Teori'deki ‘modernizm’ tartışmasına katkı - 1 Tanımı ve devrimle ilişkisi
Devrim tarihsel sürekliliği olan dinamik ve bilimsel bir kavramken; modernizm Batı’ya özgü, tarihin sadece bir bölümünü ele alan donuk bir kavramdır. Dolayısıyla devrim ve modernizm, kavramsal olarak iç içe olmaktan uzaktır. Emperyalist dönemde ise modernleşme devrim karşıtı konumlara sürüklenmiştir
“Üretimin durmadan altüst olması, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılması ve sonu gelmez bir belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırır.”
Marx/Engels, Komünist Parti Manifestosu
Teori dergisinin 2024 Eylül sayısı, 19. yüzyıldan bu yana en çok tartışılan kavramlardan olan modernizmi konu alıyor. Dr. Doğu Perinçek ve Prof. Cüneyt Akalın, devrim ve modernleşmenin zıt eylemler olup olmadığı hakkında fikir tartışması yaparken, Prof. İbrahim Kaya ve Prof. Atakan Hatipoğlu, Batı'yla Türkiye arasındaki modernleşme bağını irdeliyor.
Biz de modernizmin kuramsal boyutunu ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrasındaki görünümünü, kapitalizmin aşırı birikim krizlerini ve 80 sonrası milli devletleri hedef alan küreselleşme süreci ile modernizm ve postmodernizm arasındaki ilişkiyi inceleyeceğiz.
Şüphesiz, yaşadığımız çağı daha iyi idrak edebilmek için modernizmin bütüncül olarak tartışılmaya devam edilmesi zihinlerimizi daha berrak hale getirecektir.
Ortaçağ karanlığından Aydınlanma Devrimi’yle çıkan Avrupa, Fransız Devrimi’yle birlikte kendi sosyo-ekonomik ve kültürel programını yaratmıştır. Demokratik devrimlerin öncüsü olarak sahneye çıkan burjuvazinin işgücü ihtiyacı kentleşmeyi doğurmuştur. Bu yüzden modernizm, kentsel bir olgu olarak tarif edilir.
Kapitalizmin, basit olarak sermayeye dayanan kâr odaklı bir sistem olduğunu biliyoruz. İşte bu nedenle, sermayenin alanının hem daha fazla genişlemesi hem de piyasalarda daha hızlı dolaşarak ve daha büyük kârlarla sahibine geri dönmesini sağlama ihtiyacı modernizmi doğurmuştur.
İnsanın doğayı denetim altına alma çabasının ürünü olarak da niteleyebileceğimiz modernizm, üretim (makine, kentleşme, fabrikalaşma), dolaşım (yeni ulaştırma ve haberleşme sistemleri) ve tüketim (kitle pazarlarının, reklamcılığın ve modanın ortaya çıkışı) alanlarında ortaya çıkan yeni koşullara bir cevaptır.
Yani modernite bir neden değil, Batı’daki burjuva devrimlerinin ortaya koyduğu bir sonuçtur.
Bilindiği gibi devrim, üretim araçlarının özel mülkiyetinde sınıfsal değişiklikler doğuran tarihsel sıçramalara denir. Modernizm ise evrimcidir. Kapitalizmin yaşadığı krizlere dönemsel çözümler üretmeye çalışır.
Devrim, tarihsel sürekliliği olan dinamik ve bilimsel bir kavramken; modernizm Batı’ya özgü, tarihin sadece bir bölümünü ele alan donuk bir kavramdır. Dolayısıyla devrim ve modernizm, kavramsal olarak iç içe olmaktan uzaktır.
Emperyalist kapitalizm döneminde ise modernleşme (günümüzdeki adıyla postmodernizm), devrim karşıtı konumlara sürüklenmiştir.
MEKANIN ZAMAN TARAFINDAN FETHEDİLMESİ
Kapitalist süreçlerin evrelerini; dış ticaret çağındaki kapitalizm, tekelci kapitalizm (emperyalizm) ve üretimden koparak finansallaşan mafyokratik kapitalizm olarak tanımlayabiliriz.
Sanayi Devrimi'yle birlikte atlı arabaların ve yelkenli gemilerin yerini buharlı gemilerin ve lokomotiflerin alması, daha sonra motorlu arabaların ve jet motorlu uçakların üretilmeye başlaması, insanoğlunun zaman ve mekan algıları üzerinde devrim etkisi yaratan gelişmelerdi.
Zira, atlı arabalar saatte ortalama 16 km., buharlı lokomotifler 100 km. hızla giderken 1960'lardan sonra jet uçaklarla saatte 800-1100 km. hızla mesafe alınabiliyordu.
Bu sayede sermayenin yer değiştirme hızının artması, yeni teknolojilerle birlikte piyasalardaki meta alışverişinin 24 saate yayılması, yani giderek piyasaların mekânsal-coğrafi genişlemesi ve aynı zamanda çok uzak mesafelerin yakın hale gelmesi sermayenin devir süresini kısaltmıştır.
Mekanı kat etme zamanının kısalması, kârlılığı olağanüstü şekilde artmıştır.
Kapitalist süreç meta üzerinden fetişizme uğrar, yeni ihtiyaçlar yaratır, insan emeğini daha fazla sömürür, mekanları dönüştürür, hayatı hızlandırır. Dönemsel olarak tekrarlayan aşırı birikim sorunları yaratır, bu sorunlar kapitalist sistem içinde yamanır ve yeniden üretilir.
I. Dünya Savaşı'na uzanan 1873 krizi, II. Dünya Savaşı'nı tetikleyen 1929 Büyük Buhranı, 1973 Petrol Krizi ve 2008'den bu yana süren Büyük Durgunluk, kapitalizmin tarihinde hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmadığı derin kırılmaları ifade eder.
Aşırı birikim, atıl sermaye ile atıl emeğin bir arada var olduğu durumlardır. Talep edilmeyen meta fazlası, stoklarda aşırı yığılma, gelir dağılımında eşitsizliklerin artması ve yüksek işsizlik, aşırı birikim eğiliminin tipik sonuçlarıdır. Marx, kapitalizmin bu aşırı birikim dinamiğinin zorunlu olarak krize eğilimli olduğunu çok öncelerde ortaya koymuştur.
KAPİTALİZMİ SERBEST PİYASA DEĞİL DEVLETÇİLİK KURTARDI
İşte bu aşırı birikim krizlerinin belki de en büyüğü 1929'da yaşandı. Talebin aşırı daralması ve yüksek işsizlik, ABD merkezli küresel bir krize işaret ediyordu. Adam Smith'in arz ve talebin kendiliğinden dengede duracağına dayanan ve devletin ekonomiye müdahalesini dışlayan ''gizli el'' teorisi çürümüştü.
Günümüzde birçok ekonomistin (bu arada Nobel ödüllü ekonomistimiz Daron Acemoğlu’nu anmadan geçmeyelim) kutsadığı serbest piyasa sistemi daha ilk ciddi krizde çökmüştü.
Henry Ford, 1900'lerin başında kitle üretiminde başarılı olmak için pazarını genişletmesi gerektiğinin farkındaydı. İşçilerin ücretlerini artırma yoluyla yeni müşteriler elde etme stratejisi güttü.
Fakat 1929'da kriz patlak verdikten sonra, Ford'un tek başına başaramadığını ABD Başkanı Roosevelt devlet müdahalesiyle yapmıştır. New Deal (Yeni anlaşma) politikalarıyla ABD ekonomisini Büyük Buhrandan kurtarabilmiştir.
İngiliz iktisatçı Keynes ise merkezi planlama anlayışıyla devletin ekonomik ve sosyal alana müdahalesini teorileştirmiştir. Türkiye’nin 1929 krizine cevabı da 1931’de devletçiliğin CHP programına girmesi olmuştur.
II. Dünya Savaşı'ndan galip çıkan ABD, 1944 Bretton Woods anlaşmasıyla doları rezerv para haline getiriyordu. ABD, piyasaların kendi denetimindeki büyük şirketlere açılması karşılığında dünyanın bankeri haline gelmişti.
Bütün bunlar ABD’nin, askeri hâkimiyetle korunan hegemonyacılığıyla güvence altına alınıyordu. Karakteri, üretime ve refah devletine dayanan 1945-1973 arasındaki bu süreci Fordist-Keynesçi dönem olarak adlandırabiliriz.
Bu dönemde kapitalist ülkeler, önceki dönemlere göre daha yüksek üretim ve istikrarlı ekonomik büyüme gerçekleştirdiler.
II. Dünya Savaşı sonrası ilk büyük ekonomik daralma 1973’te yaşandı. ABD’nin dış ticarete bağımlılığı 73-80 arası ikiye katlandı. Gelişmekte olan ülkelerden ithalat on katına çıktı. ABD, dünyanın en borçlu ülkesi haline geldi.
70'li yıllarda gelişmiş kapitalist ülkelerde enflasyon çift hanelere ulaşıyordu. Suçlu bulundu, bütün bunlara sebep olan yüksek düzeydeki kamu harcamalarıydı. Böylece sosyal devlet modeli sanık sandalyesine oturtuldu.
-YARIN DEVAM EDECEK-