Sakarya Savaşı’nın bilge şehidi: Binbaşı Hüseyin Avni Bey
42. Alay Komutanı Binbaşı Hüseyin Avni Bey idi. 30 Ağustos 1921 günü şehit olan Avni Bey sıradan bir subay değildi. O daha önce çok sayıda cephede savaşmış ve ateşin çemberinden geçerek Sakarya Ovasına gelmişti… Avni Bey hem silahıyla hem de kalemiyle mücadele eden vatansever bir subaydı
Sakarya Meydan Savaşı aynı zamanda subay savaşıydı. En çok subayı şehit ve yaralı verdiğimiz savaş oldu. 21 gün 21 gece süren kanlı meydan muharebesinde 277 subay şehit, bin 58 subay yaralı, 5 bin 436 er şehit, 17 bin 422 er yaralı verdik. Toplam kaybımız 37 bin 900 idi. Bu savaşta 5 bin 401 subayımız görev yaptı.
23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasında kıran kırana süren savaşta Yunan ordusunun direncini kırdık ve Sakarya’nın doğusundan çekilmeye zorladık. İşte zafer anımız da oydu! Mustafa Kemal Paşa bu muharebe için "Sakarya Melhame-i Kübrası" yani kan gölü, kan deryası demişti.
CEPHEDEN CEPHEYE KOŞTU
İşte bu kan deryasında nice Mehmetçiği şehit verdik. Başındaki komutanları da. Bunlardan birisi de 42. Alay Komutanı Binbaşı Hüseyin Avni Bey idi. 30 Ağustos 1921 günü şehit olan Avni Bey sıradan bir subay değildi. O daha önce çok sayıda cephede savaşmış ve ateşin çemberinden geçerek Sakarya Ovası’na gelmişti… Avni Bey hem silahıyla hem de kalemiyle mücadele eden vatansever bir subaydı. Aynı zamanda düşünen ve fikir üreten bir aydındı. Türkçülük ve Türk kültürü üzerine yazılar yazıyor ve geleceğin Türkiye’sine fikirleriyle katkıda bulunuyordu. Dönemin önemli fikir mecmuası Türk Yurdu’nda da yazılar kaleme alıyordu. Derginin başında ise Yusuf Akçura vardı. Giresunlu Avni Bey’in Türk dili üzerine bir de yayımlanmış kitabı bulunuyordu.
Avni Bey, 1876 yılında Giresun’un Tirebolu ilçesine bağlı Cintaşı Mahallesinde dünyaya geldi. Liseyi 1898 yılında Trabzon’da bitirdi. Askerliğe heves saldı ve İstanbul Pangaltı’da bulunan Harbiye Mektebine girdi. 1901 yılında buradan başarıyla mezun oldu ve Teğmen rütbesini taktı. 3. Ordu emrinde görev yapmaya başladı. Bu bölgede daha çok çetelerle mücadele vardı. O da dağ bayır bu vazifeyi yaptı. 1904 yılında sınıf değiştirerek jandarmaya geçti. 1909 yılında alay komutan ile yaşadığı bir olaydan sonra tekrar piyade sınıfına geçti ve bu sırada İstanbul’da “31 Mart İsyanı” meydana geldi. Hareket Ordusuna yazılarak İstanbul’un yolunu tuttu. İsyanın bastırılmasından sonra İstanbul’da görev yapmaya başladı. Balkan Harbi’nin çıkması üzerine Çatalca hattında savunma savaşları yaptı. Harp sonrası bir süre karargâhta çalıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesinde görev yaptı. 8 Kasım 1914 tarihinde Dr. Bahattin Şakir Beylerle birlikte Teşkilatı Mahsusa’da görev aldı. İşgalci Rus ordusuna karşı, keşif, baskın ve taarruzlarda bulundu. 1915 yılında ağır kış koşullarında ayaklarının donması nedeniyle tedavi gördü. Emekliye ayrılması gerektiği halde bunu istemedi ve yine cepheye dönerek vazifeye devam etti. 11 Mart 1915 tarihli Türk Yurdu mecmuasına gönderdiği mektubunda bu durumu şöyle anlatır: “Bu yıl epeyce cenk ettim. Cenk ederken ayaklarımı dondurdum. İyiletmek üzere Erzurum’a geldim. (…) Şimdi ayaklarım iyileşti. Yine cenkleşmek üzere kavga yerine gidiyorum.”
BÖLÜCÜLERLE GÖĞÜS GÖĞÜSE
Avni Bey mütarekeye kadar Doğu Anadolu bölgesinde Ruslara karşı vatan savunması yaptı. Verilen her vazifeyi başarıyla yerine getirdi. 1917 yılında kendisine Harp Madalyası taktim edildi. Rus ordusunun çekilmesinin ardından büyük katliamlara girişen Ermeni çetelerine göz açtırmadı. Mütareke sonrası İstanbul’a gelerek Harbiye Nezaretinde harita şubesinde vazife yapmaya başladı. Teslimiyetçi havayı beğenmeyerek tayinini istedi. 20 Eylül 1919 tarihinde Rize Askerlik Şubesi Başkanlığına, 1 Ocak 1920 tarihinde de Giresun Askerlik Şube Başkanlığına atandı. Burada Topal Osman Ağa ile birlikte Pontusçulara karşı mücadele etti. Bir çatışmada kolundan yaralandı.
Millî Mücadele döneminde Ankara’nın safında yerini aldı. Verilen her emri yerine getirdi. Koçgiri isyanını bastırmak amacıyla kurduğu alayla gitti. Topal Osman Ağa ile isyanı bastırarak geri döndü. Ankara’nın isteği ile iki piyade alayı kurdu. 42. Alayın başına kendisi, 47. Alayın başına ise Osman Ağa getirildi. Bu iki alay daha sonra Sakarya Savaşında görev yaptı. Çok sayıda şehit vererek görevini başarıyla tamamladı. İşte Hüseyin Avni Bey bu savaş sırasında Haymana yakınlarında meydana gelen şiddetli çatışmalar sırasında 28 Ağustos 1921 günü Gökgöz mevkiinde şarapnel parçasıyla yaralandı. Tedavisi sürerken 30 Ağustos günü şehit oldu. Alayı da çok büyük kayıplar verdi.
YAZAN DÜŞÜNEN ADAM
45 yaşında şehit olan Avni Bey, dönemin birçok subayı gibi okuyan ve düşünen bir vatanseverdi. O aynı zamanda duygu ve düşüncelerini yazıya aktarıyordu. Savaş koşullarında bile…
Giresun’da 11 ay kâtipliğini yapan Faik Hurşit onu şöyle anlatır: “Giresun Şube Reisi iken maiyetinde bulunduğum 11 ay zarfındaki duyduğum lezzeti hayatımda bir daha görmedim. Bundan dolayı bahtiyar ve müftehirim. Sırf vatan ve millet aşkıyla çalışan, çarpışan bu güzide muhitin fedailerinden Osman Ağa Hazretlerine de her suretle pek samimi muhabbet ve yardımda bulunduğuna kaniyim ve vakıfım. Avni Bey’in mahfuz tercüme-i halini neşredersem, nasıl cüretkâr ve namuskâr bir şahsiyet olduğu anlaşılır.” (İsmail Hacıfettahoğlu, Sakarya Şehidi Binbaşı Hüseyin Avni Bey, Atlas Yayınları, Ankara, 1999, s.77.)
İkinci Meşrutiyet Devriminin sağlam Türkçülerinden olan Avni Bey, Türk dili, etnografyası ve kültürü üzerine Erzurum’da Albayrak gazetesi, Giresun’da Yeni Giresun ve Gedikkaya gazeteleri ve İstanbul’da Türk Yurdu mecmuasında makaleler yazdı. Bu konudaki yaşamı hakkında Prof. Dr. Faruk Sümer şu bilgileri verir: “O aynı zamanda Türk kültürü ve Türklük meseleleri hakkında makaleleri olan değerli bir yazardı. Merhum Binbaşı Alparslan Bey, elindeki çok sınırlı malzemeye rağmen Trabzon bölgesindeki Türk halkının tarihinde Çepniler’in önemli bir rol oynadığını ortaya koymuştur.” (Age, s.79.)
‘BİR ELDE KILIÇ BİR ELDE KALEM’
Avni Bey yazılarında “Tirebolulu Alp Arslan” ismini kullanırdı. Mart 1915 tarihli Türk Yurdu’na bir mektup göndererek yaşadıklarını yazmak istediğini bildirir. Ayrıca savaş sırasında ayaklarının donduğunu da belirtir. Türk Yurdu bu mektubu yayımlar, bir de şu notu ekler:
“Bir elde kılıç bir elde kalem. Bir Türk bahadırına yakışan da işte budur. Başka bir kaynaktan öğrendiğimize göre Alp Arslan Bey, kumandası altındaki askerleriyle Pançerut Boğazında Rusların bir taburunu mahvetmiştir. Erlik meydanından gönderdiği ilmi makalesini Türk Yurdu büyük bir iftiharla neşrediyor. Feth olunan yerlerdeki Türklerin haline dair yazacaklarını, bittabi daha büyük bir iftiharla yazacaktır.” (Age, s.83.)
Avni Bey, Türkçe üzerine de çalışır. Bazı kelimelerin karşılığını bulur: “Hicri yıl: Göçme yılı, vesika: bayak, havali: tiğre, saat: köç, ahali: budun, millet: ulus, zaman: öd, tüccar: sart, kitap: betik, nehir: arık, Cuma: salname, Pazar: firari, matbaa: derim, yıl yazığı, derek, kaçan, basak…
Avni Bey’in basılan tek kitabı ise “Trabzon İli Laz mı, Türk mü?” isimli çalışmasıdır. 24 sayfalık kitap, cep kitap çeklinde 1921 yılında10 bin adet basılarak bedava dağıtılır. Rumluk ve Pontus faaliyetleri ile Ermeni ayrımcılığına karşı bir cevap şeklindedir.
Avni Bey kitabının girişinde Türk tarifini şöyle yapar: “Balkan yarımadasına giren atalarımız İslam yaptıkları budunlara ‘Siz İslâmsınız’ diyecekleri yerde ‘Siz Türksünüz’ demişler. Üste olarak ‘Türkçe bilmez, Tanrıdan korkmaz’ atalar sözünü ortaya fırlatmışlar! Demek İslâm’a gelen Türk olacak, Türkçe öğrenecek. Ne güzel Türkleştirme yolu! Gök ulus (millet)un güç(kuvvet)lenmesi, artması için ne yüksek düşünce! Düşünmüş olanlar var olsunlar!
Bu gidiş süreydi sökel (mariz) olmaz, şimdiki kılığa girmez idik. Bugün bile Arnavutlar, Boşnaklar, Pomaklar, Rumca söyleyen İslamlar ‘sen nesin?’ diye sorulan soru (sual)ya karşı ‘Elhamdülillah Türküm’ diyorlar. Ne güzel dirlik! Ne güzel birlik! Bu, kurulmuş eski yolun izidir. Ortada büyük bir suç var! O da bunlara Türkçe öğretememek. ‘Türküm’ diyenlere Türkçe de öğreteydik Balkan yarımadası baştan başa Türk olurdu. Kökleşir kalır idik.
Acun(dünya)daki savaş(muharebe)lar, göçme (hicret)ler, din ilişkileri (münasebet-i diniye), soyları, boyları birbirine pek çok karıştırmıştır. Bunun için süzük (saf) bir soy bulabilmek güçtür. Bugünkü ölçeği (mikyas) ‘milli vicdan’dır. Hangi bir ulus(millet)un dirliğine gireneler, huyunu, gidişini gidenler, vicdanını taşıyanlar o ulustan sayılır. Öyle ya, kişilerin alnında ulusluk damgası yok!” (Age, s.120.)