Tarihsel ve kültürel süreç içinde Türklük kavramı
Türk sözcüğü bir ırkın değil, aralarında dil, kültür ve tarih bağı olan ve geniş bir coğrafyada uygarlık kurmuş bir ulusun adıdır.Türk ırkı sözcüğü, burada anlam daralmasına uğrayarak Türk ulusu kavramının yerine kullanılmıştır. Bu yönüyle, antropolojik ve biyolojik olarak Türk ırkından söz edilemez
15-16 Temmuz 2016 hain FETÖ darbe girişimine kadar, Ak Parti iktidarının ve yöneticilerinin, iki sözcükle başı dertteydi. Bunlar: Türk ve Atatürk adlarıdır. Özellikle küreselleşmeci sermayenin ve BOP projesinin onlara verdiği görev nedeniyle “Her türlü milliyetçiliği ayaklarımın altına alıyorum” söylemiyle Türkçülüğü bastırıp yok sayıyor, yerelde mikromilliyetçiliğin uzantısı olan etnik bölücülerin sırtını sıvazlıyor ve ülkenin bölünme girişimlerine, bilerek ve bilmeyerek katkı veriyordu. ABD ve FETÖ tarafından düzenlenen darbe girişiminden sonra, ayaklarının suya erdiğini, yeterli olmasa da yanlışlardan dönülmeye başlandığını gözlemliyoruz.
KONUYLA İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR
Konuyu daha iyi anlamak için bazı kavramları da iyi bilmemiz gerekiyor. Şimdi bunları sırasıyla öğrenelim:
IRK: İnsanların deri, saç rengi, boy uzunluğu, vücut biçimi gibi fiziksel özelliklerine, genetik olarak incelenebilen biyolojik özelliklerine göre ayrıldığı gruplara ırk denir. İlk sınıflandırma, Alman anatomi ve fizyoloji bilgini Johan Friedrich Blumenbach (1752-1840) tarafından kafatasları ölçümü yapılarak, insan türü beş kümeye ayrıldı. Bunlar: Moğol, Amerikan yerlisi, Kafkasyalı, Etiyopyalı ve Malayalıdır. Daha sonra İsveçli biyolog Caralu Linnacxs (1707-1778) deri rengine göre ayırdığı dört ırkı şöyle tanımladı: Beyaz, sarı, siyah, kızıl (Amerika yerlisi).
IRKÇILIK: Irklar arasındaki fiziksel farklılıkların, insanların yeteneklerinde farklılıklar yarattığını ve bazı ırkların ötekilerden üstün olduğunu savunan görüş ya da önyargıya denir. Fransız etnoloji uzmanı Joseph Arthur Gobineu (1816-1882) ve İngiliz siyaset bilimcisi ve sonradan Alman uyruğuna geçen H.S. Chemberlain (1885-1927) ırklar arasında sınıflandırma yaparak beyaz ırkın diğerlerine üstünlüğünü vurgulayan bir kuram geliştirdiler. Beyaz ırk yerine ‘ari ırk’ kavramını ortaya attılar. Irklar konusunda en yaygın önyargılardan biri de saf ırkların olduğu ve bunların saf ırktan olmayan insanlarla karışması sonucunda zayıflayacağı, yok olacağı düşüncesidir. Nazi Almanya’sında, ari ırkın üstünlüğüne ve saflığına inanıldı. Giderek bu görüş, Almanya, İtalya, İspanya ve Japonya’da geniş taraftar kitlesi buldu. Bu ülkelerde ırkçı yönetimler kuruldu. Emperyalist sermaye gruplarının da desteğiyle faşist ve Nazi dediğimiz devletlerle diğer devletler (ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB) arasında yapılan 2. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca insanın evsiz barksız, işsiz ve aç kalmasına yol açtı. İşin en acı tarafı da ilk kez atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki’ye atılmasıdır.
KAVİM: Aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan boy ve soy bakımından birbirine bağlı insan topluluklarına denir.
ULUS (MİLLET): Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların, oluşturduğu topluluktur. Ulus, feodalitenin yıkılışı ve kapitalist üretim düzeninin oluşumu sürecinde ortaya çıkmıştır. Buna göre: a) ortak dil, b) tarihsel geçmiş, c) bir arada bulunan topluluğun gelecekte de bir arada yaşama inancında olması, d) Birlik beraberlik içinde ortak duyguların paylaşılması, e) Topluluklarda kültürel ortaklık bulunması gibi temel özellikler ortaya çıkmaktadır.
SOY: Bir atadan gelen kimselerden oluşan topluluk.
BOY (KLAN): Dirimbilimsel özellikleri, kuşaktan kuşağa değişmeyen kandaş bireyler topluluğuna denir.
KÜLTÜR: Bir topluluğun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin bütününe kültür denir.
ÜMMET: Kendi seçimleri veya bir zorunlulukla aynı yer, zaman veya aynı din gibi bir nedenle bir arada bulunan cemaattır. Müslümanların Kur’an ve sünneti esas alarak kurdukları ve üzerinde yaşadıkları yurt.
ÜMMETÇİLİK: Bir toplumu belli bir dini eksende toplamaktır.
MİLLİYET: Ulusallık, millet olma niteliği taşıyan topluluk, halk kitlesi.
TARİHSEL SÜREÇ
Buna göre, Türk sözcüğü bir ırkın değil, aralarında dil, kültür ve tarih bağı olan ve çokk geniş bir coğrafyada uygarlık kurmuş bir ulusun adıdır. Türk ırkı sözcüğü, burada anlam daralmasına uğrayarak Türk ulusu kavramının yerine kullanılmıştır. Bu yönüyle, antropolojik olarak ve biyolojik olarak Türk ırkından söz edilemez. Ancak dar anlamıyla tarihten bu yana uygarlıklar kuran, uygarlık ve kültürünü göçlerle yayan, Asya ve Avrupa’da yerleşen Türk ulusundan söz edebiliriz. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy, “Kahraman ırkıma bir gül!” derken, “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” derken bunu anlatır. Bir örneği de Kuşadası Kuvayi Milliye Reisi ve Atatürk’ün Devrimci Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tan verelim: “Her gün yüksek kalan Türk ulusunun, her gün yüksek kalması için, devrimin yok ettiği eskiliklerin yerini alan yenilikler, kanı damarlarımızda vuran ırkımızın ve her avuç toprağında bir devrim şehidinin kutsal kanı kokan Türk yurdunu yüceltme koşullarıdır” örneğinde olduğu gibi ırk sözcüğünü Türk ulusu yerine kullanır.
Atalarımız Orta Asya, Kuzey Asya, Güney Asya, Anadolu, Karadenizin kuzeyi, Kafkaslar, Avrupa ve Kuzey Afrika’da devletler kurmuşlardır. Yeni yapılan araştırmalar, Türklerin tamga adı verilen birkaç harften oluşan bir yazı kullandıklarını, bunları kayalara işlediklerini göstermektedir. Ayrıca Sümerlerin, Hititlerin, Etrüsklerin, Truvalıların Türk kökenli olduklarını öğreniyoruz. “MÖ 2500 yıllarında Mezopotamya’da yürürlükte olan dünyanın ilk yazı dili Sümercenin kaynağı konusunda çok sayıda araştırmalar yapılmıştır. Pek çok bilim adamı, bu dilin Ural-Altay dillerinin bir parçası olduğunu kabul etmektedir. Osman Nedim Tuna, 165 Türkçe kelimenin Sümerce’de kullanıldığını ispat etmiştir.” (Prof.Dr. Necati Demir)
“Türkler, tarihe üç önemli katkı yapmışlardır. Birincisi demiri işleyen ilk kavimdir. Önemli demir yataklarının olduğu Altaylar’da bunun yapıldığına ilişkin kuramlar vardır. İkincisi atın evcilleştirilmesiyle hızlı hareket edebilme, uzak bölgelere gidebilmek, üçüncüsü de hukuk fikri. Bunu 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında araştırdılar. Mesela kızların mirastan pay alma hakkı. Somutlaştırmak için bu örneği veriyorum.” (Taşağıl-Böğün)
“Türk tarihini iyi bilmek için üç temel noktayı iyi bilmemiz gerekmektedir. Birincisi, Türk göçleri. Kitleler halinde, dalgalar halinde göç etmişlerdir. İkincisi boy sistemi. Bu sistem kaybolmamayı, kaybolmadan nesilden nesile geçişi sağladı. Üçüncüsü, bir model devlet kurmak, yani örgütçü olmak. Bunun zirvesi de Türk kağanlığıdır. Burada Türk adının günümüze kadar devlet ve millet olarak gelmesinde Türk kağanlığı, yani Göktürkler temel teşkil eder. Göktürkler kendilerinden sonraki Türk devletlerine model olmuşlardır.” (Taşağıl-Böğün)
Milattan önce 10 bin yıllarında tarih sahnesine çıkan atalarımız, dünyanın değişik yerlerinde kurdukları devletlerle kültür ve uygarlıklarını yaymışlardır. Türkler bilinenin aksine 1071 Malazgirt Savaşı öncesinde de Anadolu’da yer almışlardır. Belki de bu tarih, Anadolu’nun Büyük Selçuklu Devleti’ne ait Türk egemenliğini anlatır.
KÜLTÜREL SÜREÇ
Hunlar, Batı Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Karluklar, Hazarlar, Sakalar ve İskitler, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklular diye bu süreç uzar gider ve Osmanlı’ya dayanır. Anadolu Selçuklular döneminde İran etkisi o denli egemendir ki devletin resmi dili Farsça olur. Sultanların adı bile Keykubat, Keyhüsrev, Keykavus örneklerinde olduğu gibi Farsçadır.
Söğüt Domaniç yöresinde kurulan Osmanlı beyliği, zaman içinde, diğer Anadolu beyliklerini egemenliği altına alarak siyasal birliği sağlar. Osmanlı padişahları, Türk olmayan köle kızlarla evlenirler. Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar ordu ve devlet yönetimi Türklerin elindedir. İstanbul’un alınması sırasında, Veziriazam Çandarlı Halil Paşa’nın idam edilmesinden sonra, devlet katında ve orduda Türklerin egemenliği sona erecektir.
Osmanlı, yerli Türk insanını, temel güç olarak yıllarca süren savaşlarda bir araç olarak kullanmıştır. Fethettiği yerlerde İslamın gücünü ve görkemini gösterme adına, cami, kervansaray, han, hamam, köprü ve yol gibi her tür imar çalışmalarını yapmıştır. Yani oradan aldığının çok daha fazlasını o yöreye götürmüştür. Bu yüzden Anadolu’da sık sık isyanlar çıkmıştır. 1466 yılında yapılan bir derlemede “Türk iti şehre gelince farisice ürür” denilmekte, Osmanlı şairi Nef'i, “Tanrı Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır” diye seslenmektedir.
Anadolu Türk halkı da padişahların sömürgen ve dışlayıcı tavrına, şu ozanı belli olmayan dörtlükte olduğu gibi onları niteleyerek karşılık vermektedir: “Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yok biçende yok / Yiyende ortak Osmanlı”.
Aşık Paşa ise, “Türk diline kimesne bakmaz idi / Türklere her kez gönül akmaz idi / Türk dahi bilmez idi bu dilleri / ince yolu, o ulu menzilleri” derken Türklük karşıtı tehlikeye dikkat çekiyordu.
1789 Fransız Devrimi’nden sonra ulusçuluk akımları güçlendi. Buhar gücünün sanayiye aktarılmasıyla kapitalist süreç başladı. Bu dönemde, çağın gerisinde kalan, dış sömürü yapamayan, eğitim ve teknolojisi geri kalan Osmanlı devleti, kaçınılmaz olarak büyük toprak kaybına uğradı. Ekonomik bakımdan ve siyaset bakımından İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya’nın oyuncağı oldu. Bu olgular karşısında Osmanlı 20. yüzyılın başında Türk olduğunu hatırlamak zorunda kaldı. İlkönce Kahire’de Türk adlı bir gazete yayınlanır. 1911 yılında Selanik’te Genç Kalemler adlı bir dergi çıkarılır. Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul ve Ali Canip Yöntem Milli Edebiyat akımını başlatırlar. Buna göre: Türkçe sözcükler kullanılacak, yabancı sözcük ve tamlamalardan uzak kalınacaktır. Türk tarihi ve kahramanlığı şiir ve diğer türlerde işlenecektir. 1911 yılında Türk Yurdu Derneği kurularak, aynı adla bir dergi çıkarılır. 1912’de Türk Ocağı Derneği kurulur. Başlangıçta Çarlık Rusya’sından gelen Ceditçilerin başlattığı hareket, Ziya Gökalp’le birlikte ivme kazanır.
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk dilinin bu özelliğini şu sözleriyle çarpıcı bir biçimde vurgular: “Türk demek dil demektir. Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” “Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.” “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” “Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir.” “Milli duyguların ayakta kalabilmesi için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.” “Bu iki ulusal kurumun [TDK ve TTK] tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, karşı konulmaz bilimsel belgelerle ortaya koydukça yalnız Türk milleti için değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan kutsal bir görevi yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim.”
Osmanlı’da dile önem vermeyen akım, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı bir karma dile, Osmanlıcaya dönüşecektir. Osmanlıcanın yalnız yüklemleri Türkçedir. O halde Osmanlıca denen yapay dil, sadece saray ve çevresinde aydınların kullandığı bir dildir. Halk bunu uygun bulmamış, kendi öz dilini, korumuş, duygu ve düşüncelerini pırıl pırıl bir Türkçeyle ifade etmiştir. Yunus Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı ve Karacaoğlan’ı günümüzde de rahatça okuyup anlayabiliyoruz. Divan, Tanzimat ve Servet-i Fünun Edebiyatlarından acaba kaç ozan ya da yazarı, Osmanlıca sözlüğe bakmadan anlayabiliyoruz?
Bu olumsuz gidişin Türk ulusunu böleceğini ve toplumda kargaşa yaratacağını kavrayan ilk devlet adamı, Karamanoğlu Mehmet Bey’dir. 1277’de yayınladığı fermanda şöyle der: “Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, mecliste ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya!” Bu ferman dilimizin korunması için atılan ilk adım olması nedeniyle çok önemlidir. Osmanlı döneminde saray ve çevresindeki aydınlarla halk arasında bu yüzden büyük kopukluklar yaşanmıştır. Tanzimat döneminde, dilimize saldıran doğu dillerine, başta Fransızca olmak üzere, batı dilleri de eklenmiştir. Fransızca konuşmak ve yazmak özentisi, o dönemde büyük kentlerde aydınları sarmıştır.
Yurdumuzu emperyalist güçlerin saldırısından halkımızı örgütleyerek kurtaran Atatürk, Türk dilini de içinde bulunduğu kargaşadan kurtarmak için 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dil Kurumu’nu kurar. Birinci Türk Dil Kurultayı 26 Eylül 1932 tarihinde toplanır. Bu kutlu gün, Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır. Emperyalizm, ulusları sadece savaşla değil, ekonomik ve kültürel açıdan da çökertmektedir. Bu bilinçle yola çıkan dilcilerimiz, derleme ve tarama sözlükleri oluşturmuştur. 11 ciltlik tanıklarıyla halktan derlenen sözlükler ve Göktürk yazıtlarından başlayarak yazılı kaynaklardan taranan 8 cilt sözlükler, bu dönemin en temel yapıtlarıdır. Ayrıca yabancı dillerden dilimize giren sözcükler için karşılıklar türetilir ve halkın kullanması için önerilir. Yurdumuzu kurtaran Atatürk, “Türkçenin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması” için yapılan dil çalışmalarının tümünde görev alır. Bir Geometri kitabı yazar. Bir dilci titizliğiyle geometri terimleri türetir.
Bir ulusun yaşamında, dilin önemini çok iyi bilen Atatürk, vasiyetinde mal varlığının tümünü, özerk olarak çalışan ve kendisinin kurduğu Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarına bırakmıştır. İster ki bu kurumlar, hükümetler, siyasi partiler tarafından güdülmesin. Ulusu oluşturan, dil birliği ve tarih birliği, tarafsız ellerde çalışmalarını yürütsün.
Örneğin Türk Dil Kurumunun çalışmalarıyla sözlüğümüzdeki sözcük sayısı 200 bine ulaşır, dilimizin sözcük hazinesi zenginleşir. Türkçe bir edebiyat dili olduğu kadar bir bilim dili durumuna gelir. Bu kurumlar, 12 Eylül faşist darbesiyle ABD yanlısı generaller tarafından kapatılır. 1982 Anayasasıyla bu kurumların yerine, hükümet denetiminde kurumlar oluşturulur.
Halk bilim adını verdiğimiz bilim dalı, gelenek, görenek, inanç, atasözü, deyim, efsane, destan, ninni, ağıt, türkü, şarkı, tekerleme, ulusal halk dansları, seyirlik oyunlar hem dilimizi zenginleştiren hem de bizi kıvançta, tasada ve yazgıda bir araya getiren ortak değerler olur.
Özellikle son yıllarda “Yeni Osmanlıcılık” özentisi taşıyan siyasetçilerin Osmanlıcayı parlatma çabaları, iletişim alanında dilimizin özensiz kullanımı, dil eğitiminin bilinçsiz yapılması, yerel yönetimlerin işyeri adlarındaki başıboşluğa işlem yapmaması, işletme sahiplerinin yabancı ad koyarak ya da dilimizi bozarak uydurdukları adlarla, daha fazla satış yapacaklarını sanmaları, dilimizi yeniden bir kargaşa içine sokmuştur.
Her yurttaş Karamanoğlu Mehmet Bey’in, Ulu Önder Atatürk’ün dilimize verdiği önem doğrultusunda davranmalıdır. “Türkçe benim ağzımda annemin sütüdür” diyen büyük ozan Yahya Kemal Beyatlı, dilimizin duygusallığını ve koruyuculuğunu, “Türkçem benim ses bayrağım” diyen çağdaş ozan Fazıl Hüsnü Dağlarca, dilimizin bağımsızlık, evrensellik ve süreklilik ilkesini, 13. yüzyılın ve Türkçenin büyük ozanı Yunus Emre, “Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı!” dizeleriyle dilimizin önemini ve etkinliğini vurgular.
KAYNAKÇA
- Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Mimar Sinan Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı, Hasan Böğün söyleşisi, Aydınlık, 16 Aralık 2013.
- Özgür Barış Etli, Göbeklitepe ve Ön-Türkler.
- Prof.Dr. Necati Demir, “Türk Tarih Kültürünün Kaynağı Olarak Kaya Üzeri Resimleri ve Yazılar” makalesi.
- Prof.Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği, s.51-53.
- Prof.Dr. Ekrem Memiş, “MÖ 3 Bin Yılında Anadolu’da Türkler”, Türk Dünyası Araştırmaları, Nisan 1988, s.53.
- Prof.Dr. Ekrem Memiş, “Ortadoğu’da Türklerin Varlığı Tartışmaları”, Türk Ansiklopedisi, 2002 c.1, s.441.