Su baskını mı, yoksa inşaat salgını mı!
Her yıl normal dışı hava şartları nedeni ile oluşan sağanak yağmurları sonucunda meydana gelen sel fekâketleri, sanki tabii bir olaymış gibi hayatımızın bir parçası haline geldi. Bunun ana nedeni, insan oğlunun küresel çapta doğayı tahrip etmesidir. Buna herhangi bir ülkenin tek başına çare bulması mümkün değildir.
Ama ülkemiz bakımından gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek de var: Olağan dışı tabiat olayı çok ender olarak gerçekleşir. Her sene artan bir ölçüde gerçekleşen su baskınları, artık olağan dışı doğal olay olarak nitelenemez. Aynı su baskınları yıllar boyunca oluşmaktadır. Asıl sorun buna çare bulamayan idaredir. Ve onun ağır hizmet kusuru söz konusudur.
HUKUKUN BİTTİĞİ YER
Türkiye’deki en kapsamlı salgın, "şekilsel demokrasi"dir. Bunun yarattığı sorun da Turgut Özal tarafından, yerel yönetimlerin seçimle göreve gelmesi konusunda yapılan kanun değişikliğidir.
Bu şekilde kent yönetimi politik amaçlara alet edilmeye başlamıştır. Kıcaca, "ver oyunu- yap gecekondunu" sistemi devreye girmiştir. Oysa demokratik bir ülkede, yönetimin her tasarrufu, kamu yararına ilkesine yönelik olmak zorundadır. Bu sistem sayesinde, kamuya ait büyük alanlar hukuka aykırı biçimde gasp edilerek, kontrol dışı inşaata açılmış ve hiçbir alt yapısı olmayan yüz binlerce bina, plansız olarak ve rastgele biçimde inşa edilmiştir. Bunlar yapılırken, tabii dere yatakları kapatılmış olduğu ve inşaattan evvel alt yapı da yapılmadığı için, bugünkü durum ortaya çıkmıştır. Daha da vahim olarak, devletimiz, bu "orman kanunu" davranışını, inşaat affı kanunları ile legalize ederek, devlet malını gasp ederek haksız mal edileni ödüllendirmiştir.
Bazı kişiler kamu malı üzerine bina yapmakla yetinmemiş, ayrıca bir de arsa çevirerek başkasına satmıştır! Bu haydutluğun legalize edilmesi, hukukun bittiği nokta olmuştur.
1830’lu yıllarda, askerî ıslahat için Sultan 2. Mahmut tarafından Almanya’dan Türkiye’ye getirilen genç subay (sonra Mareşal) von Moltke, anılarında Türkiye’deki yönetim için çok çarpıcı bir tesbitte bulunmuştur: "Türkiye’de Devlet bir faraziyeden ibarettir." Bu tarihi tesbitin bugün kısmen de olsa bu konuda yürürlükte olduğu acıklı bir şekilde ortadadır.
BİZİM HÜKMÜMÜZ GEÇMEZ
Bugün İstanbul’un, büyük ölçüde inşaat müteahhitlerinin etkisi ile yönetildiği bir gerçektir. Şehrin esas sahibi inşaatçılardır. İstanbul halkı artık hiçbir siyasi gücü olmayan sığıntı durumundadır. Kalabalık bir işgünü sonunda Gayrettepe’de otobüs beklerken, çok yoğun olan trafiğin içinde birkaç çimento mikseri ile bir de buldozerin olduğunu hayretle görmüş ve oradaki genç trafik polisine, bunlara niye müdahale etmediğini sormuştum. Verdiği cevap son derece öğretici olmuştu: "Beyefendi bizim hükmümüz onlara geçmez!" Bu cevap karşısında, kendimize mi, yoksa görevli genç polise mi acıyayım, bilememiştim.
Bazı insanlar hukuk dışına çıkma hakkına erişmişler ise, artık orada olup bitenlerden “tabii afet” diye bahsedilemez. Olup bitenlerde kamu görevlilerinin ağır hizmet kusuru vardır. Yapılan hukuksuz işlere göz yummuşlardır. Söz konusu olan birkaç bina değil, yüzbinlerce evlik mahallelerin hukuka aykırı olarak yapılmış ve yapılmakta olduğudur. Bu bir "gözden kaçma" olamaz, "kasden başka tarafa" bakmadır. Ne acıklıdır ki, idari yargı mercileri de, oluşan zarar ile ilgili olarak “tabii afet” kavramına sarılmış bulunmaktadırlar.
Hukuk devleti kavramı, çok itina ile dikilmiş güzel bir elbisedir. Yakışması için güzel ve uygun bir vücut gerekli. Çarpık-çurpuk bedene uyması beklenemez. Ve bizler, daha uzun bir süre, 16 küsur milyonluk deniz kıyısı bir şehirde, rıhtım kenarlarında bile insanların ve otomobillerin suların önünde sürüklendiklerini, bodrumlarda boğulduklarına tanık oluruz.
Belki de lâyık olduğumuz budur, diyeceğim ama, Cumhuriyet devrimi yapmış bir ülkeye ve insanlarına bu yakışmıyor…