26 Aralık 2024 Perşembe
İstanbul 12°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Ulus devletin geleceği: Endişeler ve tartışmalar

Küreselleşen mali sermaye, hükümetleri sosyal devlet anlayışını terk etmeye ve neoliberal çizgide piyasa merkezli ortak bazı makro ekonomi politikaları izlemeye itmektedir. Böylece sosyal devlet uygulamaları terk edilmekte, tam istihdam hükümetler için politik bir hedef olmaktan çıkmaktadır

Ulus devletin geleceği: Endişeler ve tartışmalar
A+ A-
Prof. Dr. Atakan Hatipoğlu

Devlet teorisinin pratik kaynakları siyasal krizlerdir. Günümüzde mali piyasaların entegrasyonu olarak kapitalist küreselleşme milli devletleri erozyona zorlamaktadır. Bu pratiği meşrulaştırmak üzere, küreselleşmenin merkez ülkelerinde, devletin aşılmakta olduğuna, milli devletin bir geleceği olmadığına ve/veya zaten etik olarak kabul edilemez olduğuna ilişkin teoriler geliştirilmektedir. Buna karşılık küreselleşmenin erozyona uğratıcı etkilerine maruz kalan toplumlarda, devletin yeni bir demokratik teorisinin yapılması ve devlet savunusunun geliştirilmesi gerekmektedir. Bu nedenler devlet teorisine ilişkin yeni kuramsal yaklaşımların küreselleşme tarafından siyasal krize zorlanan Asya toplumlarından çıkmasını beklemek gerçekçi bir yaklaşımdır.

SİYASAL KRİZLER VE DEVLET TEORİLERİ

Tarihte devlet teorisi, toplumsal gelişmelere devlet örgütlenmesi düzeyinde nasıl cevaplar üretileceği meselesi ile ilişkili olarak inşa edildi. Siyaset ve devlet üzerine sistemli düşüncenin kökenleri iddia edildiği gibi Antik Yunan’a değil çok daha gerilere,devletin kurumsallaşma sürecinin ilerlediği aşamalara kadar gider. Sınıflı toplumların doğuşu sadece ezilen sınıfların sömürüye dayalı yaşam koşullarını yaratmaz, aynı zamanda egemen sınıfların kendi durumlarını meşrulaştırmalarını ve kurumsallaştırmalarını sağlamaya yönelik bir entelektüel müktesebat yaratmayı zorunlu kılmıştır. İdeal yönetim şekli ne olmalıdır, kimler yönetmelidir veya toplum nasıl yönetilmelidir türünden sorulara verilen gerekçeli cevaplar, egemen sınıfların hem kendileri açısından toplumsal düzeni anlamlandırmalarını hem de denetim altına aldıkları sınıfların rızasını almalarını sağlayan siyaset felsefesi birikimini oluşturur. Dolayısıyla bir yerde devlet varsa, siyasal düzen üzerine sistematik düşünce vardır diyebiliriz. Örneğin Çin’de M.Ö. 11. yüzyılda Chou hanedanının iktidara gelmesiyle kurulan feodal düzenin yarattığı derin siyasal değişiklikler, yeni siyaset teorilerinin doğmasına yol açmıştı. Dönemin koşulları gereği bu görüşler din ve ahlak sistemleri çerçevesi içinde ifade edilmişlerdi. Fakat Taoizm, Konfüçyanizm, Mo Ti öğretisi ve Yasacılar Okulu gibi düşünce ve inanç sistemlerini, özünde siyasal düzenin nasıl yeniden inşa edileceği sorunundan ayırmak mümkün değildir.

Antik Yunan uygarlığında site devleti şeklindeki siyasal örgütlenmenin değişen koşulların ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalması Sokrates, Platon ve Aristoteles’in siyasal felsefelerine kaynaklık etmişti. Makedonya ve Romalıların imparatorluk formunu icat etmeleri devletin krizini çözmüştü.

M.S. 8. yüzyılda Türkler devletleşme süreçlerinin mantığını açıkladıkları ve gerekçelendirdikleri Orhun Yazıtları’nı ürettiler. Yusuf Has Hacib’in 1070 tarihli eseri Kutadgu Bilig, Türklerin atlı çoban kültüründen devletleşmeye doğru sıçramasının teorik birikimini yansıtır. Aşağı yukarı aynı dönemde, Nizamülmülk, Selçuklu Devleti’nin sağlam temellere oturarak kurumsallaşması için yaptıklarıyla ve bu pratiğini yazdığı Siyasetname’sinde teorik düzlemde açıkladı.

Avrupa’da feodal siyasal örgütlenmenin yükselen kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap verememesi 15. ve 17. yüzyıllar arasında Makyavel, Bodin ve Hobbes’un devlet teorilerinin kaynağıydı. Ulusal devletin doğuşu bu sorunun aşılmasını sağlamıştı. Kapitalizmin taşkın gelişmesi, yani ekonomik özgürlükleri dayatıyor ve devletin bireysel girişimi sınırlandıran gücünün geriletilmesi gerekiyordu. 17-18. yüzyılda Locke, Montesquieu ve Rousseau bu dönemin ihtiyaçları içinde anlaşılabilecek siyasal görüşler ileri sürdüler. Liberal devletin kurulması bu bunalımın aşılmasını sağlamıştı. “19. yüzyılın sonlarında tekelci kapitalizmin ortaya çıkışı ve işçi sınıfının gelişmesi, devlet teorisindeki değişmelerin kaynağını oluşturdu. Bu tarihsel dürtüler de, bir yandan emperyalist, faşist veya sosyal demokrat, öte yandan ise, sosyalist veya antiemperyalist devletlerin kurulmasıyla karşılanmıştır.”

Devlet, 1968 olayları sonrasında siyaset teorisinin gündemine yeniden geldi. Özellikle toplumsal hareketler, yurttaşlığın sınırları, devrim ve devlet ilişkisi üzerine görüşler ileri sürüldü. Kapitalist ve sosyalist kampın iki kutuplu dünya düzeni oluşturmaları karşısında, özellikle karşılaştırmalı devlet yönetimi konusu önem kazandı. Neoliberaller sosyal devleti sorunsallaştırdılar ve yeniden-dağıtım konusu üzerinden tartışmaya açtılar. SSCB’nin dağılmasından sonra ise Amerikan hegemonyası ve küreselleştirme dayatması karşısında ulus-devletin miadını doldurmuş bir form olup olmadığı tartışmaları başladı. Post-endüstriyel toplum teorileri de, ulus-devletin küresel bilgi ve iletişim ağları karşısında artık egemenlik iddialarını korumalarının imkânsızlığını vurgulayarak bu tartışmalara katıldı. Günümüzde devlet teorilerinin pratik kaynağını oluşturan kriz bu gelişmeler ile ilişkilidir.

Küreselleşmenin ekonomik temeli, 1945’ten 1960’ların sonuna kadar uluslararası mali sistemi düzenleyen temel anlaşma olan Bretton Woods’un Ağustos 1971’de ABD Başkanı Nixon tarafından tek taraflı olarak bitirilmesiyle atıldı. Bu politik bir karardı ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi neoliberal sermaye birikim modeline giden yolu açmıştı.

KÜRESELLEŞME VE ULUS-DEVLETİN KRİZİ

1970’lerden sonra kapitalizmin uluslararası birikim süreci elektronik ve bilgi-işlem teknolojilerindeki gelişmeleri de arkasına alarak tüm dünyayı tek bir pazara dönüştürmeye başladı. Gerçekte yaşanan kapitalizminin son iki yüzyıllık tarihindeki ikinci küreselleşme dalgasının başlamasıydı.

Küreselleşen mali sermaye, hükümetleri sosyal devlet anlayışını terk etmeye ve neoliberal çizgide piyasa merkezli ortak bazı makro ekonomi politikaları izlemeye itmektedir. Böylece sosyal devlet uygulamaları terk edilmekte, tam istihdam hükümetler için politik bir hedef olmaktan çıkmaktadır. İhracata dayalı büyüme stratejisi, ticaretin serbestleştirilmesi, deregülasyon, emek piyasalarının esnekleştirilmesi, özelleştirme ve enflasyonla mücadele ederek fiyat istikrarını sağlamanın en önemli hedef haline getirilmesi sözkonusu olmaktadır.

Küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğunu düşünen Giddens, aynı zamanda küreselleşme ile birlikte gelen ekonomik programın da kaçınılmazlığını savunmaktadırlar. Küreselleşmenin ekonomik temeli, 1945’ten 1960’ların sonuna kadar uluslararası mali sistemi düzenleyen temel anlaşma olan Bretton Woods’un Ağustos 1971’de ABD Başkanı Nixon tarafından tek taraflı olarak bitirilmesiyle atıldı. Bu politik bir karardı ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi neoliberal sermaye birikim modeline giden yolu açmıştı. Dolayısıyla küreselleşme başından beri salt ekonomik değil aynı zamanda politik bir süreçti. Sermayenin serbest dolaşımı iki politik sonuca yol açtı. Birincisi, Avrupa Birliği örneğinde görüldüğü küresel aktörlerin etkinliklerini sürdürmek ve güçlendirmek amacıyla ulus-devlet ötesi politik yapılanmalara yönelmesi oldu. İkincisi, ulus-devletlerin zaafa uğraması ve krize girmeleriydi. Ulus-devletler küresel mali sermayenin sınırsız dolaşım taleplerini gümrükler ve kamu ekonomisi uygulamaları gibi ekonomik nedenlerin yanı sıra pek çok siyasal, sosyal ve kültürel nedenlerle belirli ölçülerde sınırlandırma eğilimindedirler.

Ulus-devletler açısından, küresel mali sermayenin dayattığı biçimde dünya piyasalarıyla bütünleşmek demek, kendi ulusal sınırları içinde daha az otorite kullanabilmek, gerek ulusal gerekse uluslararası konularda egemenlik haklarını paylaşmak ve dolayısıyla daha az devlet olmak anlamına gelmektedir. Bu durum bir süre sonra ülkenin iç işlerinin de (insan hakları, seçimler, etnik sorunlar vs.) uluslararası birer sorun haline gelmesine yol açmaktadır.

1970’lerin sonlarında sosyal devletin tasfiyesi, esnek üretim ve esnek istihdam, bilgisayara dayalı ağ sistemleri, mali piyasaların küresel entegrasyonu ve postmodernizmin yarattığı müktesebatı kullanarak, endüstri sonrası (postendüstriyel), kapitalizm-sonrası, bilgi toplumu vb gibi farklı adlar verilen geçiş teorileri yoğunluk kazandı. Ortak noktaları yeni bir toplumsal aşamaya geçildiğini iddia etmeleriydi.

SOSYAL DEVLETİN YARATTIĞI ENDİŞELER

Klasik liberalizmde devlet aynı anda hem özgür bir toplumsal düzenin bekçisi hem de bireysel özgürlüklere yönelen bir tehdit olarak sunulmuştu. Liberaller bireylerin bencil bir doğaya sahip olduklarını düşündükleri için siyasal gücün bozucu etkilerini vurguladılar. Halkın yönetime kitlesel katılımına taraftar olmadıkları için, iktidarın yozlaştırıcı etkilerini izale edebilecek kitle denetimi mekanizmaları üzerinde durmadılar. Burjuva seçkinlerinin tekelinde kalması öngörülen iktidar, mutlak bir yozlaşma tehlikesi yarattığı için çareyi minimal devlet ilkesinde aradılar. Oysa özgürlükleri ortadan kaldıracak kadar genişlemiş olmakla eleştirdikleri sosyal refah devletinin tasfiyesi ve neoliberal modelin inşası sırasında küçültülen şey, devleti sevimsizleştiren baskıcı ve sömürüyü kolaylaştıran yanlar olmadı.

20. yüzyılın ikinci yarısı Batı’da muhafazakârlığın yükselişine tanık oldu. Klasik liberalizmin geleceğe yönelik ilerlemeci umutları, peş peşe yaşanan iki dünya savaşı, faşizm, soykırım, nükleer dehşet dengesi ve çevre felaketleri gibi olgular tarafından boşa düşürüldü. Muhafazakârlar, liberallerden farklı bir temele oturmakla birlikte, devlet gücünün genişlemesine ilişkin ihtiyatlı tutumu paylaşırlar. Devlete, düzeni sağlamak için paternalist bir baba rolü vermekten yanadırlar. Bu himayeci rol, insan doğasının yetkin olmayışından gelir. Liberaller, insanın rasyonel kapasitesine vurgu yaparken, muhafazakârlarinsan doğasının bozulmaya olan eğilimine işaret etmektedirler. Fakat her iki ideolojide de devletin veya hükümetin sınırlandırılması düşüncesinde ısrar edilir. Muhafazakârlar, sosyal refah devletine itirazda, liberallerle aynı cephede konumlandılar. Ancak eleştirileri, yeniden dağıtımcı adalet, girişim özgürlüğü ve sosyal politika konularındaki görüşlerinin liberallerle bir olmasından kaynaklanmadı. Bunun yerine geleneksel ve dinsel nedenleri öne çıkardılar. Buna göre, refah devletleri, çalışmamayı, ailenin parçalanmasını ve evlilik dışı çocuk edinmeyi ödüllendirmekteydi. (*)

Bu sunum, Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi ve Ulusal Strateji Merkezinin (USMER) ortak düzenlediği, 17-19 Kasım tarihleri arasında yapılan “Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. Yılında Asya'da Devlet Birikimi Uluslararası Çalıştayı”nda yapılmıştır.

Son Dakika Haberleri