11 Ocak 2025 Cumartesi
İstanbul 11°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yaşar Kemal tartışması Almanya’da yapıldı mı?

Yaşar Kemal büyük yazardır, Türkçenin ustasıdır, kimlik siyaseti saldırılarına direnememiş, savrulmuştur ama Türkiye’dir. Yaşar Kemal, eleştirilemez değildi, put da değildi, dolayısıyla yıkılacak bir put bulunmamaktadır

Yaşar Kemal tartışması Almanya’da yapıldı mı?
A+ A-
ALP HAMUROĞLU

Bir açıklama yapılmadan başlık sorusu okura tuhaf gelecektir.  Bu yüzden önce Alman tarihinde önem ve özellik taşıyan bir sorunsal üzerinde duracağız.Uluslaşma sürecindeki arayışların ilgi gösterdiği ve saplantı şeklinde benimsendiği noktalar, tarihin ilerlemesinde ne şekilde etkili ve belirleyici olmuştur, nasıl rol oynamıştır, bunu göstermeye çalışacağız.

Yaşar Kemal tartışması Almanya’da yapıldı mı? - Resim : 1
Efsaneler ve masallar, Cermen kabilelerin barbarlık dönemleri, folklor, halk şarkıları vb. yeni toplumun, birleşmeye çalışan ve
sonraları önemli ölçüde birleşecek olan Alman toplumunun sürekli önüne sürülmekteydi.

18. VE 19. YÜZYIL ALMAN YAZIN VE DÜŞÜN TARİHİNDEN KISA BİR ÖZET

Bir halkın ruhunun efsanelerle gelişeceği teorisinin sahibi Herder[1], dönemin bütün romantik yazarlarını etkiledi. Heinrich von Kleist (1777-1811), Ernst Moritz Arndt (1769-1860) gibi yazarlar etkilenenlerin en önemlileriydi. Novalis[2], tutucu romantizmi yarattı. Orta Çağın idealize edilmesi başladı. “Die Christenheit oder Europa” başlıklı yazısıyla Novalis, romantizmin muhafazakar programını biçimlendirirken Almanları da yeni bir yol aramaya zorluyordu. „Bayağı olana yüksek bir anlam, sıradan olana gizemli bir görünüm, iyi bilinene hiç bilinmeyenin onurunu vermek“ amacındaki Novalis’e göre, halkın ve dünyanın romantikleştirilmesi gerekiyordu![3]

Tarihlerini keşfetmenin mutluluğu ve sarhoşluğu, tarihi, ideolojinin vurucu bir silahına dönüştürdü.  Marx’ın, ideolojilerin sınıf temeli olduğunu açıklamasının yarattığı şaşkınlık ve uzlaşmazlık, işin büyüsünü bozacak, mutluluk ve sarhoşluğu öfke ve fanatizme çevirecekti. Vaktiyle hükümdarlara itaatin ve sadakatin, devlete hizmetin ve bağlılığın en önemli erdemler arasında olduğunu yazmış Avusturyalı Grillparzer, dönemin geçmişe özlem şeklindeki tarihçilik anlayışına eleştirel yaklaştığında sansüre uğrayacaktı.[4]

Klasisizmi reddetmeye çalışan, aydınlanmayı başka ve ters bir şekilde ele alan bütün bu felsefi ve sanatsal akımlar örtülü dinsellikler içinde antimateryalist, idealist ve hayalciydiler. Okültizm, simya ve büyü düşkünlüğü bu akımların idealist-metafizik özelliklerini gösterirken, bunların arasındaki „Coşkunluk” akımı (Sturm und Drang), Alman düşün ve sanat dünyasında çok uzun süre kalmamasına karşın, Almanlık ve gelenek-geçmiş üzerine kurulu Alman ulusalcılığını etkileyen en önemli akım olarak tarihe geçti.

Bu dönemde Gotikin yüceltilmesi, bir arayış ve kapılanmanın sonucuydu. Gotikin anlam olarak bir ihtiyacı karşılıyor gibi olması yanında, sözcüğün bir Cermen kavminden (Gotlardan) geliyor olması, bilim adamlarının, onun “Alman malı” olduğunu iddia etmelerinin dayanağı olur. Aslında Gotik, “en fazla uluslararasılaşmış tarzlardan biridir” ama Alman dışı Avrupalılık için (sanat tarihçisi John Ruskin’in sözleriyle) “vahşilik”ken, Almanlar için övünülecek bir sahiplenme öznesidir.[5]

„Almanya’da yalnız Gotik anıtlar dikkate değerdir; bu anıtlar şövalyelik dönemlerini hatırlatır; hemen hemen bütün Alman şehirlerinde devlet müzeleri o zamanlarda kalma eski eserleri muhafaza eder.“[6]

Goethe’nin, 1788’de yazdığı Egmond’un kahramanı, bir dönemler Strazburg Katedrali örneğinde „Gotik“i kutsaması[7] (ki sonradan bundan vazgeçmişti) öne çıkarılıp istismar edildi. Ancak bunu yapanlar kısmen haklıydı; çünkü Goethe, o metinde “bütün milletlerdeki Fransızlara“ saldırıyor, kahramanına “Fransız kültürü, yapmacık, doğal olmayan, ölü rasyonel düşüncenin vücut bulmasıydı“ dedirtiyordu.[8]

Bunların hepsi, sonradan ipin ucunun kaçacağını bilemeden, bir ihtiyacı karşılıyorlardı – ulusal uyanışı güçlendirmek ve hızlandırmak, birliği beslemek.

Sanat dünyasında bu cereyan geniş çevreleri etkisine aldı.

Carl Maria von Weber (1797-1826), „Alman“ operası yaratmanın peşinde konu olarak efsaneleri, melodi olarak halk şarkılarını değerlendirmeye çalışıyordu. Dönemin büyük Alman bestecisi Johannes Brahms (1833-1897), politikayı politikacılara bırakan, „ulusun öğretmeni“ olmayı pek düşünmeyen anlayışlarına ve hiç bir kötü niyeti bulunmamasına rağmen, Birliğe, Bismarck’a, gelişmeye, mutlakiyete, imparatora hayran olmaktan, bunları savunmaktan kendini alamıyordu.[9]

Aydınlanma Fransa‘sında ortaya çıkarak Büyük Fransız Devriminden beslenen Romantizm, devrimci olan bu modern akım, edebiyatta, müzikte, plastik sanatlarda başka bir şekle, gerici bir öze bürünerek, devrimci romantikleri, Rousseauları, Beethovenları dışlayarak, Fransa’nın aristokratik romantizminin de gerisine düşerek, Almanya’da “yeni bir şey“, gerici bir şey oldu. „Rousseau’nun muazzam etkisine rağmen Fransa’da hiç bir zaman Almanya’da olduğu kadar güçlü ol“amayan[10] ve Devrimin de „ürünü“ olan akım, karşıdevrimin malıydı artık.[11]“Ateş dağından fışkıran bir lav seli” olan Devrimci Romantizm[12], muhafazakarlığın elinde başka bir şeye hizmet eden başka bir romantizme dönüşmüş, onun karşıtı olmuştu.

Destanlar, insanların cesaret, fedakarlık, olgunluk, hoşgörü, bilgelik gibi erdemlerini konu eder ve yüceltirken, bu erdemler yoluyla hayranlık ve özenme uyandırmaya yönelirken, Nibelungen gibi Alman destanlarında insanüstü nitelikli özneler olağanüstü işler yaparlar. Destanlarını bir övünç konusu yapan Alman romantizmi, aslında romantizmden bir “sapma” halini alır.

Orta Çağ Avrupa edebiyatında yurtseverlik benzeri burjuva çağının konuları henüz ortaya çıkmamıştı, ama o dönemin konuları, Orta Çağ Avrupa edebiyatının geç ürünleri olan eserler, 18. ve 19. yüzyılın Alman şövalye edebiyatında hep bulunmaktaydı. Bunun anlamı, Almanların kapitalizme geçerken halen Orta Çağı yaşamaya devam ettiğiydi. Kapitalizme Orta Çağ aşılanacak, Almanya’da kapitalizme geçiş döneminde, yaşamaya devam eden Orta Çağ, feodal değerleri kapitalizmin hizmetine koşacaktır. Bu belki de, „Orta Çağ“ın kapitalistleşmesiydi.

Hobsbawm, Alman edebiyatında Räuberromantik (“Haydut Romantizmi”) adlı yepyeni “bir edebi kategori”den söz edildiğini, Alman edebiyat tarihçilerinin böyle bir kategori yarattıklarını, bunun nedeninin, okurları köylüler ve haydutlar olmayan geniş bir Räuberromane (“haydut romanları”) yazını olduğunu yazmıştır.[13]Bu romantizmin zamanı 19. yüzyıldır (!), ve –13. ya da 14. yüzyılın efsanevi kahramanı– Robin Hood’un “ölümü”nün üzerinden de yüzyıllar geçmiştir. Bırakalım Fransa’yı, edebi bir kategori olarak böyle bir “edebi tür”, o dönemde herhalde dünyada hiç bir yerde de yoktur (belki de vardır, ama Avrupa’da yoktur).

Orta Çağ Almanyasının “kibar haydut” takımı, Almanların “soyguncu şövalyeleri”nden başka bir şey değildi[14] ve Almanya, onlardan yüzyıllar sonrasında bile vazgeçmiyor, vazgeçemiyordu! „Alman şehirlerindeki silah ve mühimmat depolarının çoğunda, üzerlerinde boyanmış tahtadan yapılma zırhlı şövalye heykelleri vardır.“[15] Oysa geç Orta Çağda, düzenli ordulara geçişle birlikte silahlı güç olarak önemini, burjuvazinin ortaya çıkışıyla ekonomik temelini kaybeden şövalyelik kurumunun mensupları, bütün Avrupa’da soyguncu ve haydutlar olarak olumsuz bir silahlı “toplumsal” kesimi ifade etmekteydiler.

Zaten Schiller’in önünü açan ilk sahne eseri Die Räuber‘in (“Haydutlar”; sahnelenişi 1782) başkişisi Karl Moor, soylu ve zengin bir aileden geldiği gibi, cesur, sağduyulu ve bilge bir kişiliktir, “olumlu kahraman”dır.

Tarihsel oyun ve romanlar, tarihi halka yansıtıyor, Cermenleri tarihleriyle buluşturuyordu. Resim sanatı da neredeyse tarih ressamcılığına dönüşmüştü.

“1802’de Germanien und Europa’yı yazan Moritz Arndt, değişime ilk uyum sağlayanlardandı. ... Ulusal kimlik meselesine dair endişelerin dili olan halk türküleri ve hikaye derlemeleri, on dokuzuncu yüzyılın başlarında belirmeye başladı. Ludwig Tieck[16], 1803’te yayımladığı Minnelieder aus dem Schwäbischen Zeitalter adlı kitabın giriş bölümünde, ... [önemli şeylere] dikkatleri çekmişti.  Düzenlemesi Arnim ve Brentano[17] tarafından yapılan ilk halk türküleri derlemesi, 1805 yılında çıktı ve sonraki yıllarda Grimm Kardeşler[18], meşhur öykü derlemelerini yayımladıklarında, ‘halk türküleri ateşi’ doruk noktasına ulaştı.”[19]

Araştırıcılar baladlar topluyordu.

Yaşar Kemal tartışması Almanya’da yapıldı mı? - Resim : 2
Almanya'da Gotik'in yüceltilmesi, bir arayış ve kapılanmanın sonucuydu.

Efsaneler ve masallar, Cermen kabilelerin barbarlık dönemleri, folklor, halk şarkıları vb. yeni toplumun, birleşmeye çalışan ve sonraları önemli ölçüde birleşecek olan Alman toplumunun sürekli önüne sürülmekteydi. Cermen kabilelerinin yönetimlerinin mükemmel ve demokratik olduğunu söylemekle eski ve „mutlu dönemler“e özlem yaratılıyordu. Orta Çağın „olumlu“ taraflarıyla yeniden keşfi, Orta Çağ hanedanlarına öykünme bir dalga halindeydi. Örneğin, Stauferlere öykünme vazgeçilmezdi. En ünlü imparatorları I. Friedrich Barbarossa), VI. Heinrich ve II. Friedrich olan Staufer Hanedanı (Hohenstaufen) döneminde imparatorluk İspanya ve Sicilya’dan Baltık’a kadar çok geniş topraklara hükmetmişti. Bu heyecan verici bir özlemdi. İmparatorların gözüpek, yenilikçi ve kültürlü olmaları, Papalıkla çatışmaları, dönemin özellikleriyle ve şövalyelik kültürüyle birleşerek söylencelerin doğmasını kolaylaştırıyor, özlemlerin tutuşmasını sağlıyordu.

Atalar edebiyatı, nostalji, destanlar; bütün bunlar, halkın soya dayanan bir imparatorluğu düşünmesine doğru ilerledi. Atalara Tanrı tarafından bağışlanmış “3 G”, Gnad, Glück, Gwin (inayet [lütuf], şans, kazanç) tekrar toplumun elindeydi.

Fransa’dan özenilerek Berlin’de aydınların üretim merkezleri olmuş “salon”lar, 19. yüzyılın ortalarına kadar eski Grek uygarlığını keşfedişin mutluluğunu yaşadı.Yunan mitolojisi düşkünü ve (Osmanlıya karşı) Yunan “bağımsızlık savaşı”nın fedaisi İngiliz şair Lord Byron (George Gordon Noel; 1788-1824), aydınların gözdesidir. Byron çevirmeni Elise von Hohenhausen’in (1789-1857) Berlin’deki “salon”u, gelmek isteyenleri içine alamayacak ve geri çevirecek kadar dolmaktadır. Cereyana kapılmış delikanlı Heine’nin o günlerde salondaki unvanı “Alman Byron’u”dur.

Friedrich Schlegel (1772-1829) de 19. yüzyılın başında “Grekçe ile Almancanın birbirlerine, Sami, Çin, Amerika ya da Afrika dillerine olduklarından daha yakın olduklarını savunuyor”ken[20], dahası, „Ispartalılarda ya da onların mensup olduğu Dorlarda[21], bu türden [kültürel, dilsel ve nihayet ‚ırksal‘ saflık türünden] yeni mükemmellik örnekleri görüyor“ken[22], yüzyılın ikinci yarısından sonra konu ve hava değişiverdi.  Almanların kendi mitolojileri vardı. Bu mitoloji, Yunan mitolojisi gibi Avrupa kültürünün kaynağını oluşturduğu varsayılan mitolojilerden ayrı olduğu bir yana, her bakımdan yeterli, dolu, zengin ve hatta onlardan üstündü! Mitos dünyasından eski ve gerçek kabile toplumunun dünyasına geçiş kapısı aralanıyordu![23]

“Barbar dönemler”in bile ulusal kimlik yolunun döşenmesinde işe yaraması isteniyordu.

Eski kanlı Alman sagaları tekrarlanıp durmaktadır. Romanslar moda olmuştur. Hatta Orta Çağın şövalyelerinin kahramanlık öyküleri ve Minnesangları, Minnelyrikleri (kutsallığa saygılı ve dinsel aşk şarkıları-şiirleri), 19. yüzyılda yeniden hatırlanacak ve yeniden kullanıma konulacak, –ömrünü tamamlamamış olarak ve tamamlamış olmakla birlikte– yakın zamanlara kadar da gelecekti.

Bütün bunların ırkçılığa bir yatak oluşturacağını, hatta onu yaratacağını[24] belki o zaman kimse düşünmüyordu ama bu „masum“ düşüncelerin, çabaların ve akımların bilim ve siyasetle birleşince ne olabileceği de kimsenin aklından geçmemişti. Bilimin „etnoloji“, „tarih“, „kültürbilim“, „dilbilim“, „toplumbilim“, „biyoloji“ gibi dallarının „Almanlık ihtiyacı“ açısından şekillendirilmelerinin, karşılaştırmalı tarih ve edebiyat araştırmalarının yalnızca Cermenliğin olumlu özelliklerinin keşfedilmesi amacıyla yapılmasının, nasıl bir sarmala dönüştüğünü, hangi boyutlara vardığını, toplumsal hayatın ne kadar geniş alanlarını kapsadığını ve ne gibi acı sonuçlar verdiğini insanlık en çarpıcı şekliyle 20. yüzyılda görecekti.

 BİR KARŞILAŞTIRMADA ALMANYA

 Fransız ile Alman edebiyatının karşılaştırmalı ele alınmasında kolayca görülecektir, konular, temalar, ya belirli bir dönem ele alındığında o dönem boyunca eşzamanlı değildir, ya da aynı derecede ve aynı şekilde önem taşımazlar. Burjuva roman türünün gelişme gösterdiği Fransa’da şövalyelik temaları geride kalır, romanda ilk kez „modern toplumsal sorunlar“ öne çıkarken, Almanya hala o „eski“ konulardadır. „Almanya’da şövalye romanları çok yaygındır.“[25] Serüven hevesleri, kahramanlık düşkünlüğü, şövalyelik ahlakı, aristokrat havalar Fransa’da itibar kaybetmişken ve alay konusu olmuşken, Almanya serüven, kahramanlık, soylu (saraylı) kadın ve şövalye aşkı peşindedir. “… şövalye adetlerinin sadeliği Goethe’nin [bir] oyununda [Götz von Berlichingen] pek sevimli tasvir edilmiştir.“[26] Alman sanatı, komşusuna göre fazlasıyla “bayat”tır. 18. yüzyıldan başlayarak Fransa’da „tarihsel roman“ ciddi edebiyat sayılmaz ve hafifsenirken, örneğin, Alexander Dumas (pére), Michel Zévaco vb. gibi yazarların eserleri, 19. yüzyılda Almanya’da neredeyse yeni keşfedilmekte, önemsenmekte ve el üstünde tutulmaktadır.

Yaşar Kemal tartışması Almanya’da yapıldı mı? - Resim : 3
Goethe’nin, Gotik'i kutsaması (ki sonradan bundan vazgeçmişti) öne çıkarılıp istismar edildi.

 DEĞERLENDİRME

 Özetlenen Alman tarihinin ve bu karşılaştırmanın gösterdiği gibi, uluslaşma sürecinde Almanya hem geriden gelmekte, hem de kendi geçmişinin uluslaşmayla uyuşmayan yönlerini kullanma isteği ve ısrarı göstermektedir.  Sorumuzun yanıtı da burada ortaya çıkıyor. Almanya Yaşar Kemal‘ini tartışamamıştır. Tartışmayı sağlayacak sesler kısılmıştır. Eskiden kurtulamamak, yenileşmesi gereken toplumun bir açmazına dönüşmüştür.

Peki bunun sonuçları ne olmuştur? Geçmişe takılıp kalmanın ilk sonucu, uluslaşma süreci seyrinde Alman ırkçılığının ortaya çıkmış olmasıdır.Böylece Alman milliyetçiliğine ırkçılık bulaşmıştır.

Milliyetçilikle ırkçılık birbirlerini dışlayan akımlarken, karşıt cereyanlarken, bunlar Almanya’da yan yana, hatta iç içe olabilmiştir. Dahası, ırkçılık, milliyetçiliği etkisizleştirmiş ve sonradan ezmiş, Almanları da milliyetçilikten mahrum bırakmıştır.

Bu ırkçılık 19. yüzyıl boyunca Fransızlara ve Yahudilere yönelmiş, Alman Birliği sağlanırken köken birliği (Cermenlik) temelinde "Küçük Almanya"yı hedeflemiş, "kozmopolit olduğu" gerekçesiyle Avusturya‘yı dışlamış, Alman milletini Cermenlik temelinde oluşturmak istemiş, 20. yüzyılda ise geliştirilmiş ve "bilimsel"leştirilmiş ırkçılığı iktidara getirmiştir.

Alman uluslaşması, hem bu seyir içinde, hem de vardığı yerde bozuk bir uluslaşmadır.

Tartışamayan Almanya sadece bir örnektir, başka yerlerde başka türlü örnekler olur.  Almanya örneğinden alacağımız ders ırkçılıkla ilgili değildir. Zaten buna aşılıyız. Ama ders vardır.

Bu bakımdan „Yaşar Kemal’i tartışma“nın önemi var. Tartışmayanın veya tartışamayanın yaşadıklarını görmemiz, tartışmanın yararını anlamamıza yardımcı olacaktır.

Sanatta ideoloji, sanatın toplum üzerindeki etkisi ve toplumu şekillendirmesi bakımlarından anlamlı işlevseldir. Bir sanatçı eserinde hiç bir ideoloji yoktur dese de, o eserde hem bir ideoloji vardır, hem de o eser bir ideolojiye hizmet eder.

Sonuç: Yaşar Kemal büyük yazardır, Türkçenin ustasıdır, kimlik siyaseti saldırılarına direnememiş, savrulmuştur ve Türkiye’dir.

Yaşar Kemal, eleştirilemez değildi, put da değildi, dolayısıyla yıkılacak bir put bulunmamaktadır!

NOTLAR

[1] Prusyalı Johann Gottfried Herder (1744-1803), filozof, ilahiyatçı ve edebiyat eleştirmeniydi.  Eski Alman diline ve mitolojiye ilgisiyle köklere yönelme konusunda aydınları etkiledi ve Alman kültürünün oluşumuna katkılarda bulundu.  Geçmişteki “Alman Altın Çağı”nı ortaya atan Herder, yakın dönemlerde (21. yüzyıla doğru ve iki Almanya’nın birleşmesi günlerinde) tekrar önem kazanan “Volk” kavramının da yaratıcısıydı.  Eğitime ve kültüre verdiği önem, geniş bir toplumsal paylaşım konusu oldu, onaylandı.  Klasisizme düşmanlığına, aydınlanma akılcılığına uzaklığına ve Kant’a olumsuz eleştirel yaklaşımına karşın Avrupamerkezciliğin ilk eleştirisini yapan aydın olarak da bilinir (bu konuda bkz. Robert Bernasconi, “Herder’in Avrupa-Merkezcilik Eleştirisi”, Irk Kavramını Kim İcat Etti? / Felsefi Düşüncede Irk ve Irkçılık, Metis Yayınları, İstanbul 1999, s. 66-99).
[2]Eserlerinde Novalis adını kullanan ve bu adla bilinen Georg Philipp Friedrich von Hardenberg (1772-1801), ilk romantiklerin şairidir.
[3] “Neue Fragmentensammlung” (1798), Schriften, Tome II, Leipzig 1929, s. 335; akt. Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları - 2 / Emperyalizm, İletişim Yayınları, İstanbul 1998, s. 85.
[4] Oyun yazarı Franz Grillparzer (1791-1872), Weh dem, der lügt! (“Yalan Söyleyenin Vay Haline”, 1838) adlı oyununda Hıristiyanlık öncesi Cermen soylarının kutsanması ve yüceltilmesiyle alay etmişti. 
[5]Norman Davies, Avrupa Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara 2006, s. 385.
[6]Madam de Staël, Almanya Üzerine, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2017, s. 18,
[7]Burada Goethe, sanat eseri olarak etkilendiği katedral dolayısıyla “Gotikin eskiden sahip olduğu kötü ünü değiştirmeye ve bunu [katedrali] ulusumuzun Alman mimarisi olarak savunmaya başladım” demişti.  Bkz. Von deutscher Baukunst, 1782, 16 sayfalık kitapçık; akt. Harold James, Deutsche Identität, 1770-1990, Campus Verlag, Frankfurt/Main 1991, s. 50.
[8]Liah Greenfeld, “Alman Milliyetçiliğinin Doğuşu”, Doğu Batı, sayı 39, Kasım, Aralık, Ocak 2006-07 (s. 31-58), s. 52-53.
[9]Sidney Finkelstein, Besteci ve Ulus / Müzikte Halk Mirası, Pencere Yayınları, İstanbul 1995, s. 235-36.
[10]Martin Bernal, Kara Atena – Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl İmal edildi? / 1785-1985, Kaynak Yayınları, İstanbul 1998, s. 300.
[11]Sidney Finkelstein, Müzik Neyi Anlatır, Kaynak Yayınları, İstanbul 1996, s. 66-69;
[12]Anatoli Lunaçarski, Sosyalizm ve Edebiyat, Yön Yayıncılık, İstanbul 1993, s. 60.
[13] Eric Hobsbawm, Haydutlar, Logos Yayıncılık, İstanbul 1990, s. 115.
[14]Aynı eser, s. 9.
[15]Madam de Staël, s. 18.
[16] Johann Ludwig Tieck (1773-1853), şair, yazar ve yayıncı olarak romantiklerin ileri gelenlerinden biriydi.
[17] Carl Joachim Friedrich “Achim” von Arnim (1781-1831) ve Clemens Wenzeslaus Brentano de La Roche (1778-1842), dönemlerinde önemli sayılan bir yazarlardır.  Birlikte çalışmışlar ve “Heidelbergli Romantikler” olarak anılmışlardır.
[18]Jacop (1785-1863) ve Wilhelm (1786-1859) Grimm kardeşler, sonradan Marchenstrasse adı verilecek olan 600 kilometrelik bir güzergahta masal derlemeleri yapmışlardı.  Derledikleri masallar, yalnızca Alman mitolojisinin öne çıkmasına hizmet etmekle kalmadı, Alman ulusçuluğunun biçimlenmesini de kolaylaştırdı (Türkçesi için bkz. Grimm Masalları, Cilt 1 ve 2, Pinhan Yayınları, İstanbul 2012).  Bu çalışmalarıyla Alman dilinin oluşmasına katkı sağlayan Grimm kardeşler –yarım kalmakla birlikte– Almancanın ilk büyük sözlüğünü hazırlamaya da girişmişlerdi.  1835’te Cermen Mitolojisi adlı ünlü ve önemli eserlerini yazdılar.

[18] Madam de Staël, s. 18.
[19] Greenfeld, s. 34.
[20]Edward W. Said, Şarkiyatçılık / Batı‘nın Şark Anlayışları, Metis Yayınları, İstanbul 1999, s. 108.

Bernal de bu konuda, Reformasyonun bütün kuzeye yayılması sonucunda, “Töton dili konuşan halkların Fransa, İspanya ve İtalya’daki Latin dili konuşan halklardan ‘daha güçlü’ ve ‘daha erkekçe’ ve dillerinin ise, Latinceden daha üstün ve Yunanca ile eş ayarda olduğu şeklinde bir duygu gelişti” diye yazmıştır; bkz. s. 285.
[21] Almanların Dorlar konusunda onları “kültleştirmeleri ve kendilerini onlarla özdeşleştirmeleri”nin dikkat çekici olduğunu belirten Bernal, bu hevesin “Üçüncü Reich’ta zirvesine ulaşancaya kadar yükselmeye devam etti”ğini de kaydediyor.  Bernal, s. 407.  Bunlara dayanak olarak gösterdiği kaynaklar şöyle: Elizabeth. Rawson, The Spartan Tradition in European Thought, Clarendon, Oxford 1969, s. 338-343 ve Albert Speer [Hitler’in mimarı], Inside the Third Reich, Weidenfeld & Nıcolson, London 1970, [özellikle] s. 159.
[22] Bernal, s. 406.
[23]Bu konuda bilgi için bkz. Carlo Ginzburg, “Cermen Mitolojisi ve Nazizm”, Efsaneler Amblemler İzler / Morfoloji ve Tarih, Kırmızı Yayınları, İstanbul 2007, s. 253-288.
[24]Her ne kadar felsefi alanda ilk ırkçı düşüncelerin Locke, Kant, Hegel gibi düşünürlerin eserlerinde olduğu biliniyorsa da, bilimsel, toplumsal ve siyasal hayata yansımış haliyle ırkçılık esas olarak bu dönemde başlamıştır.
[25] Madam de Staël, s. 371.
[26]Aynı eser, s. 274.

Son Dakika Haberleri yaşar kemal