe sonrasında da darbeciler tarafından Türkiye’nin gerçek milli güçlerine her alanda baskı uygulanmış, işkence, gözaltı ve tutuklamalarla, gayrı milli unsurlara ve uygulamalara oyun alanı açılmıştır.
Bu saldırılar tabi ki Türkiye Cumhuriyeti’ni dönüştürmeye dizlerinin üzerinde çökertmeye yetmemiş, 1961 Anayasası’nın örgütlediği direnişi tam olarak ortadan kaldıramamıştır. Daha etkili bir eylem ile 1961 Anayasası ve örgütlediği kuvvetlerin tamamen etkisizleştirilmesi için 12 Eylül darbesinin sözde meşru (kaos) zemininin hazırlanması aşamasına geçilmiştir.
Bu maksatla, milli bilinçten yoksun, sağ ve sol örgütler, batılı istihbarat örgütlerinin tezgâhına düşürülerek, desteklenerek ve kışkırtılarak, iç çatışma ortamı yaratılmıştır. Artık koşullar hazırdır. Koşullar oluşuncaya kadar, yabancı istihbarat örgütlerinin pervasız çalışmalarına göz yuman, ellerini kavuşturup seyredenlerin Türkiye’de akan kanı durdurma zamanları gelmiştir.
24 OCAK 1980 KARARLARI
Gerçekte ülke içinde tezgâhlanan iç çatışma ortamının kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak, yaşanan ancak daha güçlü etki yaratması için, Batı emperyalizminin ülke içindeki büyük destekçilerinden olan TÜSİAD gibi kurumlar tarafından da körüklenen, büyütülen ve desteklenen kararlardır. Ekonomik olarak yaşanan istikrarsızlığı gidermek amacıyla, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşması gibi çakma nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştır.
Dönemin Başbakanlık Müsteşarı olan Turgut ÖZAL’ın IMF’nin çok değerli! katkılarıyla, aslında IMF tarafından hazırlanan program, büyük tantana ve alkışlarla 24 Ocak 1980 tarihinde kamuoyuna açıklanmıştır. Bu kararlar ile 1980 öncesi dönemde uygulanan ithal ikameci büyüme stratejisi terk edilerek, dışa açık büyüme stratejisi uygulamaya konulmuş, piyasa ekonomisi olarak adlandırılan sistemin kurumsallaşması yönünde adımlar atılmıştır.
24 Ocak 1980 kararlarıyla ayrıca;
- %32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiş,
- Devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, KİT'lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmış,
- Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmış,
- Dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, kâr transferlerine kolaylık sağlanmış,
- Yurt dışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmiş,
- İthalat kademeli olarak liberalize edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir.
IMF'nin daha once yaptıramadığı istekleri içeren program, Türkiye'yi tek taraflı olarak yabancı sermayeye açmış; karar uygulanmaya başlanmasından dört yıl sonra, bu politikaların burjuvazinin malum küçük bir kesimi dışında tüm toplum kesimlerinin çok önemli kayıplarına neden olduğu görülmüştür.
Toplum direnciyle karşılaşmadan olağan koşullarda uygulanması mümkün olmayacak kadar sert ve birçoğu Türkiye’ye fayda sağlamayacak olan bu ekonomik tedbirleri halkın tepki ve direnişi olmadan uygulamaya koyabilmenin ancak askerî darbe koşullarında mümkün olabileceğinden, 12 Eylül 1980 darbesinin yaptırılması artık kaçınılmaz olmuştur. Böylece hem akan kan duracak! hem de bu acı ilaç topluma zorla yutturulabilecektir.
12 EYLÜL1980 DARBESİ
12 Eylül 1980 günü, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve dönemin Kuvvet Komutanları Başbakan Süleyman Demirel’i görevden alarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni de feshetmiştir. Hem koşulları, hem de öncesi gelişmeler değerlendirildiğinde bunun da Amerikancı bir darbe olduğu açıkça görülmektedir.
12 Eylül darbe yönetimi sonrasında yapılan ilk seçimle iktidara gelen Turgut ÖZAL 24 Ocak 1980 tarihinde başladığı, ancak yarım kalan ekonomik teslimiyet projeleri kapsamında, köylüyü, üreticiyi ve emeği yok saymış, onları memleketin sırtında kambur ilan etmiştir.
Cumhuriyet’in kurucu devrim ilke ve değerlerinden ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanarak büyük büyüme başarıları elde eden, kamucu, karma ekonomik sistemden tamamen uzaklaşarak, dost! Batı ülkelerinin tavsiye ve reçeteleri ile büyük bir teslimiyet süreci başlatılmıştır. Büyük emeklerle kurulan Kamu İktisadi Teşekkülleri’ni (KİT) önce liyakatsiz, beceriksiz yöneticiler vasıtası ile zarar eder hale getirilmiş, bunların satılması gerektiği yönünde yeterli tepki ve kamuoyu oluşturulduktan sonra da haraç mezat satmıştır.
Bu süreç yabancı sermayenin Türkiye’de faaliyet gösteren, bankalar, sigorta şirketleri ile karlı bazı şirketler ile stratejik şirketleri, onların para değerine göre çok ucuz fiyatlarla satın alması ile devam etmiştir.
Yerli malı haftaları, yerli malı kullanma bilinci yok edilmiş, hatta kendimden biliyorum bu konularda ısrarcı olmak alay konusu haline gelmiştir. Fullbright eğitim sisteminin mahsulü olan batıcı, liberal, işbirlikçi sermayemiz de bu ele geçirme operasyonlarında sadakatle görev almıştır.
“Benim memurum işini bilir” mantığını kamuda hâkim kılarak kamu kurumlarının yozlaştırılması yönünde tarihi hizmetler(!) yapmıştır.
Siyasi Partiler Yasası’nı, siyasi istikrar bahanesi ile yine yabancı reçeteleri ile değiştirerek seçim barajı koyulması konusunda çaba sarf edilmiş, bu nedenle mecliste temsil edilmeyen bir seçmen kitlesi yaratılarak hür seçmen iradesi esir alınmıştır.
Milletvekili veya belediye başkanı adayı olabilmek için yereldeki ön seçim uygulaması yerine parti merkezi tarafından, partiye yaptıkları bağış miktarına göre veya ahbap çavuş ilişkisi ile belirlenen, tabanın benimseyip desteklemediği aday adayları sistemini siyasi hayata sokmuştur. Partilere yapılan on milyonları bulan bağışların, muhakkak bir bedeli ve karşılığı vardır. Bu bedel de millet tarafından halen ödenmektedir.
AK Parti dönemi de ABD ve Batı tavsiyeleri ve reçeteleri ile “açılım”, “yeni anayasa”, “askerin vesayetini kaldırma” gibi gerçekçi olmayan, hayali ve hamasi ataklarla başlamış; hükümet kadrolarında yer almış olan FETÖ unsurlarının önyargıları ve suistimaliyle, ülkeyi süratle 15-16 Temmuz 2016 ABD destekli FETÖ darbe sürecine taşımıştır.
Bu esnada düşmanlarımız Türkiye’nin bölünme ve yönetimini kesin olarak ele geçirmenin pususuna yatmıştır. Ancak AK parti yönetimi, ABD ve AB reçetelerinin, FETÖ kadroları ile uygulanması sonucu Türkiye’nin götürülmek istendiği uçurumu ve bu uçuruma kendisinin de düşeceğini fark etmesi sonucunda Türkiye büyük bir felaketten dönmüştür.
Ancak halen milli bayramların kısıtlamalarla kutlanması, askeri liselerin kapatılması, askeri kurumların yetki ve sorumluluklarının değiştirilmesi gibi hususlarda FETÖ döneminin yanlış uygulamaları ısrarla sürdürülmektedir.
AK Parti iktidarı “Açılım” sürecinin şımartıp azdırdığı PKK terör örgütüyle silahlı mücadele nihayet başlamış, 15 Temmuz Amerikancı darbe girişimi sonrasında da devlet içindeki FETÖ örgütlenmeleri büyük oranda tasfiye edilmiş ve ABD’nin Türkiye içindeki operasyon gücü büyük oranda kırılmıştır.
FETÖ’nün ayağına taktığı prangalardan kurtulan TSK, Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki ABD destekli büyük İsrail planını darmadağın etmiş ve etmeye devam etmektedir.
Türkiye, savunma sanayindeki büyük atılımlar ve gelişmelerle de Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’ndeki hak ve menfaatlerine sahip çıkmış, milli benliğine geri dönme konusunda büyük adımlar atmıştır.
ABD ve Batı, bölücü örgüt PKK’nın siyasi temsilcisi HDP’nin her daim ayakta kalması için her türlü desteği vermektedir. Bu Türkiye’nin bölünme formülüdür. HDP’yi ayakta tutma görevi de maalesef CHP başta olmak üzere Millet İttifakı tarafından devralınmıştır.
Anayasa Mahkemesi ise nedense(!) ABD ve Batı’nın Türkiye’yi bölme planlarında önemli görevler üstlenmiş, yıkıcı ve bölücü faaliyetleri açık ve kesin delillerle ortaya konulmuş olan HDP’yi bir türlü kapatamamaktadır.
Geçmişten bu güne dalından kopmuş bir yaprak gibi boşlukta salınan Türk milleti, bu esen rüzgârlarla savrulup durmuş, yaşadıklarından şikâyet etmiş ancak asla sebeplerini irdeleme ihtiyacı hissetmemiş, irdelese de sonuca ulaşamamıştır. Zira geçmişte ustalıkla yönetilen algıları nedeniyle, eski defterleri kapattığı için, yakın tarihin içindeki hata ve hatta ihanetleri geçmiş defterlerin sayfalarında arama şansını kaybetmiştir.
Bu bir bilinç ve hafızayı canlandırma yazısıdır. Yaşadığımız hiç bir olumsuzluk kader ya da tesadüf değildir. Batı’nın ustalıkla hazırladığı tuzakların içine düşmüşlüğün kati ve kaçınılmaz sonucudur bu durumdan kurtuluş geçmişte siyasi ve ekonomik sistemde yapılan hataların kararlı ve kesin bir irade ile düzeltilmesiyle mümkündür.
Siyaset kurumu da sınıfta kalmıştır. Vatanına, atasına, geçmişine, halkına, kültürüne ve değerlerine sırtını dönmüş, ABD ve Batı reçeteleri ile milleti hasta etmiş yine aynı merkezlerin reçeteleri ile tedavi etmeye çalışmıştır. Hastalığın sebebi Batı’dır.
Saldırılar bununla da kalmamıştır Batı emperyalizminin, içimizdeki işbirlikçileri güç kazandığı oranda, artarak devam etmiştir. 24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül 1980 darbesinin olumsuz sonuçları sonrası, millet olarak üzerinde hassasiyetle durmamız gereken, ulus devletlerin hayatta kalabilmesinin en önemli koşulları olan aşağıdaki konularda da yeni saldırılar yapmanın koşulları hazır hale gelmiştir.
TEHDİT VE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK İHTİYAÇLARI
- Eğitimin Güvenliği,
- Sağlığın Güvenliği,
- Gıdanın Güvenliği,
- Güvenliğin Güvenliği,
- Enerjinin Güvenliği,
- Siber Güvenlik
EĞİTİMİN GÜVENLİĞİ
Yazımın ilk başında değinmiş olduğum, ABD ile ortak eğitim Fullbright komisyonlarının aldığı kararlara göre yönetilen milli eğitim sistemimiz, Turgut Özal iktidarı sonrasında tam gaz başlayan özelleştirme furyasından da nasibini almış, büyük bir hızla her yerde özel okullar açılmıştır. Üstelik bu okulların sermayelerinde Batı ve yönetimlerinde de Gladyo merkezlerinin izleri vardır.
Özel okulların peş peşe açılması furyasında kasıtlı olarak devlet okulları, ödeneksiz, desteksiz ve öksüz bırakılarak halk özel okullara mecbur edilmiştir. Türkiye Anayasası’nın eşit yurttaşlık ilkesi ihlal edilmiş, çocukların, zengini ve yoksuluyla, aynı sıralarda eşit eğitim hizmeti almasına, engel olunmuş, büyük bir sınıf farkı yaratılmıştır.
Bugün çevremizde çokça gördüğümüz, toplumdan, Türkiye gerçeklerinden kopuk, bireyci ve kibirli insan tipi bu okullarda alınan, kültüründen, toplumundan kopuk yoz eğitimin eseridir. FETÖ döneminin politikaları neticesi, milli bayramlarından da koparılmış gençliğimiz artık okullarında cadılar bayramını kutlar hale gelmiştir.
Bir milleti ayrıştırmanın, birbirine yabancı hale getirmenin bundan daha güzel bir yolunu bulmak mümkün olamazdı. Millet olma, bir olma, bütün olma kültür ve bilincine açık bir saldırı olan bu eğitim sistemi ve özel okul ayrışması toplumun temellerine yerleştirilmiş bir dinamittir. Böyle bir durumda nasıl “Eğitimin Güvenliği”nden bahsedilebilir.
SAĞLIĞIN GÜVENLİĞİ
24 Ocak Kararları’yla başlayan özelleştirme furyasından ilk olarak sağlık sektörü nasibini almıştır. Peş peşe çoğu yabancı ortaklı sağlık kurumları ve özel hastaneler açılmıştır. Devlet hastaneleri kadro, ekipman ve tesis olarak geri ve yetersiz bırakılmış özel hastanelerin önü açılmıştır.
Türk vatandaşları Anayasa da belirtilen sosyal devlet ve eşitlik ilkeleri kapsamında eşit sağlık hizmeti alma hakkından fiilen mahrum edilmişlerdir. Özel hastaneler ticarethane mantığı ile yapacağı karı ön plana koyan bir anlayışla hizmet vermeye başlamış, meslek etiği ve insan onuru ikinci plana atılmıştır.
Çok az sayıda olan milli ilaç fabrikaları Siyonist sermayenin hedefi olmuş ve yabancılara satılmıştır. Ayrıca ilaç ham maddesi de yurt dışından geldiğinden dolayı ilaç fiyatları konusunda da hükümetlerin eli kolu bağlanmış özet olarak Türk halkı yurt dışından belirlenen fiyatlara göre sağlık hizmeti almaya mahkûm edilmiştir. Dolayısıyla sağlığın güvenliği de her alanda ihlal edilmiştir.
GIDANIN GÜVENLİĞİ;
Son dönemde “Yeni Dünya Düzeni” dayatmalarının en önemli araçlarından birisi, gıda konusu olmuştur. Nasıl ortaya çıktığı ve arkasında kimlerin olduğu halen bir muamma olan Covid salgını sonrasında, gıda üzerine büyük oyunlara başlanmış, sosyal medyadan yayılan yokluk ve kıtlık haberleri ile var olan ürünler halkın panikle marketlere hücum etmesi sonucu kısa sürede tükenerek, gerçekten yok olmuş ve bu yalanlar kendini haklı çıkarmaya başlamıştır. Şeker dâhil, bazı hayati gıda ürünlerindeki bu operasyonlar dayanaksız değildir. Batı tavsiyesiyle yerli işbirlikçileri tarafından tezgâhlanan “yok, bitti, kalmadı” yaygarası gücünü, geçmişte, Batı tarafından 15 günde 15 yasa diye dayatılan ve dönemin hükümeti tarafından çıkarılan yasalardan birisi olan şeker yasasından ve şeker fabrikalarının bilinçsizce özelleştirilmesinden almaktadır. Özelleştirilen birçok fabrikanın kapısına kilit vurulmuş olması sonrasında Türkiye yurtdışından şeker almak zorunda bırakılmıştır.
Dünyanın her yerinde gıda fabrikaları, buğday tarlaları, sabote edilmeye başlanmış; küresel Siyonizm’in fedaisi tarafından “Yapay Et Tüketilmesi” söylemleri ortaya atılmıştır. Rusya, Ukrayna savaşı da buğday sıkıntısı yaratmak için çok güzel sebep olmuş, tüm bunların sonucunda bazı ürünlerde büyük fiyat artışları yaşanmaya başlanmıştır. Kargo ve navlun ücretlerinin de aşırı artması sonucu gıda tedarik zincirleri kırılmış, dünya ticaretinde birçok ürünün dolaşımı sınırlandırılmıştır.
Salgın dönemi öncesinde Siyonist çetenin sözcüsü Bill GATES’in Türkiye’ye gelerek Tarım Bakanlığı ile görüşmeler yapması ve özellikle Trakya Bölgesi’nde geniş tarım arazileri satın alması ya da kiralaması son derece dikkat çekicidir. Anlaşılıyor ki hükümet tarafından geçmişte alınan birçok yanlış kararın uygulama sonuçlarından hiç bir ders alınmamıştır.
Türk tarımının gündemine sokulmakta olan “sözleşmeli tarım” uygulaması, tarımsal üretim konusunda hükümetin elini taşın altına sokmadan taşeron kullanarak, sorun çözme alışkanlığının göstergesidir. Bu tamamen liberal bir yaklaşımdır. “Doğa boşluğu affetmez boşluk olan her yer birileri tarafından doldurulur”. Bu uygulama da geçmiş dönemlerin hatalı uygulamalarından farklı değildir, belli ki Batı reçetesidir ve şekere bulanmış bir zehirdir.
Çiftçiye ürününü alma garantisi vermesi nedeniyle kulağa çok hoş gelen bu uygulamanın sözleşme koşulları da son derece ağırdır. Sözleşme yapan şirket tarafından belirlenen ekim yöntemi, gübre, ilaç, tohum ve fidenin kullanılması tavizsiz zorunluluklardır. İsrail hibrit tohumlarından kurtulma bilinci ve bu konuda direniş daha yeni oluşurken kapıdan kovduğumuz düşman bacadan girmeye çalışmaktadır.
Türk tarımının başına yeni bir çorap örülmektedir. Dikkat çekici konu ise sözleşmeli tarıma meraklı firmaların çoğunun yabancı ortaklı olmalarıdır. Dünya’da gıda üzerinden yeni bir tezgâh kuruluyorken, İlgili makamların bu kadar özensiz, hazırcı ve dikkatsiz olmaları normal midir? Dolayısıyla Türkiye’nin gıda güvenliği büyük tehdit altındadır.
GÜVENLİĞİN GÜVENLİĞİ
NATO üyeliği sonrası doğal olarak, tatbikatlar, eğitimler, karşılıklı personel değişimi vb. uygulamalarla ABD ve Türk makamları arasında yakın ilişkiler kurulmuştur. Türk görevlilerin, müttefiklik anlayışı, iyi niyet ve dostane yaklaşımları sonucu gaflete düşmeleri, niyeti tamamen farklı olan ABD için büyük bir fırsat olmuştur.
ABD, kurulan bu yakın ilişkiler sayesinde devlet kurumları içine sızmanın yollarını aramış, zayıf halkaları tespit ederek, Türk makamlarının dikkatini çekmeden türlü yöntemlerle devlet bürokrasisi, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Polis Teşkilatı ve istihbarat birimleri içinde kendi Gladyo yapılanmasını oluşturmuştur.
Bütün bunlar olup biterken, geçmiş hükümetlerin ve bürokratik yapıların birçoğu, “ABD bizi seviyor, dost ve müttefikimiz bize ne yapacak ki” söylemleri, gafleti ve aymazlığı içinde olup biteni izlemiş, iş işten geçip bu Gladyo yapılanması devlet içinde yeterince güçlenince de mücadele edecek cesareti olmadığı için görmezden gelmiş, kulağının üzerine yatmıştır. Geçmişte başka örgütlenmeleri kullanmış olan ABD, 2002 tarihinden sonra AK Parti hükümetinin içine soktuğu, devlet bürokrasisi içinde de
birçoğu önceden var olan Amerikancı ve FETÖ’cü kadrolar vasıtasıyla, ulus devlet yapısına açıkça saldırmıştır.
Bu saldırılara direniş gösterme hassasiyeti, dirayeti ve yetkisi olan vatansever asker, siyasetçi, polis ve aydınları akla zarar senaryo ve bahanelerle tutuklatmıştır. Yargı içine soktuğu Gladyo kadrolarıyla sözde suçu, sözde mahkemelerde yargılayarak, Türk milletinin birçok kesimini bu safsata ve yalanlara inandırmayı da başarmıştır. Ancak FETÖ kadrolarının ABD talimatıyla yaptıkları bu akıl almaz uygulamalar ile milli devlete verdikleri zarara karşı oluşan tepkisel eylemler ve FETÖ-ABD yargısına karşı büyük Silivri direnişinin, toplumda oluşturduğu uyanış ve tepki sonucu AK Parti ile FETÖ kadrolarını karşı karşıya getirmiştir. Artık büyük yanlışlardan dönüş ve ABD için kâbus dönemi başlamıştır.
ABD, Türk devleti üzerindeki kontrolü yitirmenin paniğiyle 15 Temmuz 2016 gecesi, büyük bir acele ve sabırsızlıkla, arkasında sözde NATO müttefiklerimiz, ABD ve Batı’nın olduğu bütün delilleriyle tespit ve ispat edilmiş olan darbe girişimiyle gerçek yüzünü ve niyetlerini açık etmiştir. Artık dananın kuyruğu kopmuş bu küresel çetenin ipliği pazara çıkmıştır. Bu olaydan sonra daha da büyük bir uyanış yaşayan AK Parti hükümeti, devlet içindeki ABD, NATO’nun Gladyo yapılanmasına ve FETÖ kadrolarına dolayısıyla PKK terörüne karşı bir mücadele başlatmış, böylece “güvenliğin güvenliği” büyük oranda tesis edilmiştir.
ENERJİNİN GÜVENLİĞİ
Turgut Özal döneminde başlayan ve geleceği öngöremeyen, Batı’nın özelleştirme tuzaklarına kolaylıkla düşebilen, sığ ideolojiye sahip siyasi iktidarlar tarafından sadakatle sürdürülen özelleştirme uygulamaları, AK Parti döneminde de büyük bir hızla devam ettirilmiş, elektrik dağıtım hakkı çoğu yabancı ortaklı 21 özel şirkete devredilmiştir. Ayrıca, Petrol Ofisi de bu özelleştirme furyasından nasibini almış, Tüpraş rafinerileri de Koç Holding’e satılmıştır.
Satılmıştır da ne olmuştur? Dünyanın Covid salgını sonrasında içine düşürüldüğü Kaos ve ekonomik kriz ortamında Türk ekonomisine, halkına ve hükümetine karşı yapılan operasyonlarda fiilen kullanılmıştır. Elektrik dağıtım şirketleri % 400 e varan kârlarından hiç feragat etmeyerek, bu olağanüstü dönemde Türkiye’nin üretimine ve ekonomisine büyük zarar vermiştir. Aynı şekilde Tüpraş’da karından feragat etme konusunda isteksiz davranmıştır.
İşin üzücü tarafı, serbest piyasa ekonomisi sistemiyle eli kolu bağlanmış olan hükümet de yaşadığı ve halka yaşattığı bu problemlerin serbest piyasa ekonomisi ve özelleştirmelerin bir sonucu olduğunu kavrayamamıştır. Özel şirketleri, milli hassasiyetlere yeterince sahip çıkmadı, olağan üstü koşullarda karlarından feragat etmedi diye suçlayamayız. Ancak, hükümeti özelleştirmeleri ısrarla ve inatla sürdürdüğü ve halen serbest piyasa ekonomisini savunduğu için eleştirebiliriz.
Sonuç olarak; yaşadıklarımızdan ders alınarak Türkiye’nin enerji güvenliğini koruyabilmesi için bütün enerji şirketlerinin derhal kamulaştırılması acil gerekliliktir.
SİBER GÜVENLİK
Teknolojinin hızla gelişmesi küresel çeteler için ucuz ve yıkıcı bir saldırı aracı, ulus devletler için de bir güvenlik sorunu haline getirmiştir.
Günümüzde, enerji santralleri, barajlar, milli elektrik dağıtım şebekeleri vb. gibi stratejik enerji tesisleri tamamen otomasyon sitemleriyle yönetilen ve kontrol edilen tesisler haline gelmiştir. Otomasyon çağın gereği ve ihtiyacıdır ancak, tüm bu otomasyon sistemlerinin olağanüstü durumlarda devre dışı kalacağı bilinciyle muhakkak manuel sistem yedekleri ve bu konuda yetişmiş personel bulunmalıdır.
Teknoloji hayatımızı çok kolaylaştırabileceği gibi kendimizi tamamen teslim ettiğimizde bizim için bir kâbus haline de gelebilir. İnternet, internet serverleri, sosyal medya arama motorları tamamen milli olmalıdır. Sosyal medya, siteleri ve internet oyunları kontrol altında olmalıdır. Bugün devlet sosyal medya sitelerini kontrol altına almaya ve resmi bir muhatap talep etmeye çabalasa da merkezleri yurt dışında olan bu siteler sürekli bu sorumluluktan kaçmaya çalışmaktadır.
ABD başkanına dahi operasyon yapma gücünü elde etmiş olan bu siteler, kendi yaymak istedikleri görüş ve ideolojilere karşı olan şahıs ve kurumları engelleyerek yalan haber ve kara propaganda yapmanın bir aracı haline gelmişlerdir. Sosyal medya kullanımı ve tehlikeleri hakkında okullarda ders müfredatları hazırlanmalı çocuklarımız bu konuda bilinçli hale getirilmelidir.
Yüksek seviyede korumaya haiz savunma sanayi teknoloji firmaları ve bazı stratejik tesisler hariç siber güvenlik konusunda alınmış önlemler yeterli değildir. Devlet kurumları, stratejik askeri teknoloji firmaları ve enerji tesisleri bilgisayarlarında tamamen milli yazılımları kullanmalıdır. Yabancı yazılımlar, siber saldırlar yapılabilmek için özellikle zayıf noktalara ve erişim olanaklarına sahiptir. Hükümet tarafından Tubitak dâhil, güvenilirliği teyit edilmiş tamamen yerli sermayeli yazılım ve teknoloji firmalarına, milli yazılımlar hazırlanması konusunda teşvik ve destek verilmeli ve bu konuda toplumsal bilinç oluşturulmalıdır.
METAVERSE
Öncelikle Metaverse nedir? Gerekenler kaliteli yüksek çözünürlüklü bir sanal gözlük, kaliteli çok hızlı bir bilgisayar ve muhtemelen Kripto para. Sanal âlemde, sanal dünyada, sanal insanlarla yaşamak, evlenmek, aşık olmak(ama uğraşmayın çocuk olmuyormuş), mal almak satmak vb. Yani gerçek dünyada ne varsa, ne yapıyorsan aynısını sanal dünyada yapmak, yaşamak. Bir insan niye böyle bir şey ister ki?
Nasıl istemesin? Şu Dünyanın haline bakın, çivisi çıkmış savaşlar, salgın, küresel ısınma, iklim krizi, despot aile ve yönetimler, maaşların azlığı ve geçim derdi, enflasyon, Resesyon. Kaç kurtul, göm kendini sanal âleme, başını kuma sokmuş deve kuşu gibi rahat et. İşte Metaverse budur gerçek dünyadan, gerçeklikten koparılıp kendi rızalarıyla evlerine hapsedilmiş insanlar yaratmak.
Her ihtiyacını sanal âlemde çözmek ve toplumların köküne kibrit suyu dökmek, bir tek silah atmadan, bir gıdım virüse gerek duymadan üstelik toplumları evinde imha etmek. Batı’nın masrafsız imha planı budur. Böyle bir gençlik yaratırsanız sorun kökten çözülür. Metaverse âleminde emredersin yapar, milli bilinci olmaz, millet bilinci olmaz, bayrağı olmaz, vatanı olmaz, savaş değil barış ister. Anası olmaz, babası olmaz, kardeşi olmaz, kökü olmaz, inancı olmaz, kültürü olmaz. Şimdilik uzak da olsa küresel çetenin planlarından birisi de Metaverse sistemini benimsetmek, inandırmak ve kabul ettirmektir.
FEMİNİZM İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE LGBTİ
Adamlar taşlara yazmışlar, Dünya nüfusu en fazla 500 milyon olmalıymış. Olsun da nasıl olacak bu? Daha şimdiden 7,5 milyar olmuşuz. Hemen olmaz demeyelim, önce bir dinleyelim anlayalım. Öncelikle bu nüfusu azaltmak için ne lazım? Salgın lazımdı, oldu çok şükür! Yenilerini de merakla bekliyoruz! Savaş lazımdı, o da oldu çok şükür! Yenileri için de ellerinden geleni yapıyorlar, haklarını yiyemem yukarıda Allah var. Başka ne lazım? Kıtlık ve gıda sıkıntısı lazım, bunun için de savaşların ve iklim krizinin olması lazımdı, o da oluyor çok şükür! Hatta yetmeyince takviye için gıda fabrikaları buğday tarlaları ormanlar da yakılıyor. Bilmem ne gribi diye tüm dünyada milyonlarca tavuk da itlaf ediliyor. Sığırlar kendi aralarında karar alıp binlercesi aynı anda intihar ediyor. Daha birçok sahnesi var bu tiyatronun izlemeye devam ediyoruz.
Şimdi bunlar yetmez başka ne lazım, kadın ile erkek birbirine düşman olsun, doğal yollardan da nüfus artmasın. Olsun da nasıl olsun Feminizm ile kadın erkeğe düşman olsun, LGBTİ nin “L”si ile olsun,
“G” si ile, “B”si ile, “T”si ile olsun. Adamlar bu kadar uğraşıyor olsun da nasıl olursa olsun. Bizim Batı en iyisini bilir, yapar diyenler de kadını koruyormuş diye cambaza bakarlarken, LGBTİ ile Batı sahnenin arkasından dolaşsın, aslan Batının planları tıkır tıkır işlesin. Bu LGBTİ eskiden de vardı da biz öyle demezdik, kimse ben “L”yim, “G”yim diye gurur ile dillendirip pankartlarla dolaşmazdı. Küçücük çocukların ellerine “cinsel özgürlüğümü istiyorum” diye pankartlar verilmezdi. Kendi doğal dengesinde sessizce kendine göre edebiyle adabıyla yürürdü bu işler.
Bir de Metaverse var, şimdilik bu kadar. Yetmezse bir şeyler daha düşünür “abiler”. Ne diyelim Batıdan daha mı iyi bileceğiz, yapacağız yani. En iyisini onlar bilir değil mi ya?
İKLİM KRİZİ
Covid salgını ile başlayan süreçte Küresel Çete tarafından bir anda iklim krizi de gündeme getirilmiştir. Geçmişte, ozon tabakasını delerek sera etkisi yarattığı kesin ispat edilen, kullanımının kısıtlanması önerilen, Clor, Flor, Karbon gazları ile ilgili KYOTO sözleşmesine imza atmayan ABD, şimdi de küresel çetenin sözcüsü Bill GATES vasıtasıyla ineklerin dışkısı ile uğraşıyor. (Yapay et dayatması)
Yapılan bütün bu işlerin sebebi Dünya milletlerini korku ve paniğe sokarak hayal ettikleri küresel “Yeni Dünya Düzeni”ne razı etmektir. Bunca felaketten kurtuluşun reçetesini de yakında yazıp elimize verirler merakla bekliyorum. Felaket senaryoları peş peşe sıralanıyor. Şimdiden Eylül ayında Covid salgınının tekrar başlayacağı zikrediliyor ve de aynen dedikleri oluyor. Salgın başladı dediler maske taktık bitti dediler çıkardık hadi bunu anladık diyelim de; bu adamlar falcı mı? Yoksa... Tüm Dünyada aynı anda başlayan orman yangınları, bir anda binlerce sığırın ölmeye karar vermesi, kıtlık, buğday tarlalarının, gıda fabrikalarının yanması vs. Bütün amaç dünya milletlerini “abiler doğru söylüyor” noktasına getirmektir. Küresel ısınma yok demiyorum yanlış anlaşılmasın ancak yukarıda yazdığım ve çözüm olacak en temel önlemleri dahi almayanlar şimdi yaygara yapıyorlar. Garip olan, sorgulamamız gereken işte budur.
Bütün bu yaşananlar Batı hayranı, özgüveni olmayan, kendi milletini ve insanını aşağılayan, teslimiyetçi ve mandacı zihniyetin hâkim olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde yaşananlarla ne kadar büyük benzerlikler gösteriyor öyle değil mi?
Ancak önemli bir fark var bütün bu olup bitenleri net bir şekilde gören, yaşanan olaylar arasındaki sebep sonuç ilişkilerini kurarak, tehlike ve tehditler hakkında öngörü ve analizler yapabilen, tarihinden ders almış, ATATÜRK ilke ve devrimlerini hayat düsturu olarak belirlemiş yüzbinler var bu ülkede.
Saygı ve sevgilerimle,