Saramago’nun gözünden körlük distopyası veya basiretsiz çağımız
Jose Saramago’nun tasvir ettiği dünyada kitleselleşen körlük metaforu, kendisini bir iktidar söylemi olarak inşa ediyor. Görüntünün iktidarını ilan ettiği çağımızda Saramago, ‘gözümüzü’, ‘bakışımzı’ bir yerlere çeviriyor ve ‘körlüğümüzün’ iktidarını ilan ediyor
Bazı edebi eserler vardır ki muhtevası bakımından yaşanılan çağa bir şeyler anlatmakla yetinmeyip, o çağın içerisinde barındırdığı, tüm toplumsal gelgitleri, yozlaşmışlıkları ve değişimleri bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer. Örneğin gözetleme, özgürlük, otosansür, linguistizm, propaganda, Anglosakson iktisadi sistemin çelişkileri gibi olguları distopik bir bakış ile yansıtan George Orwell’in kült romanı ‘1984’, yukarıda zikrettiğimiz toplumsal olguları tüm çıplaklığıyla sergileyen yapıtlardandır.
Aynı şekilde Anthonny Burgess’in Altın Portakal’ı şiddet, apolitizasyon, kötülük, suç gibi kavramları mevcut toplumun yozlaşmışlıklarını dile getiren bir distopik metindir. (Daha sonra aynı isimle Stanley Kubric tarafından 1971 yılında sinemaya uyarlandı.) Bu bakımdan, bu tür çelişkilerin, dönüşümlerin ayırdına ise; kendisini mevcut verili sistemlerden namevcut kılmış, düşünen, eleştiren, insanlığın iyiliğini varlık gayesinden üstün gören, sağlam bir “aydın ciddiyeti’’ gerektiren müellifler varabilir ve ‘görebilir’. Bu nedenle Jose Saramago, insanlığın temel problemlerini ‘görmek’ duyusu üzerinden inşa eden aydın ciddiyetinde bir yazar olarak çağına ve çağımıza sesleniyor.
İNSANI VAHŞİLEŞTİREN ‘KÖR ADALETİ’
Kabataslak olarak hikaye şöyledir:
Adı belli olmayan bir ülkede (Saramago’nun gerek mekan gerekse de roman karakterlerine belirli bir isimlendirme yapmaması romanın ‘tüm insanlığa’ seslenip ‘evrensel bir duyarlılık’ kaygısı taşıması bakımından önem arz ediyor.) bir adamın arabasının içinde aniden kör olmasıyla başlar. Kör olan adamın etraftan yardım istemesiyle beraber bir dizi olay gelişir ve adam doktora götürülür.
Aynı şekilde doktor da kör olur ve körlük bir salgın gibi tüm şehre yayılır. Ve devlet yetkilileri epidemiyi engellemek adına bütün körleri belirlenmiş tecrit yerlerinde karantina altında tutar. (Genellikle eski akıl hastaneleri veya hapishane koğuşları) Günde bir veya iki defa yemek verilen körler artık bu yemeği ‘eşit’ olarak paylaşmak zorundadırlar ve sayıları çok fazla olan körler için bu elbette imkansız olacak. Tam anlamıyla kendi aralarında bir ‘kör adaleti’ tesis etmek zorunda kalacaklardı. Ve belli bir zaman sonra koğuşta bir grup kör dağıtılan yemeğe para üzerinden bedel biçmeye kalkınca işler çığırından çıkacak.
Burada Saramago, homoeconomicus’a göndermede bulunarak mülkiyet kavramı ve ilişki biçimlerinin insanı nasıl vahşileştirdiğini ‘gözümüze’ defaatle sokar. Körler koğuşunda bir tek gören vardır o da doktorun karısıdır ve tüm vahşete ‘çıplak gözleriyle’ şahit olmaktadır. Yanındaki 6 körün tabiri caizse ‘gören gözü’ olur. Bir gün koğuşta yangın çıkar ve doktorun karısı yanındaki 6 kişiyi (körü) bir şekilde ıztıraplar dolu olan eski akıl hastanesinden kaçırır. Saramago yine defaatle her türlü maddi ve manevi yozlaşma ile yüz yüze kalan bir toplumda muhakkak bir yol gösterenin, bir ‘gören’in olması gerektiğini haykırır gibidir.
Bütün toplumun kaderini değiştirecek bir ‘gören.’ Saramago, bu apokaliptik dünyada ‘görme’nin iktidarını kadınlık üzerinden inşa eder ve adeta körler ülkesinin bütün trajedilerini kadınlığın omuzlarına yükleyerek bir çıkış yolu bulmaya çalışır. Elbette ki bu yol çok çetrefilli olacak ve sarsılmaz bir fedakârlık gerektirecektir. Nitekim doktorun karısı bu ‘körler cehenneminde’ kör gibi davranmaktan öte bir eylem gerçekleştiremeyecekti.
Aksi halde kör olmadığı ortaya çıkarsa bu hem kendisinin hem de çevresindeki arkadaşlarının fevri davranmasına, kontrol edilemez bir kaosa neden olabilirdi. Bu düzlemde, Saramago’nun ‘empati’ kavramını ustalıkla ele alış biçimi, romanın tahayyül edilen tasarımı ve kurgusal zeminin doğru ilerlemesi için hayati önem arz etmektedir.
Doktorun karısı körler gibi davranacak; böylece açık verilmeyerek çevresinde beraber olduğu körlükten muzdarip arkadaşlarını güvenli bir alana yerleştirerek hayatta kalmalarını sağlayacaktı. Saramago, hikayenin sonunda iyimser bir tablo çizer ve kör olan kişiler tek tek görme duyusuna kavuşur.
Bu bakımdan Portekiz’in dünyaya mal olmuş yazarı Jose Saramago’ya 1998’de Nobel Edebiyat Ödülü getiren, bir kara ütopya şaheseri ‘Körlük’ romanı, yaşadığımız çağı anlamak bakımından metaforik tavrı ile modernite kıskacındaki insana çok şey anlatıyor.
Üstelik ‘neomodern’ çağda görüntülerin bu denli hayatımızı işgal ettiği, her türlü ideolojik sapmaların Marx’ın ifadesiyle “kaybolan hâlemizi, değer yargılarımızı” bu denli ‘körleştirdiği’ bir ortamda Saramago’nun engin tahayyülü ‘iki gözümüze’ parmağını sokarak bize kendisini militanca dayatıyor.
Saramago’nun Körlük romanı aynı zamanda pragmatist aydınlanmacı determinizme de ket vurarak, ‘insan insanın kurdudur’ gibi Hobbes’çu bir söylemi de yapıbozumsal olarak kritize eden distopik bir metindir.
Keza körler kentinde bir veba gibi yayılan körlükle muzdarip olan tüm körler, devlet mekanizmalarınca belirlenmiş yerlerde (pejmürde, eski akıl hastaneleri, salaş tecrit yerleri) tabiri caizse ölüme terk edilir. Bu koğuşlarda körler artık başlarının çaresine bakmak zorundadır. Böyle olunca da yeme, içme, temizlenme gibi temel ihtiyaçlara her zamankinden defa fazla ihtiyaç duyacak körler arasında zamanla bu ihtiyaçların temini için ölüm kalım savaşı verilecekti. Saramago’nun distopik tahayyülü, insan ve doğa arasındaki çatışmaya göndermede bulunarak romanın metaforik kısmı ile reel kısmını birbirini bütünleşik hale getiriyor.
KÖRLÜK METAFORU VE İKTİDAR
Saramago, bu pejmürde koğuşlardaki metaforla bir nevi, devletin iktidar söylemi olarak kendisini dayattığı, inşa ettiği Foucault’yen bir bakışa göndermede bulunur. Bu bağlamda Foucault’un iktidar söyleminin bireyleri dönüştürmede kullandığı, iktidarı anlamak için (buradaki iktidar kavramı sadece siyasa bağlamında değil, söylemin bizzat kendisinin dahi iktidar olabilecek düzeyde mikro parçalara ayrılmasından bahsediyoruz) sistemleştirdiği Hapishane’nin Doğuşu’, Saramago’nun yarattığı akopoliptik dünyayı anlamamıza daha iyi olanak sağlayacaktır. Çünkü Foucault, Hapishanenin Doğuşu’nda hapishaneleri, akıl hastanelerini, gözetim altında tutulan, belli bir denetim mekanizmasına tabi kılınan bireylerin bir tür disipline edici gözetleme mekanları olarak tasvir eder. Dolayısıyla da Saramago’nun tasvir ettiği dünyada kitleselleşen körlük metaforu, kendisini bir iktidar söylemi olarak inşa ediyor.
Görüntünün, iktidarını ilan ettiği çağımızda Saramago, ‘gözümüzü’, ‘bakışımızı’ bir yerlere çeviriyor ve ‘körlüğümüzün’ iktidarını ilan ediyor.
Körleşen içgüdümüzle artık, basiretsiz bir çağda yaşıyoruz.
Ve Saramago’nun hikayenin sonunda doktora söylettiği şu cümleler basiretsiz çağımıza sesleniyor:
“Neden kör olduk bilmiyorum, bence biz kör olmadık, BİZ ZATEN KÖRDÜK, GÖREN KÖRLER Mİ, GÖRDÜĞÜ HALDE GÖRMEYEN KÖRLER…”