Değişen savaşlar, değişmesi gereken anlayışlar
Mete Han’ın savaş denince aklına gelenlerle Fatih Sultan Mehmet’in savaştan anladığı şeyler muhtemelen çok büyük farklar içermiyordu. Teknolojik olarak elbette Fatih’in ordusu çok daha güçlüydü ama savaş demek; muharebe sahası, kan, gözyaşı, kılıç şakırtısı, at kişnemesi, toz-toprak, cesaret, fedakârlık vs. demekti.
Ancak geçen zaman içinde savaş kavramı dramatik bir değişim gösterdi. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri; Yemen’de, Afganistan’da, Pakistan’da “terörle savaştığını” iddia ederken ve yüzlerce kişiyi öldürürken muharebe sahası ortadan kalkıyor zira hedef Yemen’de ama operasyon merkezi Yemen’den on binlerce kilometre uzakta bir askeri üste ya da bir savaş gemisinde. Bombalar bir yerlere yağıyor, insanlar ölüyor ama bombayı ateşleyen sadece ekranında beliren parlamayı görebiliyor. Bu anlamda savaşın ne sesi oluyor, ne de kanı. Bir bilgisayar oyunu gibi işliyor yeni savaş düzeni. Joystickler, renkli ekranlar, gözlükler, kulaklıklar eski model silahların yerini alıyorlar. Belki de hayatı boyunca hiçbir çatışmaya girmemiş bazı askerler uzaktan bastıkları düğmelerle yüzlerce kişinin hayatına mal olan bombaları salıveriyorlar gökyüzünden. Bu anlamda savaşın vazgeçilmezi gibi görünen cesaret ve fedakârlık da ortadan kalkıyor. Muhtemelen bir şehrin en korkak adamlarından biri Nevada çölünün ortasında, sağ elinin altında karton bardakta kahvesini yudumlarken öldürüyor hasımlarını. Mesaisi bitince de elbiselerini çıkarıp, kapıda bekleyen spor arabasına binerek evine gidiyordur. Onu bekleyen karısına ve çocuklarına sarılırken muhtemelen “Günün nasıldı?” sorusuna “Yorucu bir gündü! Kurt gibi açım!” yanıtını verip gülüp oynamaya başlıyorlardır.
Öyle bir değişim ki yaşanan, artık geleceğin askerlerinin “video oyunlarının müdavimleri” arasından seçileceği söyleniyor. Savaş; muharebe sahasından sanal ortama taşınıyor hızla. Gözcülerin, akıncıların, gazilerin yerini uydular, İHA’lar, erken uyarı sistemleri alıyor. Körfez savaşlarında bolca ekrana yansıyan yeşil görüntülerin yerini detaylı, rengârenk, HD görüntüler alıveriyor.
İşte böyle bir hızın yaşandığı, vatan savunmasının kollardan, bacaklardan, kalplerden büyük bir hızla akla, yalnızca akla ve aklın yönettiği teknolojiye aktarıldığı bir dönemde Türkiye’nin hala bazı konuları yanlış noktalardan ele alıyor olması çok acı.
Mesela S400’ler! Türkiye’nin mutlaka sahip olması gereken silahlar. Ancak tek başlarına bir anlam da ifade etmiyorlar. Zira geçtiğimiz günlerde Amerika’nın lazer silahıyla bir hedefi vurabildiğini düşündüğümüzde, Amerikan uçak gemilerinin imkân ve kabiliyetlerini göz önüne aldığımızda sadece S400’lerin alınmasının anlamı yok! Ama S400’lerin ötesini hayal eden mühendislere, o hayalleri hayata geçirecek iradeye çok ihtiyaç var. Örneğin obez insanlar ülkesi olarak görülen Amerika’nın hala dünyanın her yerindeki en zeki çocuklara yüksek lisans ve doktora imkânı sundukları bir gerçek. ABD, adeta dev bir elektrik süpürgesi gibi, nerede parlak bir beyin varsa onu hemen kendi ülkesine ve üniversitelerine çekip, onun aklından
yararlanıyor.
Oysa Türkiye gibi geri kalmış ülkelerde durum tam tersi. Nerdeyse herkes “Bi yolunu bulup kapağı yurtdışına atma!” derdindeyse S400’lerin alınması çok fazla bir şeyi değiştirmiyor. Belki silah parkurunuz genişliyor, kapasiteniz artıyor, sizinle aynı klasmandaki geri kalmış ülkelere karşı özgüveniniz artıyor ama “geri kalmışlığın” sorunları ve sonuçları anlayışınız değişmiyorsa aynı kalıyor. Olay bu yönüyle altyapıya birkaç milyon dolar yatırım yapmayan futbol takımlarının 30’unu aşmış futbolculara onlarca milyon avro para verip, 3-5 forma satınca kendilerini bir şey sanmasına benziyor.
O halde en doğrusu, aynı anda bir şeyleri yapabilmek! S400’leri alırken aynı anda “evrim teorisini” müfredattan çıkarmaya çalışmak değil doğru olan. Bir yandan S400’leri almak, öbür yandan da çağdaş uygarlıkların ötesine geçmek için laik, bilime ve akla dayalı bir düzen kurmak için çalışmak. İşte bütün mesele bu: Değişen savaşların ruhunu anlayıp, anlayışımızı da toptan değiştirmek...