Zülfü Livaneli’nin gerçek adı ne? Müziği bıraktı mı? Çalışma, yaratma ve üretimle geçen bir yaşam
50. Sanat Yılını kutlayan 70'lik Zülfü Livaneli ile sohbet...
Abdullah Gürgün/İsveç
Ulusal ve Uluslararası alanda haklı bir üne kavuşan sanat ve edebiyat değerimiz Zülfü Livaneli geçen ay, 8 Kasım akşamı 50. sanat yılını, eserlerini 50 sanatçımızın seslendirdiği "Bir Kuşaktan bir Kuşağa" konseriyle kutladı.
Eserleri ulusal ve uluslararası birçok ödül alan ve eserleri onlarca yerli ve yabancı sanatçı tarafından yorumlanan Zülfü Livaneli’nin 50. sanat yılı için 50 sanatçı bir araya gelerek 50 Livaneli bestesini üç CD’de bir araya getirdi.
Bir kuşaktan bir kuşağa süregelen unutulmaz şarkılardan oluşan üçlü albüm üç kuşağın buluşması oldu.
50 yılın sembolü 50 şarkılık albüm dinlendiğinde 50 yıldır süren ve "Yaşasın Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye" sloganıyla özetlenebilecek olan, mücadele gözler önüne geliyor.
Albümde Sezen Aksu ‘Günlerimiz’i, Fazıl Say ve Serenad Bağcan ‘Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor’u, Candan Erçetin ‘Merhaba’yı, Sıla ‘Belalım’ı Kenan Doğulu ‘Özgürlük’ü Selda Bağcan ‘Çırak Aranıyor’u, Funda Arar ‘Zor Yıllar’ı, Kardeş Türküler ‘Leylim Ley’i Yaşar ‘Gün Olur’u, Teoman ‘İstanbul’u Dinliyorum’u, Yeni Türkü ‘Gözlerin’i, Aynur ‘Dağlara Küstüm’ parçasını, Kubat ‘Memik Oğlan’ adlı türküyü, Zuhal Olcay ‘Sevdalı Başım’ı, Suavi ‘Saat 4 Yoksun’u, Nükhet Duru ‘Bir Yelkenlim Olsaydı’yı, Feridun Düzağaç ‘Kardeşin Duymaz’ı, Mehmet Erdem ‘Mektup’u, Şevval Sam ‘Hoşçakal Kardeşim Deniz’i Halil Sezai ‘Asya-Afrika’ adlı eseri, Jehan Barbur ‘Bulut mu Olsam’ı, Fırat Tanış ‘İçimizden Biri’ni, Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu ‘Eski Tüfek’i Ata Demirer ‘Akdeniz’i, Haluk Levent ‘Kan Çiçekleri’ni, Cengiz Özkan ‘Mayın’ı, Harun Tekin ‘Yangın Yeri’ni, Hüsnü Arkan ‘Nurhak’ı, Bulutsuzluk Özlemi ‘Hoşgeldin Bebek’ adlı parçayı, Ceylan Ertem ‘Kız Çocuğu’nu, Ciwan Haco ‘Merhaba’yı, Rojin ‘Kuşların Vurulduğu Zaman’ı seslendiriyor.
Zülfü Livaneli ile İsveççe 2. kitabının çevirisinin tanıtımı için geldiği Stockholm'de konuştuk.
20 Haziran 1946'da Konya'nın Ilgın ilçesinde Ömer Zülfü Lvanelioğlu olarak doğdu. Annesi Ilgınlı. Baba tarafı Livaneli yani Artvinlidir.
12 Mart 1971 Amerikancı faşist askeri dabesi onu birçok devrimci gibi yurdundan ayrılmak zorunda bıraktı. Nisan 1973'te İsveç'e geldi. Dünya'nın değişik ülkelerinden gelen sığınmacılarla birlikte Kungshamra isimli öğrenci semtinde kalıyordu. Abdi Yazgan, Ayla Yazgan, Kutay Doğan [12 Mart sonrası Ankara'da polis kurşunuyla öldürülen Koray Doğan'ın ağabeyi], Hasan Erol Aydın, Zeki Tekeş, İsmet Sekmen, Durali Bozkır, Yaşar Oğuz gibi birçok devrimcinin de kaldığı bu mahalle buluşma yeri gibiydi. İlk kez ben de Zülfü ile burada tanıştım. Yıllar sonra tesadüfen bu mahalleye bitişik olan Bergshamra'ya yerleştim. Bu bölgede bazı yerlere yabancı ünlülerin adı verilmiş. Yakındaki Ulriksdal Sarayında bir Türk Köşkü var. Ben de zamanla Kungshamra grubunun en ünlüsü Zülfü olduğu için bu mahalleye "Livaneli Mahallesi" adını taktım. Duyan Türklerin hoşuna gidiyor. Şimdi Zülfü'nün 2. kitabı da İsveç kitapçılarında, kütüphanelerinde yer aldı. Üçüncü kitap da yolda. Bakarsınız Zülfü İsveç'te de ünlenir ve semtin adı gerçekten de Livaneli Mahallesi olur.
Zülfü Türkiye'ye döndükten sonra da zaman zaman İsveç'e geldi. Maria Faranduri ile konser verdi. Sis filminin seslendirmesini burada gerçekleştirdi. Söyleşiler yaptık. Sonradan öğrendiğime göre Ankara Cumhuriyet Lisesi'nden okuldaşmışız. Kardeşi Ferhat hem Stockholm'den arkadaşım hem de askerlik arkadaşım. Eşim Süreyya da Livaneli yani Artvinli... O bakımdan biraz hısım sayılırız.
Ancak açık konuşmak gerekirse, Zülfü bizlerden farklıydı. Bizler İsveç'e gelince özgürlükleri kullanmada sınır tanımıyorduk. Onun boş vakit geçirmede, gece yaşamlarında, çapkınlıklarda gözü yoktu. Zamanını iyi değerlendirirdi. Ailesine bağlıydı. Eşi Ülker ve kızı Aylin ile mutluydu. Okurdu, İsmet ile Durali ona okumak istediği kitapları bulmada yardımcı olurlardı. Çalışır, üretirdi...
Ressam arkadaşımız Durali, Zülfü'nün o zamanlar Stockholm'deki en yakın arkadaşı, hep birlikte gördüğümüz, Fotoğraf Sanatçısı Abdi'ye [Ankara'da ünlülerin resmini çekmesiyle tanınırdı], "bu tren yoluna devam eder, ayak uyduramazsan geride kalırsın" dediğini anlatmıştı.
Zülfü ile bir süre önce Serenad kitabının tanıtımı için geldiğinde Gamla Stan [Eski Stockholm] İsveç Krallık Sarayı'nın yanında, Ulusal Müze'nin karşısındaki, geceleri piyano barında oturmaya doyum olmayan, tarihi Reisen Otel'de kahvelerizi yudumlayarak sohbet ettik.
Zülfü'nün yarım asırlık sanat geçmişi ve 70 yıllık yaşamı ve 50 sanat yılı kutlu olsun.
TÜRKÇE'DEN İSVEÇÇE'YE ÇEVİRİ ÇOK AZ BU MEMLEKETTE
Abdullah Gürgün: İki kitabının İsveççe'ye çevrilişi nasıl gerçekleşti?
Zülfü Livaneli: Bu kitaplar Çin'den Amerika'ya dek kırk dile çevrildi ama İsveççe’ye çevrilmemişti. Benim özel bir çabam olmuyor bu. Onlar bizi buluyorlar. Diğer ülkelerde hep böyle oldu. İsveç'ten böyle bir istek gelmemişti. Birkaç yıl önce Molin & Sorgenfrei geldi. Türkçedeki ismi Engereğin Gözü olan kitabı çevirip yayınlamak istediler. Kontrat yaptık, onu çevirip yayınladılar [Eunucken och Ormen (Hadımla yılan) adıyla yayınlandı]. İstanbul'daki İsveç Enstitüsü'nde de gayet güzel bir tanıtım toplantısı oldu. İsveçli yayıncılar, yazarlar geldi... Hoş bir başlangıç oldu. Sonra başka bir kitap daha yayınlamaya karar verdiler. Bu kez Seranad'da karar kıldılar. Serenad da Türkiye'de büyük okuyucu kitlelerine ulaşan bir kitap oldu. Dolayısıyla onu çevirelim dediler. Böylece ikinci de çıktı. Şimdi üçüncü için hazırlanıyorlar.
Biliyorsun, doğrudan Türkçe'den İsveççe'ye çeviri çok az bu memlekette. Yaşar Abinin, Yaşar Kemal'in kitaplarını Tora Palm hep İngilizce’den çevirdi. Dolayısıyla biraz suyunun suyu haline geliyordu ne yazık ki. Bu Mats Andersson Türkçe'den çeviriyor. Oldukça başarılı. Gayet memnunum. Yayınevi büyük bir yayınevi değil ama kaliteli kitaplar yayınlayan iyi bir yayınevi.
TÜRKÇEYİ VE İSVEÇÇEYİ O KADAR GÜZEL KULLANAN YOKTU BURDA
Mats'ın ilk kitabı bulup çevirmesi de ilginç bir olay. O hikaye nasıldı?
Evet, hah hah ha. Beyazıt'a sahaflarda dolaşırken birisi bunun ardına takılmış. [Mats biraz cici bir çocuk] O da, "bir kitap alayım da kurtulayım bari" diyerek eline geçen bir kitabı satın alıp çıkmış oradan. Bir süre kitaplığında kalmış o kitap. Sonra, bir bakayım şu kitabı diye eline almış ve bırakamamış. İşte o kitap benim kitapmış tesadüfen. "yahu bu kitabı benim mutlaka çevirmem ve İsveç'te yayınlamam lazım" demiş ve başlamış çevirmeye. Çevirmiş ve buradaki yayıncılarla temas etmiş ve çeviriyi bu yayıncı Simon'a yollamış. Simon da diyor ki, "ben de neymiş şu falan diye cep telefonundan okumaya başladım" Bütün kitabı cep telefonundan okumuş, bırakamamış. Bunlar hoş şeyler tabi. Öyle zengin bir yayınevi değil ama seçkin kitaplar yayınlayan güzel bir yayınevi. Az ama kalite kitaplar yayınlıyor.
Bazı kişiler Nobel ödülünü Yaşar Kemal'in değil de Orhan Pamuk'un almasını da Yaşar Kemal'in kitaplarının ikinci dilden Orhan Pamuk'un ise Türkçeden çevrilmesine bağladılar.
Olabilir tabii, Orhan'ın kitaplarını kim çevirmişti?
Birkaç kişi var hepsini bilemiyorum ama, Dilek Gür, Kemal Yamanlar, Anne Marie Özkök, Birgit Schlyter gibi isimler var.
Onlar yoktu. Yetmişli yıllarda Türkçeyi ve İsveççeyi o kadar güzel kullanan yoktu burda. Bir deneme yapıldı ama olmadı. Demek ki, zamanla artık onlar da gelişti tabii zamanla.
‘BEN DE GELİYORUM, GİDER MİYİZ TİLDA?’
Yaşar Kemal'i kaybettik. Senin de eski dostun. Yaşar Kemal'in sizin sanatınızda, yazınızda, yaşamınızda yeri nedir?
Çok büyük yeri var. Benim en büyük dostlarımdan biridir. Ben zor bir hayat geçirdim. Hem özel yaşamım hem Türkiye'nin siyasi çalkantılarında hapishane, daha sonra sürgün, parasızlık, medyayla uğraşmak... Hep mücadeleyle geçti hayatım. Ama bir takım şanslarım oldu, benim böyle benden yaşça büyük çok yakın dostlarım oldu. Bunların başında Yaşar Kemal geliyor. Sonra Paris'te Abidin Dino. Sonra Mikis Teodorakis. Elia Kazan. Bunların tecrübelerinden yararlanmak, bunlarla konuşmak, bunlarla yıllar geçirmek elbetteki muhteşem bir etki yapmıştır benim üstümde. Hem müziğimde hem, edebiyatımda...
Yaşar Kemal büyük bir kişilikti.Hem büyük bir kişilikti hem büyük bir yazardı. Bu ikisi her zaman bir araya gelmiyor. Çok güzel kitaplar yazan birinin kişiliği çok zayıf olabiliyor. Bazen de tersi oluyor. Yaşar Kemal'de ikisi de vardı. O hem büyük bir edebiyatçı hem de büyük bir kişilik.
Yaşar Kemal ile 44 yıl birlikte geçti. Dile kolay yani 44 yıllık bir ömür. Ben bir ara 12 Mart hapishanelerinden sonra... Tekrar tekrar alıyorlardı. Böyle bir yöntem yapmışlardı. Normal bir suçlama yapamadıkları için, alıyorlar içeri, birkaç ay sonra bırakıyorlar, sonra bir daha alıyorlar. Sonra bir daha bırakıyorlar. Bu böyle dayanılmaz hale gelince bir daha arandığımı öğrenince sahte pasaportla buraya İsveç'e gelmiştim. İşte burada Kungshamra'da oturduk. Ondan sonra eşim geldi falan. Fakat sonra 1976 yılında aftan sonra pasaport aldım, Türkiye'ye dönmek istedim. İstanbul'a gittim. Yaşar abilerde kalıyorum, o karşıladı beni. Ama korku var o zaman. 76'yı düşün yani. Korkunç bir dönem. Yaşar Kemal'in rahmetli eski eşi Tilda hep korkuyor. Şili'de darbe olmuş, Viktor Jara gibi benim de ellerimi keseceklerinden korkuyor. Biliyorsun benim parçalar yasak o zaman. Sonra ordan burdan, ailemden, babamdan bazı haberler geldi. Anladım ki, Türkiye gene tekin bir yer değil benim için. Herşey olabilir. İsveç'e döneceğim ama ayaklarım geri geri gidiyor. Öğleden sonra kalkacak bir SAS uçağı vardı. Ondan evvel Yaşar Abi ve Tilda ile üçümüz Kör Agop'un Kumkapı'daki lokantasına gittik. Balık yedik, rakı içtik. Yaşar Abi rakı içmezdi gerçi başka şey içerdi... Ondan sonra konuştuk, ettik, türküler söyledik. Çok duygulu bir an oldu. Benim de ne kadar üzgün olduğumu görüyorlar Yaşar Abigil. Yaşar Abi, "Seni yalnız bırakırsam ne olsun. Ben de geliyorum, gider miyiz Tilda?" dedi. Hilda da "gideriz" dedi. Bir yandan da Türkiye'de 20 kişinin öldürüldüğü dönemler. Onun da tabii roman yazmak için sükunete, can güvenliğine ihtiyacı var. O da geldi buraya. Bir ev tuttuk ona. Hergün buluşurduk, orda burda, sokaklarda dolaşırdık. Burada da çok güzel günler yaşadık. Hergün buluşuyorduk.
Hatırlıyorum o zamanları... O kaç yıl kalmıştı burada?
Valla yanılabilirim ama iki yıl kadar galiba.
NEDEN BAŞKA BİR ÜLKEYE DEĞİL DE İSVEÇ’E GİTTİ?
Peki, ilk kez çıkışında neden başka bir ülkeye değil de İsveç'e gelmeye karar vermiştin?
Ben hiç yurtdışına çıkmamıştım o zaman. Çıkarken de düşündüm nereye gideyim diye. Almanya'da çok fazla Türk var. Cazip bir yer olarak gelmiyordu. Ama İsveç'i eskiden beri biliyoruz, insan haklarının çok yüksek olduğu, çok temiz bir ülke. İsveç değil ama Norveç, Knut Hamsun'un romanlarında böyle şeyler, akan sağlıklı nehirler, üstünde yüzen kütükler, şu, bu... Ormanlık, doğası çok zengin, temiz bir ülke... O bakımdan bir İsveç hasreti oluştu. Burada oturayım bundan sonra ve artık dönmeyeyim diye kararımı vermiştim ama memleket hasreti ağır bastı, döndüm.
1972 miydi?
Yok 73 Nisan. Geldim buraya, elimde bir adres... Otobüse bindim. Kadın şoför vardı. Otobüsün nereye gittiğini bilmiyorum." Tamam", dedi "burası". Bindim. Gitti, gitti de gitti. Şehir dışına çıktı.Bir yerlere geldik, indirdiler. Baktım saray gibi bir yer var [Drottningholms slot. Krallık ailesinn yaşadığı saray]. Herhalde burası değildir beni gönderdikleri yer... Kioska [Türkçe Köşk'ten gelme. Küçük büfeler de bu isimle anılıyor. Örneğin, "Korv kiosk": Sosis köşkü... Bizde de şimdi simit sarayları var ya...] sordum, ormana doğru bir yol gidiyor Oradan da denize yol iniyor... Gittim, kıyıda eski bir tekne [Hulda], teknenin içinde İlhan Koman... Ona göndermişler. Orda kaldım bir süre. Şimdi o tekne Türkiye'de, müze oldu. Onun içinde benimle röportajlar yapıldı, televizyonlarda yayınlandı, "şurda yatardık, burda kalkardık" falan diye... İlhan Bey de çok muhteşem bir insandı o da.
‘İLHAN KOMAN DİYE BİRİ...’
Yaaa, hakikaten; İlhan Ağabeyi de kaybettik. Çok tanıdıklar var hangisini birini konuşacaksın...
Gerçekten o da büyük bir kişilikti ve büyük bir sanatçıydı.
Nasıl, değeri biliniyor mu bugün?
Valla, şöyle diyelim, bilen biliyor. İlhan Koman diye biri var Türkiye'de, bilenleri var, hayranları var. O heykelini ordan oraya, ordan oraya sürdüler. Zavallı. Ama gene de bilen biliyor yani, bizim büyük değerlerimizden bir tanesi...
Yaşar Kemal'in değeri çok bilindi. Hem ölümünden önce gösterilen saygı hem de vefatında. Ben hep 40 gün yoğun bakımda başındaydım yani yoğun bakımda tabii başında duramazsın da hep yakınındaydım. Sonra ölümünde millet çok büyük birşey yansıttı gerçekten.Gazeteler bırak başlık yapmayı, mesela Hürriyet ayrı bir kapak yaptı yani. Yaşar Kemal ekleri falan. Cenaze çok ilginçti. Çok kalabalıktı ama önemli olan niteliğiydi nicelikten çok. Bütün o caddeler sokaklar dolmuştu. Ancak ilk defa bir cenazede ben Türkiye'de bir yas havası gördüm. Hep böyle bir kokteyl havası vardır orda. Teşfikiye Camii'ne gelir, "Ooo, na'ber yaa?" falan... Millet güler, fıkralar anlatır. Öyledir. Ordan da yemeğe giderler. İlk defa bir cenazede bir saygı gördüm. Bir ölüm sessizliği vardı. Tabutu cenaze arabasına koyarken, kabristana giderken çıktık, bir baktım ki, o caddeler insan seli. Öğrenciler falan. Ve ellerinde pankartlar: "Sen bizim onurumuzsun". Bu çok önemli bir şey. Bu kadar 92 yıllık ömrün ardından onurlu olarak ölmek çok mühim bir şey. Çünkü Türkiye kaypak bir ülke. Ordan oraya dönüyor, ordan oraya dönüyor... Ve aydınların ne kadar kötü bir sınav verdiğini görüyoruz işte gerçekten. Onun için Yaşar Kemal müthiş bir örnek oluşturdu. İnandıklarından taviz vermeden gitti. İnandıkları derken şunu da söylemek istiyorum, ben en yakınındaki kişiydim. Bu... Bunu iddiayla söylerim... Bir kere Sosyalist idi. Bir kere emekten yanaydı. Ezilenden yoksuldan yanaydı. Bunu, bu tavrını hiç değiştirmedi. Bu bir... İkincisi, Türkiye'nin bölünmesini hiç istemeyen, ona karşı mücadele eden bir adamdı... Şimdi onun hayatını ve sözlerini yarım yamalak ordan burdan okudukları laflarla bilenler zannediyorlar ki, işte Yaşar Kemal Kürtçüydü falan filan. Yok, Hayır. Yaşar Kemal Türkiye'nin, Türklerin, Kürtlerin, Türkiye'deki tüm halkların barış içinde yaşamasından yanaydı. Kan dökülmesine karşıydı. Kan dökülmesini durdurmaya çalışıyordu. Bütün isteği oydu. Yani bunlar görüşmeler yoluyla çözülsün ve hatta Atatürk'ün bu konudaki görüşlerini yayınlamıştı ve bi de şunu söyleyeyim, hemen hemen hergün Atatürk'ten bahsederdi. En sevdiği kişi... Ve şöyle bir lafı vardı hep, hükümete kızdığı zaman, hangi hükümet olursa olsun kızdığı zaman, yalnız bu değil, hangisi olursa olsun. "Mustafa Kemal'e kurban olsunlar"... Bütün söylediği buydu. Hep onu söylerdi: "Mustafa Kemal'e kurban olsunlar"...
‘EGOLARI GERİ ALMAK, HAYRANLIK...’
Burda Peter Curman var, Yazarlar Birliği Eski Başkanı, şair. İki şiir kitabını çevirmiştim onun. Yaşar Kemal ile de ahbaplığı vardı. Yaşar Kemal deyince, onun bir lafı aklına çivi girmiş, ne zaman konu Yaşar Kemal'e gelse onu anımsayıp anlatır, "kalbimin yarısı Türk, yarısı Kürt" dermiş, birlikteliği vurgulamak için bu sözü kullanırmış...
Tabii, zaten ailesi de öyle. Ailesi de Türk ve Kürt aile. Ama şu tarafı da var. Ben bir yazı yayınladım Yaşar Abiden sonra Cumhuriyet'te , orda söyledim bunu ve sonra herkes paylaştı bunu. Evinde bir kitap var Sait Faik ona imzalamış. Orda diyor ki, "Türklerin en Kürd'üne, Kürtlerin en Türk'üne, Yaşar'a"... Ne kadar güzel değil mi? Onun bütün amacı buydu zaten. Olumlu bir insandı. Hayata olumlu bakan. Bazı yazarlar vardır, hani Orta Avrupa, Kuzey yazarları... Hayat boştur, insanlar kötüdür... İntihar eğilimli yazılar yazarlar. Yaşar Kemal tam tersi, insanlara iyimser, insanların kökünde cevher olduğuna, iyilik olduğuna inanan bir insan, Nazım Hikmet gibi...
Çok da ilginç olayları var. Nazım Hikmet ile karşılaşmışlar Paris'te tren garında. Nazım Hikmet gelecek, Abidin Dino'yla bekliyorlar. Orda tanışıyorlar. İlk tanışmaları öyle. Nazım trenden inmiş. Abidin Bey'le sarılmışlar. "İşte bu", demiş "Yaşar Kemal işte" demiş. Nazım sarılmış, "Yahu" demiş, "o kadar güzel yazıyorsun ki. Eğer beni de hapislerde bu kadar ziyan etmeselerdi, ben de senin kadar güzel bişeyler yazabilirdim" demiş. Bu da demiş ki, "Koskoca Nazım, ben heyecanla seni bekliyorum seninle tanışmak için. Genç bir yazarla alay etmek sana yakışıyor mu?", dönmüş küsmüş gitmiş. Neden sonra bulmuşlar, demişler, "Yahu, alay etmiyor; bu adam böyledir işte, içinden geleni söyler". İki büyük yazar daki tevazuya bak, Nazım diyor ki, "ben eğer bu kadar zulüm görmeseydim, ben de senin kadar iyi bir yazar olabilirdim" diyor. Genç bir yazar da alay ettiğini zannediyor Koca Nazım'ın ve ondan dolayı küsüyor. Bu ne kadar güzel bir şey. Egoları geri almak, hayranlık... İkisi de birbirine hayran. Örnektir yani bu.
‘DOĞRUCULUK’ DEDİĞİMİZ BİR KAVRAM VAR YA, O ARANIYOR’
Evet böyle güzel şeyler olduğu gibi çirkin örnekler de var. Örneğin bu Nobel ödülü meselesinde bazı Kürtçü çevrelerin, "bu Kürt olduğunu söylemiyor, saklıyor", diğer yanda bazı Türk çevrelererin, "işte çok daha büyük yazarlar var, siz sadece bunu biliyorsunuz" gibi, bizim de kulağımıza kadar gelen dedikodular var. Bunlar onu nasıl etkiliyordu? Üzülüyor muydu? Nasıl tepki gösteriyordu?
Üzülüyordu tabii bu tür tartışmaların içinde kalmasına. Ben bu tartışmaların içine özellikle girmedim. Hele vefatından sonra hiç girmedim. Çünkü somut birşey değil bu. Ben de biliyorum. O dönemde ben de burdaydım. 70'li yıllarda burda böyle Yaşar Kemal'in Nobel almasına karşı lobiler oluşturuldu, sonra Türkiye'ye dönüp "Ben Yaşar Kemal'in Nobel'İni engelledim" diyenler oldu. Ama bunlar ne derece gerçektir bilemeyiz. Çünkü kapalı bir kutudur. Nobel Komitesi de böyle laflara göre davranacak bir yer değil. O bakımdan bu tartışmaya özellikle hiç girmedim. Sordular, televizyonlara davet ettiler. Ama ben Yaşar Abi'nin ölümünden sonra "bırakın ben onun yasını tutuyorum ve sessiz bir şekilde uğurluyoruz. Bence bu tartışmalar bence gereksiz" dedim.
İşi biraz magazinleştirmekti bu. Ama maalesef Türk basınında bu tarz şeyler oldu. Ama o dönemlerde üzülüyordu. Çünkü şöyle bir kavram var, hepimizin başına geldi bu. Şimdi bizim birinci derecede mesleğimiz, biz sanatçıyız. Değil mi? Yaşar Ağabey roman yazıyor, hikaye yazıyor, ben beste yapıyorum, bilmem ne. Nazım'ı düşünüyorum, o da öyle. Sürekli politika penceresinden seyrediliyor bu insanlar. Halbuki politikanın kuralları ayrı, sanatın kuralları ayrı. Politikada gerçek düşünceni saklayıp o sırada ne söylemek gerekiyorsa onu söyleme sanatı politika. Bu sanatçılıksa bambaşka birşey. Yüreğinin en dibinde ne varsa kazıyıp söylemek. Herkese ters de gelebilir o anda onu söylemek. Keşke diğer ülkeler gibi yazar olarak değerlendirilebilseydi. İmrenmişimdir başka ülkelere. Picasso'nun siyah beyaz bir belgeselini görmüştüm, Paris'te oturuyor, İspanya'da bir şehre gidiyor, orda onu karşılıyorlar. Bu da üstü açık bir arabada şortla çıkmış eline alıyor bir borazan çalıyor sevincinden. Şimdi bu özgürlük bizim Türkiye'deki yazarlarda, çizerlerde, ressamlarda yoktur. Şimdi düşünsene, Komünist Partisi üyesi bu adam, ciddi bir üye. Ressam, yaşlı bir adam... Böyle davranma özgürlüğü yoktur. Büyük bir baskı altındadır bizim sanatçılarımız. Sanat biraz coşmak ister. Belki yanlış konumlanabilir. Değil mi? Hayatının bir dönemi yanlış yorumlarda bulunabilir. Olabilir. Ne olacak? Ama bu özgürlük hiçbir zaman tanınmıyor, "doğruculuk" dediğimiz bir kavram var ya, o aranıyor. İyi ama adamın mesleği o değil.
‘HÂLÂ YASAKTIR BİLİYOR MUSUN?’
Benim bildiğim kadarıyla Türkiye'de yayıncılık yapıyordun. Burada İsveç'te gazetecilik, bestecilik, yazarlık... Hangi sırayla oldu bu işler?
Anlatayım ben onu. Bunun hikayesi de çok enteresan. Türkiye'de Ekim Yayınevi diye bir yayınevi vardı, sol literatür yayınlıyorduk. Ben de yazıyordum. Benim zaten çocukluğumda kendi kendimi yetiştirdiğim ve yönlendiğim alan edebiyat. O bakımdan okumakla başlayan bir serüven bu. Ama bir yandan da, ilginç bir şekilde babam elime bir saz verdi. Onun da hikayesi şöyle oldu: Babam Amasya savcısı o zaman. Ben Amasya'da başladım ilkokula. İlk bir iki yıl, sonra Ankara'da TED hani şimdiki adı, o zaman Maarif Koleji derlerdi. Oraya beni gönderdiler 3. sınıftan itibaren. Dedemlerde falan kalarak... Ama o dönemin Türkiye'sinde yabancılara karşı çok büyük bir rezerv vardı, bügünkü kadar çok yoktu. İnsanlar biraz çekinerek bakarlardı. "Bir lisan bir insan" derlerdi. O yüzden de lisan öğrensin gitsin. Ama yabancı kültürün etkisinde kalır mı bu çocuk? Ondan çok korkuyordu ailem. Babam getirdi, bana bir saz verdi. Aslında bisiklet alacakmış ama saz getirdi. Bir sazım oldu böylece. Ben o sazı çalardım. O zamanlar öğrendim ben bu saz çalmayı. Teftişlere falan götürdüğü zaman da bu Alevilerden dinledim. O çok hoşuma gitti. Alevi çalmaya başladım Alevi değiliz biz ama o sazı çalmaya başladım. Bir yandan da işte gitar çalıyorum. Batı ile Doğu bir araya gelmiş oldu... Ben o sazı geliştirdim tabii. Çeşitli şeyler yapıyorum. 12 Mart döneminde de o hapishanelerde, girerken çıkarken böyle şiirler yazdım, ağıtlar yaptım. İşte Sinan Cemgil için Deniz Gezmiş için, bütün o dönemin o kurbanları için yani yüreğim parçalanıyor çünkü. Çoğu da arkadaşımız. Ondan sonra buraya gelince burada Europa Film stüdyosuna gittim, bir kayıt yaptım. Brüksel'de plak şirketi bunu istedi. Albüm yapmak istedi. Ben girdim burda, ağlaya ağlaya o ilk ağıtlar albümünü yaptım. Sonra plak çıktı. Ben Kungshamra'da plağı unuttum, yazılarıma döndüm. Ben yazacağım, bütün emelim o benim. Daha sonra altı ay, sekiz ay kadar sonra Orta Doğu'da okuyan kardeşim geldi, Ferhat. "Abi" dedi, "herkes senin parçalarınla yürüyor, onbinlerce genç onları söyleyerek yürüyor" dedi. "Şaka yapıyorsun" falan dedim. Ne alakam var, nerden?!. Bak, Bakanlar Kurulu yasakladı o albümü, HEMMEN! Hâlâ yasaktır biliyor musun?
‘MÜZİK YAPMAYI BIRAKTIM, TAMAMEN EDEBİYATLA MEŞGUL OLUYORUM’
Ya öylemi, bugün hâlâ mı yasak?
Yasak. Guinness kitabına... Anlattığımızdan bu yana kaç yıl oldu? 43 yıl.. 50'yi tamamlayayım Guinnes'e müracaat edeceğim. Herhalde bu kadar uzun zaman yasak kalan albüm yoktur. Çünkü ordu eleştiriliyor, çünkü o faşist uygulamalar eleştiriliyor. Deniz Gezmiş'lere sahip çıkılıyor falan. Yani o dönemin Türkiye'sini düşün işte. Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklandığı için Bakanlar Kurulu'nun kaldırması lazım. Kim, hangisi kaldıracak? "Gel şu Zülfü'nün albümünü şey yapalım".... Neyse, ondan sonra baktım ki, aaaaa, öyleymiş. O zaman İsveç'le Türkiye'nin irtibatı yok biliyorsun. Eski radyoları arardık da şöyle cızırtılı bir haber bulacağız diye , lambalı filan radyolarda... E, yok birşey, ben de bilemiyorum bu durumu. Sonra baktım ki, büyük kitlelere yayılmış o albüm meğer. Direnişin sembolü olmuş, o Nurhak ağıtları, Ulaş ağıdı, Yaşar Abi yazmıştı onun sözünü. Ama o dönemde o albüme koyamamıştık o ağıdı. Çünkü o ağıt Yaşar Kemal demek. Orda yaşayan bir insan için, "hemen, o gün içeri alın" demek. O ağıtlar direnişin sesi gibi olmuş. Ben farkında değilim. Sonra başka albüm, konserler monserler, derken benim isteğim dışında müziğin içine çekti beni hayat. Yani bu bir fonksiyondur dediler. Ondan sonra geldik, 300 - 400 besteye. Burada Karlı Kayın Ormanı'nı besteledim. O zaman Lappkärrsberget'te oturuyorduk. Karlı, karlı ormanlar var sahiden. Orda yürüye yürüye o parçayı besteledim. Diğerlerini besteledim. Ondan sonra Maria Faranduri, Yunanistan işleri başladı, konserler, film müzikleri falan derken beni aldı böyle götürdü. Burda da teorik müzik okullarına gittim. Birkagården'de, çeşitli okullarda belli alanda eğitim gördüm... Ondan sonra müzik böyle devam etti. Ama benim içimdeki aşk edebiyat. Tabii ki müzik çok güzel de oldu. Güzel yerlere de geldi. Halkın müzik, türkü dağarına en azından 5 - 10 bestem girdi ki, en azından çıkmaz herhalde, umuyorum yani. Yiğidim Aslanım gibi, Leylim Ley gibi, Karlı Kayın Ormanı gibi, Memik Oğlan gibi, falan filan gibi bu devam ediyor... Ama ben artık müzik yapmayı, konserleri falan bıraktım, edebiyatla tamamen meşgul oluyorum çünkü hepsini yapacak vakit, hal ve konsantrasyon, odaklanma olmuyor tabii.
‘YAPACAKLARIM TEKRAR ANLAMINA GELİR’
Yani şimdi müzik bekliyor mu?
Yok müzik beklemiyor, kendi hayatına devam ediyor. Kırk küsur albüm, Dünya'da insanlar dinliyor, Türkiye'de buparçaları söylüyor gençler, gene albümler yapılıyor falan. Bunlar var ama ben böyle turne yapmıyorum. Geçen yıl mesela bir Avrupa turnesi yaptım, "Avrupa'ya Veda"... Paris, çeşitli ülkeler vs. Avusturalya'ya gittim, Sydney, Melbourne ... Oraya bir veda yaptım. Türkiye'de belki arada bir böyle ilginç, Harbiye'de şurda burda yaparım ama böyle orkestramı alıp turne turne dolaşmıyorum. Çünkü daha fazlasını yapamam, böyle bir duygu var. Uğraşırsın daha iyisini yapayım diye. Ben mesela edebiyatta, bir öndeki kitabımla yarışıyorum kendim. Ama müzikte şimdi yapacağım şeyi yaptım ben. Baksana 70'lerde benim müziğim vardı, 80'lerde, 90'larda, 2000'lerde... E, artık nasıl birşey? 2010'larda da mı olsun? Mikis Teodarakisle yaptık o kadar ortak albüm... Ankara'da beş yüz bin kişilik konser... Bu kadar halka malolması, söylenmesi... Kaç bin kişinin hep bir ağızdan söylemesini hep duymuşumdur. Şimdi bunları hep tekrarlamak anlamına geliyor benim yapacağım şimdi.
‘KONSERTHUSET'İ ÖZLEDİM...’
2015'te Türk iş gücünün İsveç'e gelmeye başlamasının 50. yılı olarak kabul edilerek pek çok etkinliği düzenlendi. Artık bir Zülfü Livaneli konserinin de zamanını gelmedi mi?
Aslında Konserthuset'i özledim, olabilir. Bunu konuşuruz.
Bu öneriyi biz açık bırakalım mı? Ben de bir yoklama yapayım.
Bırakalım. Olur. Çünkü bu da enteresan, bunca yıl, benim müzik geçmişim 40 - 45 yıl filan oluyor. Dünya'nın gitmediğimiz kıtası kalmadı. Moskova'da klasik orkestra eşliğinde Nazım'dan tut bilmem nereye kadar bütün Dünya ülkelerine gittik. Ama bu İsveç'ten kırk yıl içinde birşey olmadı. Enteresan bir şekilde. Ben burdan davet de almadım.
‘LEYLİM LEY OLMADAN DÜĞÜN OLMAZ’
Ama ilginç birşey daha var. Bilmem, biliyor musun yoksa bilmiyor musun ama birçok eser örneğin Leylim Ley İsveççe söylendi burda. Söyleniyor da.
Öyle mi, Bulabilir miyiz onu?
Buluruz tabii, Kicki Oscarsson söylüyor. Eski arkadaşlarımdan. Bizim mahallede oturuyor.
Yahu, bu Leylim Ley çok yayıldı. Ben artık takip edemiyorum. Bir Nebil Özgentürk bir program yapıyordu. 19 ülkede Leylim Ley buldular. Yani Kazakistan'dan bilmem nereye kadar. Ben Arnavutluk'a gittim, "E, bu olmadan burda düğün olmaz" dediler. Aynı şeyi Uygur Türkleri ve Kazakistan da söylüyor Özbekistan da söylüyor: "Bu olmadan olmaz". Aynısını Amerikalılar söylüyor, çeşitli dillerde... Japoncası söylendi. Ama mesela İsveççesini ilk defa duyuyorum ben. Bilemiyorum, duyamıyorum...
Güzel de söylüyor Kicki.
Arap ülkelerinde çok meşhur. Müzik yani su gibi akacak yolu buluyor gidiyor. Ama bir süre sonra bizim gibi ülkelerde telif hakları çok sağlam olmadığı için herkes sahip çıkıyor. Üsküdar'a Gideriken"e bir sürü ülke bizim öz müziğimiz diyor. Şimdi bu Leylim Ley de benden çıktı. Türkiye'de bir kere türkü zannediyorlar. Benim Sabahattin Ali'dan yaptığım bir beste olduğu unutuldu...
Ben ilk albümlerimi burda yaptım. Şİmdi halkın, gençlerin, kaçıncı kuşağın öğrenip söylediği bestelerimi burda yaptım. Burası çok verimli bir yerdi benim için. Yani en iyi bestelerimi ben burda yaptım. Ülker [eşi] sağolsun öğretmenlik yapıyordu. Ben kendimi sanata verebiliyordum. İsveç Televizyonu'na Güneş Karabuda'nın yaptığı Bebek filminin müziğini yaptım. Sonra Alman WDR başladı, sonra konserler başladı, müzikle geçinmeye başladım.İyiydi doğrusu yani. Biz zaten çok para harcayan insanlar değiliz. Hiçbir zaman da olmadık. Bugün de değiliz. Geçiniyorduk yani. Tabii o zaman hepimiz gibi kıt kanaat idare ediyorduk. Ay sonuda makarnaya talim ediyorduk falan ama memnunduk. Öğrenci evinde yaşadık. Burs aldık işte ikimiz de üniversiteden. Okuduk falan, bunlar bizi geçindirdi.
Bu müzik bölümü... Bir de gazetecilik var. Aklımda kaldığına göre örneğin Devrimsiz Devrimciler diye bir röportaj dizin var İsveç'e sığınmış devrimci mültecileri ele alan...
Tamam, doğru, şöyle oldu: Benim hep yazı yönünde olduğu için eğilimim, hep beraber götürmeye çalışıyordum. Müzik beni tatmin etmiyordu. Zaten benim müziğim de müzikle edebiyat arasında durdu her zaman. Ben profesyonel olarak şiir besteleyen, şiir yazan Kardeşim Duymaz Eloğlu Duyar gibi, Kan Çiçekleri gibi şiirler yazıp onları besteleyen bir insan oldum. Şarkı yazarı olarak görüyorum kendimi. Solist değilim hiç bir zaman.
Şimdi o dönemde İsmail Cem Politika diye bir gazete çıkarmaya başladı. Ben de oraya İsveç Mektubu diye haftada bir yazı yazmaya başladım, Ömer Livaneli diye, ilk adım Ömer ya benim. Benim ilk albümlerimde Ömer Zülfü Livaneli yazar. Nazım'ın Türküsü'nde falan, hepsinde. Ömer ismini çok severim...
ZÜLFÜ LİVANELİNİN GERÇEK SOYADI
Parantez içinde sorayım: Ömer Zülfü Livanelioğlu değil mi?
Evet, "oğlu"nu değiştirdim başvurup. Yasal olarak Livaneli. Ömer Zülfü Livaneli. "Ömer" adını da çok severim ama halk "Zülfü"yü tuttu. Hatta "Livaneli"yi de almadı. Ben öğrendim tabii sonradan, gençler arasında beni dinlemenin adı, "Zülfü dinlemek"... "Hadi gidelim Zülfü dinleyelim". O dönemlerin yansımasıydı benim müziğim. O dönemlerde yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini, umutlarını o parçalarda buluyordu bir kesim. Sonra yayıldı. O şey kırıldı daha dışarı yayıldı. Zeki Müren'den tut, Bülent Ersoy'dan tut, Sezen Aksu, Ajda Pekkan... Bu parçaları kaydetmeyen, plak yapmayan kalmadı, Kibariye falan, herkes söyledi ve hâlâ söylüyorlar. Dolayısıyla Zeki Müren'le tanıştık mesela. Hiç aklıma bile gelmezdi ki, Zeki Müren benim parçalarımı kaydetti.
Neyse, oraya yazı yazmaya başladım. Bir de iki tane röpörtaj yaptım, bir tanesi "Dönemeyenler"; bizim burda çalışan kardeşlerimizle ve ailelerle ilgili. Yani geldi ama dönemiyorlar, burda kaldılar. Onu anlatıyorum. O 70'lerde. Daha sonra "Devrimsiz Devrimciler"i yazdım. Çünkü o zamanlar Şili'den gelenler, Yunanistan'dan gelenler, İran'dan gelenler... Çok değişik bir mülteci grubu vardı, onların hayatlarıyla ilgilenerek, konuşmalar yaparak o Devrimsiz Devrimciler'i yazdım.Yayınladım. Daha sonra hikaye kitabımı çıkardım "Arafat'ta Bir Çocuk" diye 1978 yılında Türkiye'de. İsveç Televizyonu onu film yaptı, "Svartskalle [Karakafa]" diye. Ondan sonra müzik o kadar yoğunlaştı ki, 96'da yayınlanan ilk romanıma kadar Engereğin Gözündeki Kamaşma'ya kadar yazdım ama yayınlayamadım. Ama o tarihten bu yana düzenli roman yayınlıyorum. Bir de anılarımı yazdım, Sevdalım Hayat diye. İsveç de var onun içinde, bütün bunlar var. O da gençler Türkiye'nin şu son elli yılını anlatan, yakın tarihi anlatan bir belge niteliğinde oldu. İçinde yaşadığım için hapisanesiyle şusuyla busuyla.Şimdi de iyi işte. Kırk ülkede yayınlanıyor kitaplar. Türkiye'de de en çok okunan kitaplar oldular. Memnunum yani yazıya devam ediyorum.
İSVEÇ’TE GEÇEN 5 YIL
İsveç'te toplam ne kadar yaşamıştın sen toplam?
73 - 78 arası beş yıl. 78 yılbaşında döndük Türkiye'ye. Orda İstanbul'da oturmaya başladık. Bir tane böyle çamurlar içinde gidilip gelinen bir kooperatif evi alabilmiştik, orda oturmaya başladık. Sonra 80 darbesi olduğu sırada biz Mitterrand'ın "Akdeniz Diyalogları" diye bir toplantısı vardı, Güney Fransa'da. Miterrand iktidarda değildi o zaman. Orda bizim ülkeden kimler vardı? Mümtaz Soysal, Çetin Altan, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve ben. Beş kişi katılıyorduk o konferansa. Üç dört gün sürüyordu. Biz ordayken darbe oldu. Darbe haberi geldi. Darbeden sonra, dönelim mi, dönmeyelim mi? Kim dönsün, kim dönmesin? Kan var işin ucunda, işkence var. Şimdi kolay gibi geliyor ama... Sonra gene geldik buraya. Solna'da bu kez bir ev tuttuk. Gene bir iki yıl kaldık. Sonra Yılmaz Güney'le bu Yol filminin müziğini yapınca. İşte Yol, Altın Palmiye falan filan, Paris'e gittim. Üç yıl da Paris'te oturduk. Sonra 84 yılında kesin dönüş yaptık Türkiye'ye. Ondan beri dışarıya yerleşmedik ama umarım böyle gider.
‘BENİM KAMARAM İYİ BİR YERDE’
Nasıl, içinde yaşayan biri olarak nasıl görüyorsun durumu, sanatçıların, gazetecilerin, yazarların koşullarını? Üretebilmelerinin koşulları nasıl?
Tatmin edici değil tabii. Çok uzak. Şu anda düşünce baskı altında, sanat baskı altında, yaratıcılık baskı altında, Türkiye'de herşey baskı altında. Şu anda çok kötü bir dönem yaşıyoruz. Bence o askeri dönemlerden de daha kötü dönem yaşıyoruz. Çünkü o zaman bir umut vardı, bir mücadele vardı. "Biz ülkemize inanıyoruz, halkımıza inanıyoruz, bunu aşacağız" diye. Ama şimdi o umudu gene ayakta tutuyoruz ama çok zorlanıyoruz yani. Bakıyorsun, toplumsal bozulma, toplumsal çürüme çok artmış durumda. Çünkü aynı değil halklar. İkinci Dünya Savaşı zamanındaki Alman halkıyla bugünkü aynı değil. Her toplumun içinde iyi de var kötü de var. Ama bazı iktidarlar o toplumun içindeki kötülük damarlarını besliyor. Onları yukarı çıkarıyor. O insanları yukarı çıkarıyor. Bizde de aynen öyle oluyor yani. Son on küsur yıla baktığımızda, şu anda iyi bir durumda değil Türkiye. Ama yılgınlık yok, müthiş bir mücadele, herkesin kendi elindekiyle, ben sanatımla, devam edecek. Fakat Dünya da çok kürselleşti. Türkiye'nin meseleleri Türkiye içinden halledilmiyor. Uluslararası planlar sahneye konuyor. Orta Doğu içinde bize roller biçiliyor. Ve görüyoruz bunları. Ama bir gemi fırtınaya tutulduğu zaman senin onun içinde, "benim kamaram iyi bir yerde" deme şansın yok. Herkesin başı döner, herkes aynı şeyi yaşar. Onun için Türkiye'de şu anda rahat bir tek kişi bile olduğunu sanmıyorum. En tepedekiler dahil. Çünkü fırtınada gemi.
‘BÖYLE BİTİRECEĞİM BEN BU ÖMRÜ, KESİN KARARLIYIM’
Peki, turu tamamlayıp yeniden İsveç'e dönüş olabilir mi?
Yok. Şöyle: Ben çok e-mail alıyorum, mesaj alıyorum. Ya da sokakta, toplantıarda insanlar konuşuyorlar. Bir misyonumuz var. Gençler beni dinleyerek, Nazım okuyarak, Yaşar Kemal okuyarak yetişen bir çok insan var Türkiye'de. Birçok insan var konserlere gelen falan bu kırk yıl içinde düşünsene. Şimdi bu insanların bizden talebi var. Bir kere dimdik duracaksın, baskılar karşısında yılmayacaksın ve hayatın nimetlerine kanıp da dönmeyeceksin. Bir kere en önemli kural bu. Çünkü her dönen kamu oyu önündeki figür o insanları çok yaralıyor. "Yahu ben bu adama güvenmiştim, ben bu adamın temiz, dürüst bir adam olduğuna inanıyordum. Baksana döndü gitti"... Bunun bedeli yok. Ne parayla, ne ünvanla, ne şöhretle ne ödülle... Bana Dünya'yı bağışlasalar bunun bedeli yok, bir tek kişinin bile kalbini böyle kırarsan, onsekiz yaşında bir çocuğun kalbini kırarsan bunun geri dönüşü yok. Umutsuz olmaya da imkan yok. Çünkü ben böyle birkaç kere umutsuz yazı yazınca bana şey dediler gelen maillerde, "sizin umutsuz olmaya hakkınız yok, biz ne yapalım?". Bir de benim ülkeyi terketmeye hakkım yok. Biz orada olacağız. Orada mücadele edeceğiz. Başımıza ne gelirse orada gelecek. Ama namuslu yaşayan insanların namuslu ölmek gibi bir borcu var. Bunu ben çok düşünüyorum bu yaşımda artık. 70 yaşımda artık çok bunu düşünüyorum. Daha ne kadar yılım kaldı bilmiyorum ama ben bunu namuslu olarak bitireceğim. Hiç kimse kalkıp "Bak adam şöyle bir zikzak yaptı, böyle döndü, kendini sattı" diyemiyecek. Yani elbette hatalarım olmuştur benim de. Hatalar yaptık, şu yaptık, bu yaptık ama temelde düşüncelerimizden ve tavrımızdan ödün vermedik. Bükülmedik ve satılmadık. Bu çok önemli. Böyle bitireceğim ben bu ömrü, kesin kararlıyım. O yüzden yurtdışına yerleşmek de olamaz benim için artık. Yani Türkiye'nin şartları hiçbir türlü yaşamamayı getirir mi bilmiyorum ama onu da zannetmiyorum. Ordayız biz.
POLİTİK YAŞAMI VE ERDAL İNÖNÜ
Bir de siyasetçilik var. İstanbul belediye başkanı adayı olduğunda CHP, DSP ve SHP'nin üç aday çıkarmasıyla aradan Erdoğan fırladı, belediye başkanı oldu. Arkasından Deniz Baykal sayesinde milletvekili ve başbakan oldu, daha sonra da pat cumhurbaşkanı... Yani CHP cemaatinin içinde bulunduğumuz duruma gelmemizde büyük sorumluluğu var diye düşünüyorum.
Kesinlikle var. Şimdi şöyle var. Ben politikaya girmedim. Mesela Erdal İnönü Paris'ten çok yakın arkadaşımdı. O dönemde SHP iktidardaydı. Bana çok milletvekilliği teklif edildi. Bakanlık teklif edildi, kültür bakanlığı teklif edildi. Ama ben dedim ki, ben genel olarak politikanın içindeyim ama parti politikasında da değilim. CHP'li değilim. Sonra 94 yılında bana çok büyük bir baskı uyguladılar. Dediler ki, işte "sol mahvolmuş durumda", anketlerler gösteriyorlar, yüzde sekize düşmüş İstanbul'da, herkes nefret ediyor. Bu durumda senin de büyük kitleler var arkanda, mutlaka birşeyler yapman lazım. Ben bir ay, bir buçuk ay reddettim ama sonunda... Arkadaşlar zaten bunlar. Fikri Sağlar çok ısrar ediyor. Öteki beriki filan... Toplantılar... Sonunda "Peki", dedim. "Peki" dedim ve seçime girdim. Seçimde sahiden oyları anormal bir biçimde arttırmaya başladık. Yüzde sekiz, on oldu, oniki, onbeş, onyedi, onsekiz, otuz... Böyle gidiyordu yani. Grafikler vardı o sırada. Mehmet Ali Birant televizyonda gösteriyordu. Bütün gazetelerin ön araştırmalarında ben gidiyordum başta. Fakat çok bölünmüş birşeydi o. Herkes İstanbul'un üstüne bakıyordu. Çünkü dönüm noktasıydı. DYP'nin adayı ki, iktidar partisiydi. Tansu Çiller'in adayı Bedrettin Dalan'dı. ANAP, en kuvvetli partiydi. Onun adayı İlhan Kesici'ydi. Her yerde toplantılar yapıyor, benim üstüme yükleniyor, "teröristlerin arkadaşı" falan diyor benim için. Nasıl böyle bir hırs vardı. DSP'nin adayı Hüsamettin Özkan'ın ağabeyi Necdet Özkan. CHP, Deniz Baykal da Ertuğrul Günay'ı çıkardı. SHP'den de ben. Refah Partisi'nden de Erdoğan. Düşünsene ne kadar aday? Ne kadar bölünüyor? Gene de bizim kazanacağımız yüzde yüz gözüyle bakılıyordu. Ama son bir kampanya yarattılar, orda İsveç'i kullandılar. Çünkü önce, çünkü ben gazetelerde olduğum için biliyorum, önce bir kadın aradılar. Bir kadın var mı? Oradan rezil edelim. Onu bulamadılar. O yok. Para? Ben burda işte çarpmış devleti, şu bu var mı? Onu da bulamadılar. Parayla pulla işimiz yok. Bir laf vardır, "Allah iftiranın yakışanından korusun" diye, bu sefer, hâlâ nasıl olduğunu bilmiyorum, İsveç Polisi'nden benim o zaman iltica ettiğim zaman çekilmiş, o gün 1973 yılında çekilmiş fotoğrafları getirtmişler. Nasıl verdi İsveç onları bilmiyorum. Hürriyet'in manşetinden yayınladılar. "İşte" dediler, "bu böyle teröristtir. İltica etmiştir". O sırada Star var. Uzanlar. Atina'da Türk bayrağı yakmıştır. Stockholm'de molotof kokteyli atmıştır. Bir bulandırdılar halkın kafasını. Bir kısım oy ondan gitti. Ama gene de yenemezlerdi. Fakat çok fazla oy çaldılar. Oy hırsızlığı yaptılar. SHP de o zaman işin şeyinde değil, çok zayıf bir parti. Sandık başlarında bile yok. Bir de üç parti birbirini bölmüş. Biz yüzde yirmi küsurla kaybettik. Yirmidört alan Tayyip geldi ve Türkiye'nin kaderinde işte orda dönüş oldu. Geçenlerde Hüsamettin Özkan'ı gördüm, biliyorsun Ecevit'in başbakan yardımcısıydı. Dedi ki, "ben siyasi hayatımda ne yaptım diye zaman zaman böyle muhasebe yaparım, düşünürüm, hiç" dedi yani "vicdanımı lekeleyecek birşey yok dedi, "bir tane hariç, her gece aklıma gelir, biz sizin oylarınızı nasıl yüzde ondört böldük de Türkiye'yi bu duruma getirdik?" Geç oldu tabii. Ama orda döndü bütün şey. Ankara da öyle gitti. Orda da Melih Gökçek öyle geldi. Sol partilerin elinden kim alabilirdi Ankara'yı, İstanbul'u? Sonra belediyelerde zenginleştiler. Örgütlendiler, sonra iktidara yürüdüler. Aynen böyle oldu. Sonra aynı kader döndü döndü, ben meclise girdim, milletvekiliyim, bu sefer Baykal Tayyip'i başbakan yapmak için siyasi hayatının en büyük mücadelesini verdi. "Hayatının en büyük yanlışını yapıyorsun" dedim. Dinletemedim, hala tartışılıyor. Ve o ona yapıştı kaldı, o damga, o gizli buluşmalar falan filan [ http://www.akdenizgazete.com/haber/zulfu-livanelinin-makalesi-deniz-baykalin-aciklamasi/1466/ ]. Kaç yıldır yapıştı kaldı. Artık ondan kurtulamaz o. Dedim ama "bak torunların bile bunu konuşacak, torunların bile bunu konuşacak, Türkiye'nin kaderinde çok büyük birşey yapıyorsun" dedim. Ama yaptı. Santaj sonucu mu yaptı, neden yaptı bilmiyorum.
‘İNSANLAR AYAĞA KALKACAK’
‘Ne olacak bu memleketin hali?’ diyeyim o zaman.
Şu anda iyi bir durumda değiliz. Şu anda durum kötü. Ama hiçbir iktidar sonsuza kadar gitmez. Ben hep konserlerime Türkiye'de şöyle başlıyordum, diyordum ki, "Havada kalan uçak ve iktidarda kalan parti görülmemiştir". Nasıl olsa bir şekilde inecek ve bence bu dönemin de sonuna geliniyor. Yani büyük çatırdamalar var. Büyük şeyler var. Çünkü tek adamın iktidarı isteği, tek kişinin sultanlardan bile daha, krallardan bile daha fazla yetkiyle ülkeyi yönetmek istemesi Türkiye'nin tahammül edebileceği birşey değil. Ve de biz köklü bir ülkeyiz. Yani çeşitli kurumlar... Kurumlar dediğim yani insanların kafalarında bile olsa ülkenin bir ruhu var. Bu isteklerini yerine getirebileceğini zannetmiyorum. Ama tabii çatırdıyor. Kutuplaşmış bir toplum var ki, ben yıllardan beri buna dikkat çekerim üç kutuplu Türkiye diye. Türkiye için en sağlam yol bütün demokrasiler gibi sağ ve sol olarak yürümektir. Sağ kanat, so kanat bir kuşun uçması için. Ama onlar tahrip edildi, yok edildi, yerine üç kutuplu bir Türkiye kuruldu. Bunlar etnik ve dini bölünmeler. Bu işte halkı böler. Yani laikler, dinciler ve Kürtler olarak üçe bölünme. Bir yabancıyı, bir İsveçliyi götür özel uçakla bir saat İzmir'e indir, bir saat Konya'ya, bir saat Diyarbakır'a, akşam da gelsin. "Ne yaptın?" dese karısı "üç ayrı ülkeye gittim" der. "Bir Batı ülkesine gittim, bir dini ülkeye gittim Orta Doğu ülkesine, bir de Mezapotomya'da Kürt bölgesine gittim" der. Bu kadar ayrıştı Türkiye. Ama sonundan umutluyuz. Geçecektir yani. Çok badireler atlattı. Benim tarihten edindiğim bir izlenim var, bizim halkımız durur, durur, durur , "uçurumun tam kenarına geldi artık, tam düşüyor" dersin orda frene basar. Mesela Birinci Dünya Harbi'nde de öyle olmuş. Baksana 1914'te girdik, çarpışa, çarpışa, çarpışa sonunda artık 18'de falan felaket hale gelmiştik. Ama ne oldu? İzmir'e girdi ya Yunanlar, o zaman silkindi millet ayağa kalktı. Şimdi böyle bir oraya kadar bekliyor. O zamana kadar her taraftaydı itilaf kuvvetleri ama bekledi. İzmir orda bir şey oldu, o yangını tutuşturdu. Burda da böyle birşey olacak. "Bu kadar olmaz artık" diye insanlar ayağa kalkacaklar.
‘LİVANELİ, NEDEN CUMHURİYET LİSELİ OLDUĞUNU SÖYLEMİYOR’
Evet, mutlaka. Böyle umutlu bitirelim bari söyleşiyi. Ama son sorum bir Cumhuriyet Liseli olarak...
Hah hah ha... Biliyorum... Biliyorum...
Bizim Ankara Cumhuriyet Liseliler, "Niye Zülfü Cumhuriyet Liseli olduğunu söylemiyor?" diye kızıyorlar. Facebook gruplarında, elektronik posta gruplarında tartışıyorlar...
Hah hah ha, biliyorum. Şöyle, ben Cumhuriyet Lisesi'nde okudum. Çok sevdiğim lisem. Çok da arkadaşlarım var. Şimdi benim için, "Cumhuriyet Liseli olduğunu söylemiyor" diyorlar bazı yerlerde. Öyle görüyorum. Öyle değil. Niye söylemiyeyim. Yok canım böyle bir şey. Ben bunu anlattım ne kadar kitaplarımda da. Ben onur duyarım. Daha çok TED, Maarif Koleji falan bunlar davet ettiler. Orkestraları var. Benim müziklerimi falan çaldılar. Cumhuriyet Liselilerden ne bir davetti ne bir toplantıya katıl diye davetiye. Öyle hiç bir şey almadım. Onun için kitaplarımda kaldı herşey. Durup dururken ne yapabilirim Cumhuriyet Lisesi ile ilgili? Yoksa benim çok onur duyduğum birşeydir Cumhuriyet Liseli olmak.
‘SİZ ÇAĞIRDINIZ DA GELMEDİM Mİ’
O zaman hemen dernekle ilişki kurayım, davet etsinler seni.
Aaa tabii, tabii, seve seve. Ne demek yahu? Böyle şey olur mu? Benim aynı şey annemin memleketi. Benim aile Artvin'den geliyor. Annem Ilgınlı. Babam savcı olarak gitiğinde evleniyorlar. Yıllardan beri ordan da böyle birşey gelir. "Ya, Ilgın'a gelmez, Ilgınlı olduğunu söylemiyor" falan filan. Belediye başkanı da yazdı bana. Ben de dedim ki, "Ya, Demirel gibi olacak ama, siz çağırdınız da mı gelmedim yani? Ben ne yapabilirim?"
Belediye başkanı, "Tamam, çağırıyoruz ozaman" dedi. Ben de "tamam geliyorum" dedim...
Gülüşüyoruz.
Not: Zülfü ortak dostumuz Fotoğrafçı Erhan Güner [İsveç'te Kralın da fotoğrafçılığını yapan] ile buluşacak. Cumhuriyet Lisesi'nin güzel bir etkinliğinde buluşmak umuduyla vedalaşıyoruz.