Yazar Onur Caymaz: Düşünce dünyamız işgal altında
Caymaz, bazı aydınların köklerinden koptuğuna dikkat çekti. Yazar, “Mahir Ünal’ın dil devrimine yönelik sözlerine tepkilerin kaçı, ‘Türkiye Cumhuriyeti yüz yıllık yıkımdır’ diyen Pervin Buldan’a gösterildi? İkisine de ses çıkaran namuslu aydındır!” dedi.
Onur Caymaz, Türk aydınını ikiye ayırıyor: “Gerçek Aydınlar ve Günaydınlar.” Yazara göre “Günaydınlar” tayfası aynı zamanda “yetmez, ama evet” diyen, aradan on yıl geçtikten sonra da mikrofonu gördükleri yerde, “Orwell’yen bir ortamda yaşıyoruz” saptamasında bulunanlar. “Sanki bu Orwell’yen ortamın sorumlusu rahmetli babamla benmişim gibi” diyen Caymaz; “Yetmez, ama evet” derken, Ergenekon Soruşturması derinleştirilsin diye imza toplayanların, ülkenin genelkurmay başkanı içeri atıldığında alkış tutanların, gerçek Türk aydını olamayacağının altını çiziyor.
Onur Caymaz’la, son kitabı, Türk edebiyatının bugünkü durumu ve aydın üzerine söyleştik. Bu doyurucu söyleşi, aynı zamanda, -özellikle bugün görev başında olması gereken aydınlarımıza- bir uyarı niteliği taşıyor.
- Önce son kitabınızla başlamak istiyorum. Destan Sayılır’ın ilk sayfalarında bir metin var. Bu metinle neyi amaçladınız?
Son birkaç şiir kitabım hep bu şekilde açılıyor. Destan Sayılır’da da geleneği bozmayan giriş yazım, Attilâ İlhan’ın bir şiirini anarak başlamakta. Kaptan da tüm şiir kitaplarının sonuna, “meraklısı için notlar” başlığını düşerek böyle bir metin eklerdi. Burada bir geleneği, “başından sonundan” sürdürme çabasının izleri var. Ama sadece bu kadar değil. Kaptan, böyle bir metin eklerken, kitabındaki şiirlerin yazılış süreçlerine, oradaki dinamiklere dair bilgi verirdi.
Ben, kitabın başında yazdığım bu parçadaysa başka bir şey amaçladım: Tek tek içerdeki şiirlerin değil, kitaba giren tüm dizelerin, yazıldığı zaman aralığında olup bitenler, şiir ve edebiyat üzerine kafamı meşgul edenler, kitabı oluştururken bana olanlar (öyle ya, yazdığınız size bir şey yapmıyorsa başkalarına ne yapabilir ki)… Bunları anlatmaktı derdim. Şiirleriniz, tek başına bunları anlatmıyor mu diye sormanız da mümkün; metin çok şeyi söyler tabii, ama her şeyin metinde aranması gerektiğini düşünmüyorum. Bu açıdan ufak tefek beslemelerle içerdeki şiirler yazılırken, dışarıda olanların konuşulması önemlidir. Destan Sayılır’da, yıllar içinde zamanla eriştiğim, özellikle de Türkiye’de herhangi bir sanat mahallesine / mahfiline / kliğine ait olamama şerefinin / bilincinin izlerini anlattım… Metin, bize bunu söylüyor. Şairin, gittikçe kendi mahallesini inşa etmesini.
- Bizim gençliğimizden bugüne şiire olan ilginin azaldığını düşünüyorum. Sizce de böyle mi? Şiir bugün hayatımızda ne kadar var?
Ne azalmadı ki! İnsan azaldı, kültür, zaman, mekân azaldı. Hepimiz gittikçe azalıyoruz. Eskiden Süper Baba’yı izlerdik, sonra Kurtlar Vadisi’ne düştük, sonra da Çukur’a. Şiire olan ilgi, dünyanın çoğu yerinde, geçen yüzyılı devre dışı bırakalım, hiçbir zaman o kadar yoğun değildi. Biz zaman zaman bireysel deneyimlerimizi hayatın kendisi sandık sadece. Yine de dürüstçe söyleyelim, hayatımızda şiir, eskiden daha fazlaydı. İnsana odaklı, uzmanlık gerektirmeyen bir şiir yazılıyordu ve üstelik, ne harikadır ki insanımızın bu şiire ihtiyacı vardı.
MADENCİNİN ŞİİRİ YAZILDI MI?
Arz talep ilişkisi göz ardı edilemez. İçinden geçtiğimiz süreç böyle değil. Bartın’da ölen onca işçi için, bilinen şairlerimizden hiçbiri şiir yazmadı değil mi? 2016’da bu ülkenin meclisi bombalandı, şiiri var mı? Ateşten Gömlek, savaş romancının ensesindeyken yazılmıştı. Gerçi bizim kimi solcuların böyle ateşle, gömlekle, milli mücadele gibi boş işlerle derdi kalmadı, onlar Şeyh Sait falan anıyor bu sıra, bayılıyorlar; sağcılar da arkadaşa, eşe, dosta ayıp olmasın diye çekiniyorlar kimi şeyleri eleştirmekten.
Bazı anneler, çocuklarını okula sadece ekmekle yolluyor yıllardır, bunun şiirini yazamayan şairin onuru kaç paralıktır? Yaşananın şiiri hayatı karşılamıyor artık. Eskiden Anadolu’da, biri öldüğü zaman, Yaşar Kemal’den biliyoruz değil mi, kadınlar mevtanın başına toplanıp hemen orada, anında ağıt yakarlarmış; ağıt yakılan bir şeydir zaten, ateşle ilgilidir. Kökleri Homeros’a kadar uzanan bir gelenek olmalı bu. Şimdi sadece acıyla bağırıyoruz, ağıt yok; söz azaldı, saz azaldı, yaşayanlar azaldı.
- Bu ilginin azalmasında okuyucu kadar, ortaya konan ürünlerin etkisi de var mı sizce?
Olmaz mı efendim. Şöyle bir mevzu çıktı ya, en çok onun etkisi oldu, hani şöyle diyoruz ya: “Ben kendim için yazıyorum!” Kendisi için yazıyormuş, canım benim. O zaman niye yayınlayıp bizi meşgul ediyorsun efendi. İnsanın kendi için yazdığı tek şey olmalı, o da alışveriş listesi. Onun dışında yazılı her şey, bir muhataba iletilmek üzere yazılır. Yazının piktogram halinden beri bu iş böyledir, yoksa ben mi yanılıyorum.
ŞEHİT AİLESİ DE ŞİİRE GİREMEDİ
Toplumculuk vesaireden söz ediyor değilim; çok daha geride, bizi insan yapan başka bir şeyle ilgiliyim. Şair, her şeyin odağına, kendi politik doğrucu bunalımını, beş para etmez siyasetini koydu. Erkeklerle kadınların, o ay yayımlanan şiir sayısının eşit olmasına gayret eden dergiler var. Yani toplumsal cinsiyet konusunda orgazmımız tamamlansın da içerdeki şiirlerin kalitesi çok da mühim değil. Ana ölçü şiir değil, şairin cinsel organı. Feminizm, etnikçilik, fon aldığı kurumun kapı köpekliği ve woke kültür, ürünün önündedir. Yani bir şair hanım, şiirinde, kadınlar falan diye zırvalıyorsa, çok öldük falan diyorsa, birdenbire büyük şair ilan edilebiliyor. Şair orada ne diyor, iyi mi kötü mü diyor, demeyi becerebilmiş mi, bunlar önemli değil. Bunca yıldır her konuda şiir yazan adamların, bir şehit ailesini şiirine konu edinememesi başka neyle açıklanabilir? Yeter ki bizim siyasetimize uysun, yeter ki bizden olsun, yeter ki birlikte içip sıçmış olalım, sorun yok. İş böyle olunca da oradan çok şey beklememek gerekiyor. Şiir tam da bu oldu zaten: “Çok da şey” beklenmeyen bir şey.
- Şimdiki zamanda şiirinize giren “destan”sı hikayelerimiz kaldı mı?
Kalmadı. Artık haykırabileceğimiz, bağırabileceğimiz bir destanımız yok. Olabilirdi ama olanı da yazan yok. İş böyle seyrederken de destan gibi uzun soluklu, geniş akan ırmaklar çıkmıyor karşımıza. Bamsı Beyrek küs bize, Hektor ise zaten çoktan unuttu hikâyemizi. Destan Sayılır’da belki elimizde birazcık kalan küçük hikâyelerden destan yapabilirim diye düşünerek, özellikle kısacık, fısıldanabilen bir şiire yöneldim. Bir önceki kitabım Dünya Evi’nde de zaten bu poetikanın izleri vardı. Oradaki yolculuğumu yapayalnız sürdürerek gelip buraya dayandım işte. Cansever ne diyordu: “İnsan yalnız çıktığı yollardan hep iyi haberlerle döner.” Döndüm işte.
TÜRKİYELİLER VE TÜRKLER
- Türk şiiri, romanı, hikayesiyle edebiyatçılarımızın verimini, toplumu yansıtma konusunda yeterli olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye’de artık her şey konusunda o kadar ikiye ve sadece ikiye ayrılmış durumdayız ki! Edebiyatımız da bundan payını aldı maalesef. Şimdi günümüzde edebiyatımızı iki grup yönetiyor. Türkiyeliler ve Türkler.
Türkiyelilerin çoğu Norveç vatandaşı olsa gerek, zira onların memlekette olup bitenlerle hiç alakası yok. Hiç Evliya Çelebi okumadıkları için, İhsan Oktay Anar’ın diline hemen tav oluyorlar mesela. Zaten edebiyat dediğimiz zaman bu Türkiyeli kardeşlerin aklına genel olarak hep dil geliyor. O dille, ne söylendiği kısmıyla çok uzun zamandır ilgili değiller. Önemli olan dil, yeni bir dil, dil çok mühim deyip duruyorlar. İçlerinde, adında evliya geçtiği için Evliya Çelebi’den uzak duranlar bile var.
DÜŞÜNCE DÜNYAMIZI TÜRKİYELİ MAFYA İŞGAL ETTİ
Coğrafyasından, tarihinden, toprağından, sınıfından, büyük damarlardan kopmuş birtakım insanlarla dolu bir ortam. Böyle damarlardan kopulamaz mı, kopulur elbet ama dışarı büyük bir güçle fırlamak gerekiyor ki uçuşun çok uzun sürsün. Çakma Rimbaud olarak Kadıköy’de takılamıyorsun. Krediyi krediden kaparken uzlaşmaz olamazsın. Bunların bir bedeli var. Genel olarak düşünce dünyamız Türkiyeli mafya tarafından işgal edilmiştir sonuç olarak.
Türkler tarafında da birçok filiz yeşermekte, yavaştan bir çatışma var. Bizde her şey yavaş olur. Her çatışma gibi buradan da sonuçlar doğacak. Türkler, Türkiyeliler kadar cesur olana dek var olacak bir süreçten söz ediyoruz.
Bu arada edebiyatın toplumu yansıtmak gibi başat bir görevi var mı, bir uçta ayrıca bunu da konuşmak zorundayız. Önümüzdeki günlerde, yıllarda, bizi de onları da ülkemizi de çok çetin zamanlar bekler! Nice şey var konuşulup yeniden çözüm üretilmesi gereken.
ÜLKENİN CEFASINI ÇİLESİNİ ÇEKEN AYDINDIR
- Bütün bunları konuşunca Türk aydınının durumunu konuşmadan olmaz. Aydın karakteri gereği hem toplumun hem toplumsal değişimin önderliğini yapmak hem de aynı toplumların gelişmesinde önder olmak durumunda. Türkiye’de aydınların durumunu bu açıdan nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye’de iki tür aydın vardır efendim. Gerçek aydınlar, bir de günaydınlar… Günaydınlar, mesela “yetmez, ama evet derler” sonra aradan on yıl geçince; bunların hep kendi kanalları, medya adamları falan vardır; onlardan biriyle, bunlardan birine röportaj verirler, çok Orwell’yen bir ortamda yaşıyoruz artık falan derler. Bunu derin bir tespit bellemişler demek. Sanki bu Orwell’yen ortamın sorumlusu rahmetli babamla benmişim gibi yaparlar. “Yetmez, ama evet” derken, Ergenekon Soruşturması derinleştirilsin diye imza toplarken, ülkenin genel kurmay başkanı içeri atıldığında alkış tutarken hiçbir şeyin farkında değildiler.
Bir de gerçek aydınlar, namuslu aydınlar vardır. Öyle iki üç gün içeri atılınca ortalığı yaygaraya verip ömür boyu reklamını yapanlardan bahsetmiyorum. Kemal Tahir gibi bilfiil on iki yıl yatan, bundan hiç övünç payı çıkarmamış, bu ülkenin cefasını, çilesini, her yeni ihtilalde, darbede, içeri alınmayı göze alanlar; doğrunun, gerçeğin peşinde, kendini bile harcayabilenlerden söz ediyorum.
Mahir Ünal dil devrimimize çamur attıktan sonra çıkan seslerin kaçı, “Türkiye Cumhuriyeti yüz yıllık yıkımdır” diyen Pervin Buldan’a karşı da çıktı? Her ikisine de ses çıkarabilenler namuslu aydındır. Gerisi, üzgünüm ama…
- “Dünyada geçirdiğimiz zaman sayılı. Okuyacağımız kitap sayısı belli” diyorsunuz? Sizce okuyacağımız kitabı nasıl seçmeliyiz?
Bu tamamen profesyonellik gerektiren bir konu… İyi okurluk da iyi yazarlık gibi meslek. İyi yazarları talep eden, iyi yazarı arayıp bulmayı bilen, iyi yazardan alınması gerekeni alabilen kişi zaten iyi okur oluyor. İyi okur, kendi gündemi olan kişi, bir okuma gündemi, listesi. O günün popüler ürünleriyle ilgilenmiyor. İyi okur, bir kitabın yirmi binden fazla satınca, yanlış anlaşılmaya başladığını bilen biri. Tanımı şöyle yapmak mümkün. İyi okur, iyi kitaplar peşinde koşuyor. Yıllardır bunun için seminerler düzenliyor, atölyeler yapıyor, kendi bildiğim iyi okuru oluşturmaya çalışıyorum. Bir röportaja sığdırabilecek konu değilse bile şunu söylemek mümkündür: İyi kitaplar, ikinci kez okunmayı hak eden kitaplardır! Bir kitabı okumaya bitiren kişi, artık o kitaba başlayan kişi değilse, elimizdeki iyi bir kitaptır! Böyle!