İki kırılma, bir heyelan
Bütün bu olup bitenlerden bir sonuç çıkarmak gerekirse, Türkiye’nin dış güçlerin yönlendirmesine, daha doğrusu küreselleşmenin dayattığı siyasî yapı ve iktisadi modele direnemediğini, bunun için gerekli moral güce ve iradeye sahip olmadığını söyleyebiliriz.
İster sağcı, ister kısmen solcu olsun geçmişteki bütün hükümetler ve koalisyonlar, şu ya da bu ölçüde durumu idare etmiş, dış dayatmalara karşı en azından bazı ilkesel sınırları koruyabilmiş, hatta sağlam çıkışlar yapabilmiştir; mesela Demirel ambargo karşısında Amerikan üslerini kapatabilmiş, Ecevit afyon ekim yasağına en sert tutumla karşı çıkabilmiş, Erbakan millî ekonomiyi savunmuştur.
Bu hükümetlerin iktisadi modelleri de vardı. Demirel dışa bağımlı da olsa ithal ikameci karma ekonomi modelinden sapmamış, Ecevit bir tür İskandinav Sosyalizmi’ni andıran uygulamalar denemiş; hükümetler 5’er yıllık kalkınma planlarının belirlediği hedefleri gözetmiş, kamu kurumlarını muhafaza ve müdafaa etmiş, laik ve bilimsel eğitime açıktan karşı çıkmamışlardır.
Bütün bunların yanı sıra Türk Silahlı Kuvvetleri, Komünizm-Şeriatçılık-Bölücülük üçlüsüne karşı muhafız rolü oynamış, sadece ülke sınırlarını değil Devlet’in ideolojik sınırlarını da korumuştur.
SAPMALAR
Elbette büyük sapmalar da olmuştur. Sağcı, hatta kısmen solcu iktidarlar oy uğruna laiklikten taviz vermişler, feodal güçlerin semirmesine göz yummuşlar, sendikal mücadeleyi zayıflatmak için ellerinden geleni yapmışlar, seçmen desteği uğruna kendi sağlarındaki ve sollarındaki güçlerin aşırılıklarına göz yummuşlardır. Silahlı Kuvvetler, “Komünizm”e karşı verilen mücadeleyi, ülkenin bütünentelektüel birikimini birkaç kez kökünden söküp yok edecek ölçüde şiddetle ve başarıyla tamamlamış; fakat NATO’nun patronu ABD Yeşil Kuşak Projesi’ni ve bölünmüş Türkiye haritalarını ortaya çıkarınca fena hâlde bocalamış, bağımsız bir “doktrin” geliştirmeyi başaramamış ve emperyalizmin ülkeyi bölme ve iktidarı “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı”na teslim etme girişimi karşısında varlık gösteremeyerek ağır kayıplara uğramış, hatta kendi “komuta birliği”ni bile muhafaza ve müdafaa edememiştir.
KIRILMALAR VE HEYELÂN
Bu uzun süreçte ve sürecin sonunda iki âni kırılma ve 16 yıl süren bir heyelân yaşanmıştır. Birinci kırılma, Özal reformunu tamamlayan Derviş reformudur. Bugün “bağımsızlık elden gitti”, “halk üretimden koptu” diye ağlaşan o dönemin bakanları, devlet adamları, hatta sosyal demokratları Derviş’in esrarengiz biçimde gelip yürütme gücünü ele geçirerek yaptığı uygulamaları ağızları bir karış açık seyretmişler, hayretler içinde kalmışlardır. İkinci âni kırılma, 15 Temmuz darbe girişimidir. Devlet aygıtının sivil ve askerî kurumlarıyla birlikte içten içe nasıl çürüdüğünü ortaya koymuş, kuvvetler ayırımına dayanan 55 yıllık parlamenter sistemin hiçbir kamu denetimi kabul etmeyen bir başkanlık rejimine dönüşmesi için gerekli koşulları hazırlamıştır.
On altı yıl süren heyelân ise Cumhuriyet’in bütün kazanımlarını beraberinde götürmüştür. Bambaşka bir rejim, hiçbir Devlet mekanizmasıyla denetlenmeyen bir tek parti yönetimi, bir tür Reislik sistemi ortaya çıkmıştır. Bu rejimde, bağımsız sendikalar, bağımsız medya, tarafsız hukuk, özerk üniversite yoktur. Tam bir ideolojik hegemonya ve keyfî yönetim vardır. Parlamento benzeri yapıda Cumhuriyet Devrimi Kanunlarının 8 maddesini kuvvetle savunan ve kendi varlığını bu kanunlarla tevhit eden tek bir siyasî parti kalmamıştır. AKP dışında kalan siyasî toplum yeni rejimin çerçevesi içinde meşru bir konum edinmeye çalışan düşman gruplara bölünmüştür.
KARAGÖZ İLE HACİVAT
Fakat öte yanda, bütün belirtiler (iktisadi, konjonktürel vs.) AKP iktidarının üç vakte kadar sona ereceğini göstermektedir. Merkezin dağılması ve hiçbir partinin merkezi toplayamaması, iktisadi ve sosyal politikalarında sadece nüans olan karagöz- hacivat misali, iki partili bir sisteme doğru gidildiğini göstermektedir. Türkiye’ye dayatılan rejim ve siyasî sistem son tahlilde federatif bir ılımlı İslam cumhuriyetini hedeflemektedir. Bu süreçte Türkiye, farklı anayasalarla yönetilen bölgelere hatta kentlere bölünerek zamanla Yugoslavya gibi parçalanabilir; ya da ulusal birliğini sağlayarak, özelleştirilen her şeyi kamulaştırarak bir toplumsal kalkınma seferberliği içinde tam bağımsız ve demokratik bir ülkeye dönüşebilir.
Fakat yazının başındaki yargı değişmez: direnecek moral güce, iradeye ve sağlam kurumlara, sağcısıyla solcusuyla geleceği görme kabiliyetine sahip değilmişiz.