13 Ocak 2025 Pazartesi
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Türk kadınında kimlik

Toplum; halkların siyasal bir erk altındaki varlığıdır, bunun da adını koyan, ‘ulusçu devlet’ anlayışıdır. Türk kadını kimliği, Anadolu halklarının ortak özelliklerinden oluşmuş, bir Türk vatandaşı kimliğidir.

Türk kadınında kimlik
A+ A-
TANSU BELE

Türk kadını toplumsal iyeliğini (aidiyetini) hangi sözcüklerle belirler? “Ben Türküm” diyerek! Bu iki sözcükle ben; kültürel ve ulusal kimliğimi tanımlıyorum. Hemen ekleyeyim; bu iki sözcüğün benim için ırkçı, kafatasçı hiçbir anlamı yoktur. Çünkü bana göre Türk olmanın dayandığı ‘ulus’ kavramı, Anadolu coğrafyası üzerindeki etnik, dinsel, tarihsel, geleneksel halk farklılıklarının bir kültür (ulus) potasında erimesidir. Ayrıca bunların düşüncel, duygusal, siyasal, ekonomik ortak paydalarında birleşerek bir devlet çatısı altında toplanıp bir toplum bütünü oluşturması anlamını içerir. Dikkat edilirse bu ‘ulus tanımı’nı yaparken, halklar ya da halk farklılıklarını, toplum kavramından ayırarak kullandım. Çünkü yine bana göre siyasal ve ekonomik erki yani devleti olmayan halklar (etnisite olarak) varolabilir. Ama, bu erkten yoksun bir toplum var olamaz. Dolayısıyla toplum; siyasal erki olan bir birlik, bir bireşim (sentez) dir. Bu bireşimi de o topluma adını veren siyasal erkin ulus kavramı ya da bilinci sağlar.

TÜRK KİMLİĞİ

Başka bir deyişle, adına ulus dediğimiz; siyasal, ekonomik erki (devleti) olan toplum, birtakım etnik, dinsel, tarihsel, dilsel, geleneksel halk farklılıklarından oluşmuş bir bireşimdir. Bu halk başkalıklarının ya da halksal (etnik) özelliklerin her biri, yemeğin tuzu, biberi, şekeri, suyu gibi bu bireşimin içinde vardır. Ama bu halksal özelliklerin hiçbiri, bütünsel bireşimin ya da toplumun ortak paydası olan siyasal, ekonomik devlet erkinin dayandığı ulus bilincinin tek başına kimliği olamaz. Çünkü Anadolu coğrafyası üzerinde ayağımı bastığım bu kültürel bireşimin ya da ulusun kimliğini, Kurtuluş Savaşı sonunda ortaya çıkan ve siyasal, ekonomik devlet erkinin antlaşma metni olan Anayasa, yasal geçerliliğe kavuşturmuştur. Ayrıca ‘Türk ulusu’ kavramı, bu ülkeye tepeden inme getirilmemiştir ya da Türk kimliği, tek tek Anadolu halklarının başkalık özelliklerinin yaşamsal, demokratik haklarını hiçe sayıp önüne geçen bir kimlik de değildir. Tam tersine, bütün halkların niteliklerini, yerel özelliklerini kucaklayan, birleştiren bir kültürel kimliktir. Bunun için büyük bir ölüm kalım savaşımı veren Türk çoğunluk göz önüne alınarak, savaş sonucu ortaya konan toplum bireşimine Türk ulusu adı verilmiştir. Bu ulusal adı benimseyerek oluşturulan Anayasa’nın verdiği demokratik, laik, eşitlikçi, özgürlükçü haklara da dayanarak, her yurttaş, vatandaş halksal özellikleri ne olursa olsun kendini bu ülkede Türk sayar. Çünkü ulusun dayandığı toplumun yasal adı budur. Yani toplum; halkların bir araya geldiği bir bireşimin, siyasal bir erk altındaki varlığıdır, bunun da adını koyan, ‘ulusçu devlet’ anlayışıdır.

ULUSAL BİRLİKTELİK

Çağdaş siyaset felsefesi açısından ‘ulusçu devlet’, kapitalist, federatif ya da sosyalist bir biçimde olabilir. Ama ulusal birliktelik; hiçbir zaman dinci, monarşik ya da oligarşik bir yapıda olamaz. Çünkü tüm yurttaşların yasalar karşısındaki halksal eşitlik değerlerini simgeleyen ulusal birliktelik, ilk kez monarşiye ve din devletine karşı gerçekleşen Fransız Devrimi söylevlerinde halkçılık anlamıyla kullanılmış ve Hobbes, Hume ve Hegel’e dayanan, onların da dayandığı Kant’ın açtığı akıl çağından kaynaklanan bir terimdir. Rousseau’da yasallaşması açısından belirginlik kazanmıştır, devlette yasal hakların geçerli olduğu bir toplum modelidir ve bu haklar anayasayla saptanır.

Şimdi: Burada bir soluk alırsak ve Fichte’nin ulus kavramını ‘halk ruhu’ olarak tanımlamasında anlamını bulan nasyonalizmi düşünürsek ve ırkçı nasyonal sosyalizmin de bu tür bir ulus tanımından türediğini anımsarsak, “Ben Türküm” tanımına ya da kimliğine dönüp baktığımızda çok başka bir durumla yüz yüze geliriz. Çünkü bizim toplumumuzun dayandığı Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusçuluk anlayışının faşizme yol açan ve Fichte gibi düşünürlerin, ulus kavramının temeli saydıkları ‘halk ruhu’na değil, Atatürk’ün temellendirdiği ‘halkların ortak ruhu’na, yani kültürel birliğe dayandığını görürüz.

Atatürk’ün, Türk ulusu ya da bu ulusun Türk kimliği dediği şey; Anadolu halklarının bir siyasal erk ve anayasasının sağladığı demokratik, eşitlikçi haklardan yararlanmasını öngören bir toplumsal birlik modelidir. Atatürk’ün Türk ulusu kavramı, bireysel demokratik ve laik haklar çerçevesinde, Anadolu halklarının evrenselliğe, bilimselliğe ve insancılığa (hümanizma) açıldığı bir kimlik tanımıdır. Dahası küreselleşmenin gerçek tanımına, yani sosyalizme açılan kapısına denk düşmektedir. Atatürk, Aydınlanma Dönemi’nin siyaset filozoflarının ulus kavramını dayandırdıkları ve ilerleyen yıllarda faşizme ve ırkçılığa yol açan ‘halk ruhu’ görüşünü değil, ‘halkların ortak ruhu’ görüşünü Türk ulusuna temel yapmıştır. Tıpkı içinde İrlandalı, Çinli, İngiliz, Fransız, Japon vb. çeşitli halklardan yurttaşlar barındıran ve bunların tümünün de Amerikalı olduğu ABD gibi.

Türk kadınında kimlik - Resim: 1

EMPERYALİST UYDURMALAR

Şimdi: Ben burada konusu ‘Giyim Kuşam Yasası ve Kadın Hakları’ olarak belirlediğim bu yazıma, oldukça karışık ve uzun girişi acaba neden yaptım diye sorulabilir. Açıkçası yazımın başlangıcında siyaset felsefesi dozuna kıyısından bulaşmamın, okuru da bulaştırmaya çalışmamın nedeni nedir, denilebilir. Hemen açıklayayım: Öncelikle ulus devlet için her ne kadar soyu tükendi deniyorsa da ortalıkta henüz bu modelin yerini alacak bir yönetimsel biçim gözükmüyor. Kapitalist düzenin bayraktarı Amerika’nın, küçük balıkları yutan büyük balık şirketlerine güvenerek kurusıkı attığı palavralara karşın, ortaya yeni bir toplumsal yönetim modeli çıkmış değil. Yönetimsiz toplum da olmayacağına göre bugünkü aşamada, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” hesabıyla, yani uydurma küresellik düşlerine kapılıp elimizdeki şu geri, işe yaramaz saydığımız gerçeğimizi de yakmamak için, şu ulus devlet modelimizi elimizden geldiğince korumak; bana bu günlerde yapılacak en akıllıca işmiş gibi görünüyor. Dahası küreselleşmenin yerini alacak siyasal modeller er geç çıkacaktır.

İkincil olarak; kapitalizmin şövalyesi Amerika’nın faşist kışkırtmalara girişerek, tüm dünyada özellikle Türkiye’de, halkların dinsel, etnik, tarihsel, dilsel, geleneksel farklılıklarından birini ya da birkaçını öne çekerek ulusa mal edip, öbür özellikler üzerinde egemen niteliklermiş gibi göstermeye kalkışması, bunu da insan hakları, demokratik haklar falan diye bize yutturmaya çalışması bütünüyle uydurma, saçma geliyor. Çünkü kanımca ulusallık bireşimini oluşturan halksal özelliklerden hiçbiri, ulusallığın getirdiği eşitlik, demokratik hak ve öz-gürlüklerden yararlanarak tek başına, başat biçimde öbür özelliklerin önüne geçerek egemen olamaz. Olursa ulus devlet, ulusal olmaktan çıkar. Dahası bugün ülkemizde yapılan da budur: İnsan hakları ve demokratik haklar öne sürülerek, ulus devlet yapısı içindeki halk özelliklerine yol veriliyor. Bu özelliklerin yasal haklar çerçevesinde korunması başka, ama bunların kimilerinin öne çıkarılarak dayatmacı biçimde, laik yasaların önüne geçirilerek öbür özelliklere karşı baskı aracı gibi kullanılması bambaşka bir olgu. Bu; en başta Türk ulusu ve Türk kimliğini zedeleyen bir olgu. Yani Atatürk’ün ulus kavramına getirdiği “halkların ortak ruhu” tanımının bu coğrafya üzerinde sağladığı denge bozuluyor.

Nasıl mı? Bir örnek vereyim: Kadının başörtüsü, bir halk özelliğidir. Dinden kaynaklanan yerel, geleneksel bir anlamı vardır. Kimi Anadolu halklarının kadın kimliklerinde dinsel bir gösterge, bir hak olduğu gerekçesiyle, bütün Türk ulusuna dayatılmaya kalkışılması, en başta benim Türk kadını kimliğime saldırıdır. Çünkü Türk kadını kimliğim, Anadolu halklarının ortak özelliklerinden oluşmuş, bir Türk vatandaşı kimliğidir. Bunun içinde, dinsel özelliğimin ya da başkalığımın yanı sıra etnik, dilsel, tarihsel, geleneksel başka özelliklerim de var. En önemlisi düşüncel yapılaşmam var. Tek başına dinsel özellik, beni tanımlamaya yetmez. Benim Türk kadını kimliğimi bağlamaz. Çünkü Türk kadını kimliğimin kapsamı çok daha geniştir ve başörtüsüyle sınırlandırılamaz. Örneğin ben, bilimsel, düşünsel vb. evrensel ya da yaşamsal nitelikler de barındırmaktayım. Söz gelimi doktor olarak dinsel özelliğimi bilimselliğimin önüne geçiremem. Geçirirsem doktor olamam. Çünkü halksal özelliğimi dayatmam, beni evrensellikten alıkoyar.

Türk kadınında kimlik - Resim: 2

HALKSAL ÖZELLİKLER

Dahası benim Türk kadını kimliğim; birçok halksal özelliği bir arada barındıran bir kimliktir: İstersem Tanrıça Kibele’den de esinlenip giyinebilir ya da Japon kimonosu giyebilir ama kendimi Türk kadını sayabilirim. Aynı biçimde Çerkez, Laz, Rum, Ermeni yemeklerinin halksal özelliklerini de kendi mutfağımda barındırırım ya da onların geleneksel giysilerini, dillerini Anadolu Türk’ü olarak ortak kullanırım. Bu beni ne Çerkez ne Laz ne de Ermeni ya da Rum kadını yapar. Tersine daha çok Türk yapar. Ama bu özelliklerden birini yasal olarak öbürünün yerine egemen kılmak, işte bu, Türk kimliğimi bozar. Bunun gibi, başörtüsü ya da türbanın, benim kadın kimliğimde başat özellik olarak öne çıkarılması, öncelikle Türk kadını kimliğimi sınırlandırmakla eşanlamlıdır. Aynı biçimde dinsel özelliğimin belirginleşip öbür özelliklerimin önüne geçmesi, bütün yaşamsal haklarımı içine alan Türk kadını kimliğime uymaz. Benim Türk kadını olarak yalnızca dinsel özelliğim yok ki; birçok halksal özelliğim var. Dahası düşünsel, yaşamsal, yaratısal, mesleksel, hukuksal haklarım da var. Bu açıdan, benim salt başörtüsüyle ya da hamsi böreği yapmamla ve çocuk doğurmamla sınırlandırılarak, yalnızca dinsel ve bedensel ya da damak tadı özelliğime mahkûm edilmem en başta kadınlığıma sonra da Türk kadın kimliğime hakarettir.

Son Dakika Haberleri