Osmanlı tıbbında Batılılaşma
DR. EREN FIRAT
İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı hekimleri, Batılı hekimlerle az da olsa ilişki içine girer. Osmanlı hekimleri içinde Latince, Fransızca, İtalyanca öğrenenler olur. İlk olarak Halepli Salih bin Nasullah Rönesans’ın önemli bilimcilerinden Th.Paracelsus’un Tıbbi-Kimya isimli eserini Arapçaya çevirir, 18. yüzyılda İznikli Hekim Ömer Efendi ve Bursalı Ali Münşi’nin Materia Medica çevirisi ve krabadin, kına kına ve ipekakuana monografileri, Hekimbaşı Vesim Abbas Efendi’nin Galata’daki yabancı hekimlerle olan sıkı ilişkiler sonucu doğu ve batı tıbbı üzerine hazırladığı Distur’u, Macarlı Bargos’dan çevirdiği Akrabadin’i, Hekimbaşı Abdülaziz Efendi’nin çevirdiği Boerhaveınin Aforizması, Osmanlı tıbbının batılılaşması yönünde çok önemli adımlar olmuştur.
GELENEKSEL TIBBIN SONU
Ne var ki bu batılılaşma çabaları büyük bir dirençle karşılaşır, bazı hekimler sürgüne gönderilir. Böylece bütün ortaçağ boyunca hatta yeniçağın başlarında bile tıp alanında Avrupa’dan üstün durumda olan Osmanlılar, Avrupa’da başlayan Rönesans aydınlanmasına ayak uyduramaz. 17. yüzyılda denge her alanda ters döner, medrese eğitimi geriler. Buna karşılık halk hekimliği, özel muayenehaneler yeniden yaygınlaşır. Tıbbı-cedid denen Avrupa kökenli ya da azınlık hekimlerin çalışmaları öne çıkar. Sayıları giderek çoğalan tıp dükkânlarında hekimbaşından alınan ruhsatla çırak-hekim, baba-oğul geleneğinde cerrahlık, kehhallık, tabiblik, eczacılık çalışmaları ve eğitim yeniden artar. Değişik ülkelerden gelen gezgin hekimler bu çalışmalara katkıda bulunmaktadır. Çünkü Medreselerde yetişen hekimler koskoca İmparatorluğun gereksinimlerini karşılamaya yetmemekte, ayrıca Avrupa’da Rönesans ile birlikte bilim ve tıp alanında yaşanan gelişmeler, teorik ve pratik yenilikler medrese eğitimi ve darüşşifalarda henüz gerekli ilgiyi görmemekte, İslami gelenekler ve çıkartılan fetvalarla yenileşme istemlerine direnç gösterilmektedir. Bu çekişme adeta Müslüman hekimlerle batılı ya da azınlık hekimler arasındaki mücadeleye dönüşür. Bu kuruluşların yasaklanması sağlanır. III. Selim bu yasağı kaldırarak Kuruçeşme Talimgâhında Rumlar tarafından tıp okulu açılmasına izin verir. Bu gelişme Osmanlı’da geleneksel tıp eğitiminin de sonu anlamına gelmiştir denilebilir.
TIBBİYENİN TEMEL TAŞLARI DÖŞENİYOR
Tanzimat atılımların başında ordu ve sağlık konuları gelir, 15 Haziran 1826′de çok eskimiş olan askerlik ocağını, yeniçeri teşkilatını halkın da yardımıyla bir günde ortadan kaldıran II. Mahmut, bir taraftan yeni Osmanlı Ordusu’nu inşa etmeye çalışırken diğer taraftan da ona gerekli olan sağlık kuruluşlarını tesis etmeye başlamıştır. Sonuçta 14 Mayıs 1827 günü ilk modern tıbbiye, Tıbhane ve Cerrahane-i Amire kurulur. 1838′de ise bu okul Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane olarak düzenlenir. Ancak bundan sonradır, müderrisler tarafından düzenlenen diplomalar kalkmış ve kurum adına düzenlenmeye başlanmıştır. Bu tıbbiyenin kurulmasında unutulmayacak iki isim Şanizade Mehmet Ataullah Efendi ve Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’dir. Mustafa Behçet Efendi batılı tıpçılardan yaptığı çiçek aşısı, frengi tedavisi, fizyoloji ve tabiat tarihi çevirisiyle batılılaşma akımına hizmet ederken III. Selim ve II. Mahmut’u modern bir tıbbiye kurmaya teşvik etmiştir. Şanizade Mehmet Ataullah Efendi’nin İtalyanca ve Latinceden çevirdiği Teşrih ve Tarih Fizyolojisi’ni ve Viyana Tıp Okulu Dekanı Baron vonStoerck’in “Avusturya’da asker ve köy hekimleri için pratik tıp öğretimi” isimli eserini çevirmiş, böylece anatomi eğitimi ve otopsi tartışmasını başlatmıştır. 1867 yılında Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye sivil tıp okulu olarak öğretime başlar. 1908 yılında ise sivil ve askeri tıbbiyeler birleşerek Haydarpaşa’da yapılan binada öğretim faaliyetini sürdürür.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de eğitim Fransızca yapılır, başına ise Avusturya’dan Muallim-i Evvel (ordinaryüs profesör) unvanıyla Charles Ambroise Bernard getirilir. Dâhiliye ve hariciye kürsülerinin öğretimini üstlenen Bernard, Osmanlı tıbbına ve Tıbbiyesine yeni bir kimlik kazandırır. Fransızcası dersleri izlemeye yetersiz olan öğrenciler cerrah ve eczacılık sınıfları açılarak buralarda toplanır, böylece tıp eğitimi Avrupa’daki tıp okulları seviyesine yükselmeye başlar.
Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla Müslüman olmayanlarda okula alınmaya başlanır. Gülhane ve daha sonra Haydarpaşa Hastanesi’nin başına ise (1861) Bonn Üniversitesi’nden Profesör Robert Rieder ve Dr.Georg Deche getirilir. Tıp eğitimi artık Avrupa seviyesindedir ve birçok kürsü açılmıştır.
MİLLİ DUYGULARLA YURDA DÖNÜŞ
Tıp alanında bu gelişmeler yaşanırken İmparatorluk tam bir çöküş sürecine girmiş, dört bir yanda milli ayaklanmalar ve savaşlar başlamıştır. Yurtdışına gönderilen tıp öğrencileri, milli duyguları da gelişmiş bir biçimde ülkelerine dönmekte, kolları sıvayıp çöken İmparatorluğun derdine çare bulmaya çalışmaktadır.
İstanbul’un dört bir yanında hastaneler kurulur. 1838’de Meclis-i Tahaffuz örgütü oluşturularak salgın hastalıklara karşı mücadele başlatılır. Osmanlılar karantina uygulamalarıyla tüm dünyanın övgüsünü kazanır. Belediye sağlık teşkilatı kurulur. Tifo, tifüs, dizanteri, humma, frengi, verem, sıtma gibi diğer salgın hastalıklara karşı bilhassa ordu içinde aşı kampanyaları örgütlenir. Kuduz hastanesi açılır. 1890’da İstanbul’da Çiçek Aşısı İstasyonu kurulur. İstanbul’da baş gösteren kolera salgını, o dönem Belediye Başkanı olan Cemil Topuzlu’nun da büyük gayretiyle engellenir.