‘Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim’
Memleket şairi Nazım Hikmet, günümüzün Batı hayranı, Amerikan sevdalısı “aydınlarını” birkaç dize ile ne de güzel özetler… “Bursa’da havlucu Recep’e, Karabük fabrikasında tesviyeci Hasan’a, fakir köylü Hatçe kadına düşman” olanlar bugün kendilerini bu ülkenin en muhalif en değerli aydınları olarak görüyorlar.
‘AYDIN’ OLMAK YA DA OLMAMAK…
İyi ve kötü felsefe tarihinin en çok tartışılan kavramlarındandır. Neye göre, kime göre, neye, kime, ne için, kim için iyi ya da kötü… Ancak bugünlerde ülkemizdeki siyasi ve kültürel iklime baktığımızda bu 2 kavram en çok kullanılan ve en çok içi boşaltılan kavramlar haline dönüştü.
Eğer bu “aydınlar” kadar aydın değilseniz çok basit bir tanımla “kötüsünüz”! Bu anlayış yalnızca iyi ve kötü kadar önemli iki şeyin içini boşaltmakla kalmıyor aynı zamanda insanların gelenek göreneklere, sorgulamaya, anlamaya yönelik tutumlarında da bir gerileme yaratıyor. Her şeyin bu denli basite indirgendiği bir dönemde insanımız çoğu zaman sadece ona verilenle yetinmeyi alışkanlık haline getirip birçok meselede “Aynen, bence de” demekten öteye gidemez hale geliyor.
Emperyalist sistemin tam da arzuladığı şey bu: Sormadan itaat et! Çünkü biz sana en “iyisini” söyleriz!
AVRUPA VİZESİ İÇİN ‘KÖTÜ’ GÖSTERİP ‘İYİ’ OLMAK
Son dönemde bahsettiğimiz cenahın diline pelesenk bir diğer tez de “Türkiye’de yaşayanların saygısız, kaba, sevgisiz insanlar” oldukları.
Türk toplumu, yüzyıllardan beri misafirperverliğiyle, sıcakkanlılığıyla, güler yüzüyle dünyada nam salmış bir toplumken bizim o çok bilmiş “entelektüellerimiz” toplumumuzu aşağı görmekten son derece keyif alıyorlar. Onlara göre Türk toplumu, kötülüğün-kabalığın-zorbalığın toplumu.
Bu apaçık Avrupa ülkelerinde yaşayabilme vizesine dönüşmüş tezlerden biridir. Çünkü eğer siz sanat veya siyaset dünyasında “dünya çapında” bir isim olabilmek isterseniz bugün bunun yolu ülkenizi ve insanlarını kötülemekten geçer. Aslında düpedüz vatanınıza ihanet, bugün sizi pembe panjurlu evlere yerleştirmenin sırrı haline gelmiştir…
Oysa ki gerçekler hiç de iddia edildiği gibi değildir. Eğer iddia edildiği üzere Türkiye, “kötülüğün büsbütün hakim olduğu” bir memleket olsa pandemi süreci boyunca binlerce insan hiç tanımadığı yaşlılar için yardım ekipleri oluşturur muydu? Eğer her şey bu denli karanlıksa Öncü Kadın’ın Şırnak’a yardım çağrısına binlerce destek gelir miydi? Eğer bu ülkede dayanışma ruhu öldüyse o zaman neden İzmir depreminde hiç tanımadığı insanlara yardım etmek için ülkenin diğer ucundan İzmir’e yüzlerce insan koştu? Eğer bu ülkede çalacak kapı kalmadıysa Mardin’de bisikletiyle gezen bir vatandaşı neden her adım başı biri evine misafirliğe davet etti? Eğer ülkemiz onların söyledikleri gibi büyük bir çıkmazda ise o zaman neden her milli bayramda yüz binlerce yurttaş meydanları Türk bayrakları ile dolduruyor? Madem bu memleket onlara göre üzeri gri bulutlarla örtülü bir toprak parçası o halde neden binlerce vatansever Kemalist Devrim mücadelesini yılmadan sürdürüyor?
Tüm bu sorular ve cevaplar gösteriyor ki, bu sözde aydınlar,
“akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı”dır.
Bu isimler, emperyalizme kendilerini yekvücut teslim etmiş ve güzel memleketimin güzel insanlarını mücadeleden uzaklaştırarak kapkara bir dehlize itmek için görevlendirilmiştir.
Sayfalarca uzatılabilecek örneklerden sadece birkaçı bile emperyalistlerin sözcüsü haline gelmiş liberal/solun “aydınlarının” tezlerini çürütmek için yeterli. Ülkemizin insanları daima hoşgörüyle, yardımseverlikle, insancıllıkla hayatlarını sürdürürler. Batı’nın savaş açtığı tüm bu değerler bugün de yarın da Anadolu topraklarında tüm diriliğiyle yaşamaya devam edecek.
Yazımızı Ahmed Arif’ten bir soru sorarak tamamlayalım bu kendini halktan sanan ama halka düşman olanlara…
“Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?”