22 Kasım 2024 Cuma
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Türk milliyetçiliğinin devrimci karakteri* (1)

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

Mehmet Ulusoy

* Makale, Kaynak Yayınları’ndan çıkan Türk Devrimi ve Milliyetçilik adlı kitabımın ilgili bölümünün güncelleştirilmiş bir özeti niteliğindedir. Daha etraflı bilgi için dileyen bu kitabı okuyabilir.

Türkiye’nin içinden geçtiği ateş çemberinden kurtuluşa çıkabilmesinde milletimize yol gösteren klavuz ilkelerin en başında Milliyetçilik gelmektedir. Ülkemizin bağımsızlığının ve bütünlüğünün anahtar kavramı olan Milliyetçilik ya da Ulusalcılık, son yıllardaki milli/ulusal iradeyi yansıtan bütün kararlarda ve eylemlerde belirleyici rol oynamaktadır.

Seçimlerde ve en son Referandumda, toplumumuzdaki antiemperyalist milliyetçi-vatansever damar -ilerici ve muhafazakar ayrımı yapmaksızın söylersek- ağırlıklı olarak ne tarafa eğilim göstemişse o taraftaki siyasi güç kazanmıştır. Ancak derin tarihsel kökleri olan ve Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Devrimi birikiminden beslenen, derinlere itilmiş, çarpıtılmış ve kirletilmiş olan potansiyel nitelikteki bu ilke, bugün, kökensel gerçek anlamından uzaklaştırılmış, içeriği bulandırılmış ve belli ölçüde sahteleştirilmiştır. Sezgilerle ve geleneksel reflekslerle yön bulmaya çalışan milletimiz, günün olağanüstü hareketli, değişken ve zikzaklı siyasal sürecinde ciddi yanılgılara düşebilmektedir.

Dolayısıyla milliyetçilik adına düşülen ciddi yanılgılar, hatalar, emperyalizm ve karşıdevrim stratejilerine doğrudan hizmet etmekte, sonuçta toplumsal ve ulusal yıkımlara alet olabilmektedir. Daha da vahimi, milliyetçilik konusundaki yanılgılar ve bulanıklıklar nedeniyle, gerek emperyalist güçler gerekse işbirlikçi egemen sınıflar, milliyetçiliği, içeriğini ve anlamını tamamen çarpıtarak, Türk Devriminin ilkelerine karşı, halka karşı, bağımsızlığa, aydınlanmaya ve laikliğe karşı kullanabilmektedirler.

Demek ki, kabaca ifade edersek, bir geçek milliyetçilik vardır, bir de değişik biçimlerde ortaya çıkan sahte milliyetçilik. Atatürk milliyetçiliği de dediğimiz birincisi, emperyalizme karşı tam bağımsız olmadan, ortaçağın toplumsal, kültürel ilişkileri temizlenmeden, Türk milletinin bağımsız, egemen ve çağdaş bir ulus olmasının mümkün olmadığını savunur. İkincisi ise, emperyalizm ve ortaçağ kurumlarıyla ilişkilerini kopartmayan, onlara karşı kararlı mücadele yürütmeyen; tam bağımsızlığın, aydınlanmanın/akılcılığın ve çağdaşlaşmanın milletleşmede / uluslaşmada tayin edici önemlerini kabul etmeyen sahte bir “milliyetçilik”tir. Türk milliyetçiliğindeki, özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra oluşan ilkelerden sapmanın ve emperyalizmle uzlaşan eğilimlerin, sahteliklerin temizlenmesi, denebilir ki, Türk Devriminin uluslaşma ve çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engelin kaldırılması demektir.

Öncelikle tekrar vurgulamak gerekir ki, Türk Devrimi ile Türk milliyetçiliği özdeştir. Türk Devriminin 1876, 1908, 1920, 1960 büyük uluslaşma ve çağdaşlaşma atılımlarını ve bu atılımların bir sonraki aşamasına miras kalan toplumsal, siyasi, kültürel programını ve hedeflerini bir bütün olarak kavramadan, bugünkü gerçek Türk milliyetçiliğinin içeriğini yeterince anlayamayız. Bunun için, Milliyetçiliğin kökenindeki Türkçü, halkçı, aydınlanmacı ve tam bağımsızlıkçı düşünce, ilke ve programlara kısaca değinmek gerekir.

Neden Türkçülüğün ya da Türk milliyetçiliğinin doğuşundaki kurucu ilkeler bugün için de Milliyetçilik sorunun çözümünde, fikri netleşmede anahtar nitelikte ve hayati önemdedir? Çünkü, AKP iktidarı tarafından sık sık değiştirilmeye kalkışılan Anayasamızın değiştirilemez ilk dört maddesinde de içerildiği gibi bu temel ilkeler, Türkiye Cumhuriyetinin varlık koşullarıdır. Ve küreselci emperyalist saldırıyla bu ilkelerin ve Türk milletinin bağımsızlığı ve bütünlüğünün ortadan kaldırılmak istendiği aşikardır. Her türlü siyasi ve ideolojik farklılığın ötesinde, bütün vatandaşların bileşmek zorunda olduğu ulusal bir dava, bir ulusun varlık-yokluk kavgası vardır ortada.

İkinci olarak, Türk Devrimi, uluslaşma tamamlanmadan ve hedeflerine tam olarak ulaşamadan yarım kalmış olarak, özellikle 1945’lerden sonraki siyasi iktidarlar tarafından amaçlarından saptırıldı, ilkelerinden uzaklaştırıldı. “Soğuk Savaş” döneminde, Atatürkçülüğün Altı Ok programında yer alan anlamıyla Devrimin bütün ilkelerinin, ABD ile işbirliği çerçevesinde ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda içerikleri boşaltıldı, yozlaştırıldı ve tam karşıt amaçlar doğrultusunda kullanıldı. En başta da, doğuşunda bir madalyonun iki yüzü gibi tek bir uluslaşma programının kopmaz parçaları olan Milliyetçilik ve Halkçılık ilkeleri emperyalizm güdümlü, özünde gerçek Türkçülüğe ve Türk milletine karşıt stratejilerin parçası haline getirildi. Özellikle de Milliyetçilik, “Sovyet tehdidi” gibi ABD/CIA merkezli yalanlar da kullanılarakABD’nin “Yeşil Kuşak” projesinin içine yarleştirdi. O nedenle bugün, Türk Milliyetçiliğinin kurucu ilke ve değerlerini, bunların doğuş ve oluşum sürecini bilince çıkartarak, doğru ve sağlam temellerine oturtmak hayati önem taşımaktadır.

Türkçülüğün bağımsızlıkçı, halkçı ve aydınlanmacı kökleri

Türkçülüğün ve Halkçılığın kültürel ve arkasından siyasi bir hareket olarak doğuşunda, 1908 Jöntürk Devrimi’ni başlangıç olarak almak pek yanlış olmaz. 1908’den, Cumhuriyetin gerçek kuruluş tarihi olan 1920’ye kadarki dönem, bütün 20. yüzyılın ve günümüzün siyasi, kültürel yelpazesinin kök hücrelerinin şekillendiği, Türk Devriminin yönünün ve temel ilkelerinin belirlendiği bir dönemdir. Türk milliyetçiliğinin temellerinin atıldığı, devrimci karakterdeki program ve starejisinin belirlendiği bu dönemi iyi bilmek, bir çok sorunun çözümüne de ışık tutacaktır.

1908 Jön Türk Devrimi’yle birlikte Türk milliyetçiliği, önceki elli yıllık kültürel düzeyde belli ölçüde olgunlaşan birikimi de arkasına alarak Türk kimliğini ilk kez açıkça ifade ederek örgütlendi. Bu girişim, aynı zamanda, Osmanlı coğrafyasındaki Türkçülük ve halkçılık hareketine düşünsel örgütsel alandaki öncülük sürecinin de başlangıcıdır. Özellikle 1914’e kadarki dönem, hem milliyetçi halkçı teori ve programın oluşması hem de milliyetçilerin örgütlenmesi açısından en yoğun en verimli dönemdir.

Devrimden hemen sonra Aralık 1908’de Akçura’nın önderliğinde “Türk Derneği” kuruldu. Ayrıca aynı adla yedi sayı çıkan bir dergi yayımladılar. Derneğin kurucuları ve üyeleri arasında Necip Asım, Veled Çelebi, Mehmet Emin (Yurdakul) gibi Türkçülüğün kültür ve dil alanındaki öncülerinin yanında Ahmet Mithat Efendi, Emrullah Efendi, Korkmazoğlu Celal, Akçuraoğlu Yusuf, Akyiğitoğlu Musa, Emrullah Efendi, Ahmet Ferit Tek, Hüseyinzade Ali, Köprülüzade Fuat, Ispartalı Hakkı ve Hüseyin Cahit gibi Türk milliyetçiliğinin önemli isimleri vardır.1

“Derneğin amacı, Türk diye anılan bütün kavimlerin geçmişini ve eserlerini, işlerini, bugünkü durumu ve çevresini öğrenmeye ve öğretmeye çalışmak, yani Türklerin eski eserlerini, tarihini, insanlarını, avam (halk) ve havas (saray) edebiyatını...”2 vb incelemek, araştırmak, böylece Türklük bilincini yükseltmektir.

Uzun ve etkili bir faaliyeti olmasa da derneğin asıl önemi; o güne kadar Osmanlı aydınında egemen düşünce olan ve Osmanlının birliğini böleceği kaygısıyla Türk gerçeğini, Türk kimliğini ifade etmekten kaçınan, hatta Türk’ü küçümseyen, aşağılayan eğilime karşı, “Türk” adını telaffuz eden ve Türklerin birlik ve gelişmesini amaçlayan ilk örgütlenme olmasıdır.

Türk Derneği’ni kuran ve onun etrafında toplanan aydınlar, bir anlamda, Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset”teki öngörülerini paylaşan milliyetçi öncülerdi. 1908 Devrimi’ni gerçekleştiren İttihat ve Terakki’nin etrafındaki büyük Jöntürk aydın kitlesi açısından ise, Müslüman ve Hıristiyan milletlerden oluşan bir “Osmanlı milleti” yaratma (Osmanlıcılık) ya da en azından Arapların ve Arnavutların da dahil olduğu İslam Birliğine dayalı birlik (Panislamizm) hayali henüz tükenmemiştir.

  1. Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketinde Türkçülük ve Halkçılık

Türk milliyetçiliğinin gerek ulusal ve gerekse toplumsal içeriği bakımından büyük bir sıçrama ve derinleşme yaşaması 1910’lardan itibarendir. Bilindiği gibi, her ikisi de 1911’de başlayan; İtalya’nın Trablusgarp’a saldırısı ile gündeme gelen Trablusgarp Savaşı ve Balkan milliyetlerinin Osmanlı’dan kopma ve Osmanlı topraklarını paylaşmaya yönelik gerçekleşen Balkan Savaşları, Türk milliyetçiliğinde büyük bir atılımın da ivmesi yarattı.

Ömer Seyfettin’in 1911 yılında Ali Canip ve Ziya Gökalp’le birlikte, Selanik’te Genç Kalemler dergisinde başlattıkları “Yeni Lisan” hareketi, Jöntürk Devrimi’nin ulusal bir dil yaratma ihtiyacına yanıt veren önemli bir devrimci atılımdı.3 Devrimci fikirlerin halka ulaşmasının yolu, ancak halkın kendi diliyle yazması ve konuşmasından geçiyordu. Dilde sadeleşmek, Türk köylüsünün konuştuğu dille buluşmak, büyük bir devrimci bilinç ve irade gerektiriyordu. Bu bilinç ve iradeyi yaratmak da, kuşkusuz en başta, çağın gerçeklerinin, çağın toplumsal eğilimlerinin, önüne geçilmez ana akımlarının, en önemlisi de çökmekte ve parçalanmakta olan Osmanlı’dan çıkış yolunun doğru bir analizi ile mümkündü.

II. Meşrutiyet’e kadar Türk milliyetçiliği, “avam”a (halka) yönelik, ona kendi dili ve kültürünü hatırlatma ve çağdaşlaşma yönünde aydınlatma amaçlı bir “halkçılık” olarak yürütüldü. Yani Ömer Seyfettin’in deyişiyle, “Halka yüce fikirler, değerler vermek, herhangi bir konuda bilgilendirmek için, ona kendi diliyle hitap edilmelidir” anlayışı rehber alındı. Bu düşünce II. Meşrutiyet’ten sonraki yıllarında yükselerek devam etmekle birlikte, aynı dönemde Türk milleti kimliğine vurguyu öne çıkaran Yusuf Akçura ve Türkçü arkadaşlarınca kurulan Türk Derneği de, programında, Türk dünyasının bütünleştirilmesi için Osmanlı Türkçesinin geliştirilmesi gayret ve çabasını vurguluyordu. Özetle dil üzerinden halkçılığa vurgu yapan Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip’lerin Yeni Lisan hareketi ile Türk milleti kimliğine vurgu yapan Türk Derneği çevresi, halkçı ve milliyetçi tek bir kulvarda birleştiler.

İstanbul’da 1908’de Türk Derneği olarak ortaya çıkan ulusal devrimci dinamik, Osmanlı’nın çağdaş toplumsal düşünce ve kültür merkezi Selanik’te Genç Kalemler dergisi etrafında 1911’de dilde halkçı devrimcilik akımı biçiminde ortaya çıkıyordu.4 Dilde halkçılığı, Türkçeciliği Yeni Lisan olarak savunan Genç Kalemler hareketinin öncülüğünü ve birleştiriciliğini Ali Canip ve Ömer Seyfettin yapmaktadır. Bu sırada Diyarbakır’dan gelerek İttihat ve Terakki’nin merkezi umumisine seçilen Ziya Gökalp de dergi kadrosuna katılır.

Ana kadrosu oluşan ve Ali Canip’in yönetiminde yayınını sürdüren dergi İttihat ve Terakki tarafından da desteklenmektedir. Ali Canip, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’in yanında Kazım Nami (Duru), Akil Koyuncu, Enis Avni (Aka Gündüz), Hakkı Süha, Celal Sahir, Mehmet Ali Tevfik derginin yazarları arasındadır.

Genç Kalemler’de ağırlıklı olarak Türkçenin sadeleştirilmesine ve edebiyat yazılarına yer verilmesine rağmen, birçok makalede dil ve edebiyatın sınırları aşılmış, Türkçülüğün ve milliyetçiliğin birçok temel sorununa değinilmiş, tartışmalar yapılmıştır. Dilin sadece bir edebiyat sorunu değil, aynı zamanda Türklerin hayatı ve siyasi geleceğiyle yakından ilgili olduğu vurgulanmıştır. Diğer birçok makalede çağın devrimler çağı olduğu, yeniliklerin, yeni bir hayatın Türklükle kurulacağı vurgulanmıştır.

Dergide çıkan Ziya Gökalp’in “Turan” adlı şiiri, Osmanlı aydınının bu bunalımlı döneminde Türk gençleri üzerinde derin etkiler yaptı. Ayrıca en önemli makalesi olan “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” adlı yazısında, “Yeni Hayat” siyasi devrimi sosyal bir devrimle tamamlayacak ilkeler bütünü ve eski hayata alternatif model olarak görüyordu.

Ali Canip’e “Geliniz Canip Bey, edebiyatta, dilde bir ihtilal vücuda getirelim” diyen5 Ömer Seyfettin, “edebiyatta, dilde bir ihtilal” derken, aynı zamanda yeni bir aydın tipinin de tanımını yapıyordu: Kendi halkının, Türk milletinin dilini konuşur, onun diliyle yazarken, dil üzerinden taşınan maddi ve manevi kültürün yaratılmasında da her türlü taklitçiliğe, aşırmacılığı karşı çıkan, kendi halkından, ülke gerçeklerinden beslenmeyi esas alan, bunu ülkü edinen bir aydındır. Bu tavrını bütün hikâyelerinde sürdürmüş ve derinleştirmiştir. 11 Nisan 1911’de Genç Kalemler’de yayımlanan bir manifesto (bildiri) niteliğindeki “Yeni Lisan” makalesinin ana fikrini bu ilke oluşturuyordu:

“Şimdi yeni bir hayata, bir uyanış devresine giren Türklere yeni doğal bir dil, kendi dilleri gereklidir. Milli bir edebiyat vücuda getirmek için önce milli bir dil ister. (...) Lafza tapmayalım, eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, duyguya önem verelim. Yazılarımız sade, beyaz, muhteşem, yoğun, ebediyete aday, mermerden abideler olsun. (...) Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lazımdır ve biliniz ki, bu asırda muharebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet intizam ve ilerlemenindir. (...) İlerleme ise, bilimin, fennin, edebiyatın hepimizin arasında yayılmasına bağlıdır. Ve bunları yaymak için önce gerekli olan milli ve genel bir dildir. (...) Zevk ve şehvet, riya ve kişisel çıkarlara layık olan o süslü dili, eski dili, beş asırlık bir mantıksızlığın, bir tuhaflığın doğurduğu dünkülerin dilini terk edelim.”6

Evet dilde, edebiyatta ve sanatta bir devrim gerekiyordu: “Edebiyat, sanat, bir zümre için, birkaç kişinin marazi keyfi için değildir. Sanat, bütün bir milletindir! Onun konuştuğu, kitaplardan öğrenmeden bildiği tabii dille anlatılmalıdır.”7

Balkan trajedisi ve Türkçülüğün tek siyasi seçenek haline gelmesi

1911’de başlayan Trablusgarp Savaşı ve 1912-1913 Balkan Savaşları, arkasından gelen yenilgi ve Türkler ve Müslümanların Balkan coğrafyasını büyük katliam, yıkım, acı ve hayal kırıklıklarıyla terk etmek zorunda kalması, Türkler açısından önemli bir tarihsel kırılmayı oluşturur. Balkan Savaşı’yla birlikte, Anadolu’da yaşayan Ermeniler hariç, bütün Hıristiyan “milletler” ayrılmış; Müslüman “milletler”, Arnavutlar ve Araplar da geri dönüşsüz ayrılma sürecine girmişlerdir. Böylece Balkan Savaşları ile “Osmanlıcılık” akımının bütün temelleri yıkıldığı gibi, Arnavutlar ve Arapların da ayrılma sürecine girmesiyle “İslamcılık” akımının da inandırıcılığı kalmamıştır. Kısacası, Osmanlıyı bir zamanlar dünyanın en büyük imparatorluğu yapan ve övgüyle anılan dinsel hoşgörü kültürünün bir ifadesi olan “İttihad-ı Anasır” (Unsurların Birliği) politikası fiilen iflas etmiştir.

Balkan milliyetlerinin, koruyucuları büyük Batı devletleriyle, Hıristiyan bir Avrupa halinde Türklerin karşısına çıkmaları, Türklük duygusunu Çatalca önlerindeki toplarla beraber uyandırmıştır: “Balkan felaketi Türk toplumuna Türklük idealini aşılamıştır. Fert susmuş, Balkanlılarla toplum (millet) konuşmuştur. (...) Bir genel tehlike karşısında milletlerini kurmakla Türkler ölümden kurtulmuşlardır. Kendi varlıklarını kutsal bir iklim içinde duymuşlardır. Çünkü idealsiz milletin bir cesetten farkı yoktur. Türkçülerin bu tezi, Mütarekenin boğucu havası ve yalnızlığı içinde Müdafai Hukuk Hareketinin Kaynağı olmuştur.”8

Bu gelişmeler, o güne kadar Jöntürklerin kafasında sadece kültürel bir dava düzeyinde kalan Türkçülüğün hızla tek siyasi seçenek olarak ön plana çıkmasına yol açtı. Böylece Mustafa Kemal’in ve Yusuf Akçura’nın 1904’lerdeki öngörüleri tamamen doğrulanmış oluyordu. Artık tek seçenek Türklerin çoğunlukta olduğu Anadolu ve Trakya’da ulusal bir devlet kurmaktır.

Toplumların, ulusların tarihinde büyük felaketler, genellikle büyük devrimci atılımlara da kaynaklık eder. İtalya’nın Trablusgarp’ı işgale kalkması ve Balkan yenilgisi felaketi, Rumeli’nin kaybedilmesi, her ikisinde de Avrupalı devletlerin izlediği emperyalist siyaset; bütün bunlar, Osmanlı aydınında ve halkta iki önemli noktada büyük bir kırılmaya, arkasından uyanışa ve bilinç sıçramasına yol açtı. Birincisi, Batı’nın emperyalist ve ikiyüzlü karakterinin iyice ortaya çıkmasıdır. İkincisi ise, gecikmiş bir karar olarak uluslaşma, bir Türk ulusal devleti kurma yönündeki bilinç ve çabada yaşanan büyük sıçramadır.

Bu büyük sıçramayı, özellikle İttihat ve Terakki’nin siyasetlerinde ve yönelimlerinde de gözlemlemek mümkündür. İttihat ve Terakki çevrelerinde bu dönemde Türkçü söylemler belirgin bir şekilde öne çıkmaktadır. Selanik’in elden çıkması üzerine Genç Kalemler çevresi yazarlarıyla İstanbul’a gelen Gökalp’in, merkezi umumi üyesi sıfatıyla İttihat ve Terakki’nin bu dönemdeki politikalarının belirlenmesinde önemli rolü olmuştur. Bütün bu gelişmeler üzerine İttihat ve Terakki yöneticilerinin, temsili liberal demokrasi ve özgürlükleri artırmak yönündeki çabaları ikinci plana alıp, “devleti kurtarmak”, yani bağımsızlığı ve egemenliği korumak noktasında Türk milliyetçiliğine ağırlık vermeye başladıkları görülmektedir.

Türkleşmek sadece tehlikeler karşısında birleşmek değildir. Türkçülere göre, Türk milletinin vücut bulması, bağımsız egemen bir millet olarak ortaya çıkması, toplumsal bir devrimin gerçekleşmesi, eskinin yeni bir yaşayış tarzıyla değiştirilmesi demektir. Bu, Ziya Gökalp’e göre “Yeni Hayat”tır. Yeni hayatın kurulması demek olan bu devrim çeşitli reformlara dayanmaktadır. Dinde yapılacak reformla öncelikle hukuk ve bilim dinden bağımsızlaşacaktır. Önce din devletten ayrılacaktır. Laiklik ilkesi tesis edilecektir. Sonra devlet teşkilatında Tanzimatçı ikilik ortadan kaldırılacaktır; özellikle eğitimde ve adalette tek bir çağdaş sistem uygulanacaktır. Nihayet devlet demokratik milliyetperverlik ideolojisine dayanacaktır. Devletin vatan birliğine dayanması gerekir. Milliyetçilik Türkçülere göre halkçılıktır. Milli kültürü bulmak için halka inmek gerekir. Deha halktadır…9

Türk Yurdu ve Türk Ocağı: Türkçülüğün ideolojik, örgütsel merkezi

1911-1912 yılları Türkçü derneklerin ve yayınların hızla faaliyete geçtiği yıllardır. İstanbul’a taşınan Genç Kalemler yazarlarının Türk Yurdu çevresine katılması, “Halka Doğru” fikri ve eylemine büyük bir ivme katmıştır. Türkçülük akımının en etkili yayın organı olan Türk Yurdu (1911) ve Halka Doğru dergileri, aynı paraleldeki Türk Ocağı derneği (1912), dönemin bütün devrimci fikir ve faaliyetlerinin merkezidirler. Türkçülüğün öncülerini tanımak açısından Türk Yurdu dergisinin kurucularını ve önemli yazarlarını vermek gerekir. Kurucular: Mehmet Emin Yurdakul, Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali, Dr. Akil Muhtar, Müftüoğlu Ahmet Hikmet’tir. Ayrıca önemli yazarları arasında, TKP’nin kurucularından (15’ler içinde ölen) Ethem Nejat, Fuat Köprülü, Necip Asım, Bursalı Tahir, Celal Sahir, Ömer Seyfettin, Rıza Tevfik, Halide Edip Adıvar, Ayaz İshaki, İspartalı Hakkı ve ünlü Alman Marksisti Parvus vardır.

Türk Ocağı, Türkiye’nin yakın tarihinde, Türk Devrimi’nin önemli bir kilometre taşıdır. İlk kez, Osmanlı’nın kozmopolit kültürüne tepkisel olarak ortaya çıkan milliyetçilik akımının bilinçli, programlı bir harekete dönüşmesi Türk Ocağı’yla gerçekleşti. Türk Ocağı, aşağıdan yukarıya çağın gerçeklerine dayanan bir atılımla üniversite çevrelerinin bir talebi olarak kuruldu. Bir süre sonra ocağın fikirlerini benimseyen İttihat ve Terakki’yle kaynaştı. Daha sonra, Mütareke döneminde İttihat ve Terakki’yle bir tutulan Ocakçılar, takibata uğramış, çalışmaları bir süre durdurulmuşlardır.

1911 yılında, “Türkçü bir ideoloji iktidar partisini sarmaktadır. Merkezi umumi üyesi Ziya Gökalp Bey, Selanik’te Genç Kalemler dergisini yayımlamaktadır. Tanin’de Türkçü başyazılar görülmektedir. Askeri Tıbbiyeliler bu alanda da öncü olmuşlardır. Tanzimatçı ıslahat [reform] ilkesini bir yana iterek, devrimle kalkındırma isteğindedirler. İmparatorluktan çok, Türkleri kurtarmak gerekliliğine, savaş bulutları içinde, inandıklarını belirten yüksek öğretim gençleri, Ziya Gökalpçi bir çizgidedirler. ‘Türk kavminin yaşadığı yıkıma ve yok olma tehlikesine’ karşı bir önceki kuşağın kayıtsızlığını ileri sürerek toplumsal nitelikte bir değişimden yanadırlar; ‘ziraat, ticaret ve sanayi ile kazanılmış toplumsal bir egemenliği kuru bir siyasi egemenliğe tercih’ etmektedirler.”10

Gençlere göre, her türlü fırka ayrılığının tartışmasının üstünde, her türlü siyasal dağdağaların haricinde, yeni bir akım doğmalıdır. Çünkü siyasal partilerin Türkçülüğü, İttihat ve Terakki başta olmak üzere, Osmanlıcılık ve İslamcılık içinde kaybolmaktadır. Bu yeni akım sadece düşünce planında kalamamalıdır, örgütlenmelidir.11

Türk Ocağı’nın kurucusu Askeri Tıbbiyeli gençler, “190 Tıbbiyeli Türk evladı” imzalı mektuplarıyla, Türk milletini yok olmaya götüren duruma karşı çıkmışlar, “milli ve toplumsal bir devrimi gerçekleştirme” özlemlerini dile getirmişlerdir.

Türk Yurdu dergisiyle Türk Ocağı’nın önder kadroları aşağı yukarı aynı kişilerdir. Türk Yurdu, Türk Ocağı’nın bir yayın organı niteliğindeydi. Türk Yurdu, Türk milliyetçiliğinin teorik ve siyasi öncülerinin yayın organıdır, düşünsel ve örgütsel karargâhıdır. Daha sonraki Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim’de öncü roller alıp da Türk Yurdu’nda yazmayan, Türk Ocağı’ndaki tartışmalara, eğitim faaliyetlerine ve örgütsel çalışmalarına katılmayan bir aydın hemen hemen yok gibidir. Kısacası Türk Yurdu ve Türk Ocağı 20. yüzyıl Türk Devrimi’nin ideolojik, siyasi örgütsel karargâhıdır.

Türk Yurdu’nun bir eki niteliğinde 1913 yılında yayımlanmaya başlanan Halka Doğru dergisi halkçılığın en önemli yayın organlarından biridir. 1913 Nisan’ından 1914 Nisan’ına kadar çıkan Halka Doğru dergisinin kapanmasından hemen sonra Türk Yurdu’nun bir başka eki çıkarılıyor. Yine Celal Sahir’in çıkardığı Türk Sözü adındaki bu derginin sloganı “Halka gitmek ve halk için çalışmak!”tır.12

Görüldüğü gibi Türkçü hareketin öncüleri aynı zamanda “halkçılık”ın da Türkiye’deki öncüleriydi. Akçura’nın daha sonra açıklayacağı gibi, “Halka Doğu” hareketinin kökeninde, Türk aydınlarının, “ulusal bilinç ve duyguların yalnızca aydınların ve memurların kafasında yer etmesinin yeterli olmayacağı”, “bu bilincin köylülere kadar ulaştırılması gerektiği” görüşüne varmaları yatıyordu.13 Türk Yurdu’nun, “Halka gitmek, halkı anlamak ve milleti yüceltmek için halkın yüceltilmesi gerektiğini açıklamak için her zaman çaba harcandığı...” açıklaması o dönemdeki milliyetçiliğin halkçılıkla doğal ve zorunlu bağını özlü bir şekilde anlatıyordu.14 Yine Akçura, Halka Doğru dergisinde, “çalışan halk ile halk için çalışanlar” arasındaki yakınlaşmayı vurgularken, “halk” tanımını sağlam bir sınıfsal temele oturtuyordu: “Halktan muradımız köylülükte yaşayan az toprak sahibi ve büsbütün topraksız çiftçiler, sonra şehirlerde küçük esnaf ve gündelikçi işçiler, ırgatlardır.”15

  1. Ziya Gökalp ve “Halka Doğru” Hareketi

Halkçılık, halka gitmek, halkla birleşmek, başka bir ifadesiyle “Köycülük”, “Anadoluculuk” o kadar güçlü bir akımdı ki, dönemin bütün aydınlarını kuşatmış durumdaydı. Türk Yurdu’nun öncülüğünde yürütülen gerçek anlamda bir “Halka Doğru” hareketinin başlangıcı 1913 yılıdır. Aynı yıl yayınlanmaya başlayan Halka Doğru dergisi ve akımıyla ilgili Ziya Gökalp, Tanzimatçı seçkin Osmanlı aydınını eleştirerek şunları yazıyordu:

“Toplumbilim bize gösteriyor ki, deha esasen halktadır. Bir sanatkâr ancak halktaki estetik zevkin görünümü olduğundan dolayı dahi olabilir. Bizde dahi sanatkârların yetişmemesi, sanatkârlarımızın estetik zevklerini halkın canlı müzesinden almamaları dolayısıyladır. Bizde şimdiye kadar halk estetiğine kim değer verdi? Eski Osmanlı seçkinleri, köylüleri eşek Türk diye tahkir ederdi. Anadolu şehirleri de taşralı tabirleriyle alaya alma konusu olurlardı. Ümmi halka verilen unvan avam kelimesinden ibaretti.

“Havas [okumuşlar, bilgililer], yalnız sarayın bendelerinden oluşan Osmanlı seçkinleriydi. Halka değer vermedikleri içindir ki, bugün bu eski seçkinler sınıfının ne lisanı, ne vezinleri, ne edebiyatı, ne musikisi, ne felsefesi, ne ahlakiyatı, ne siyasiyatı, ne iktisadiyatı, hasılı hiçbir şeysi kalmadı. Türk milleti bütün bu şeylere yeniden her birinin elifbasından başlamak zorunda kaldı.”16

  1. Akçura, köycülük ve toprak reformu

Halkçılık, Türkçülerde, dönemin birçok aydınında olduğu gibi romantik, yardımsever bir “demokrat”ın yüzeyselliğinden çok ötededir. Avrupa’daki 19. yüzyıl burjuva demokratik ve ulusal devrimleri ve Sovyet Devrimi’ni çok iyi kavrayan Akçura, toprak devriminin zorunluluğunu da en iyi bilenlerdendir. Şeyh Sait İsyanından birkaç ay sonra, Ekim 1925’te verdiği “Çağdaş Türk Devleti ve Aydınlara Düşen Görev” başlıklı önemli bir konferansta Türkiye’nin ulusal, demokratik, bağımsız çağdaş bir devlet olabilmesi için toplumsal koşulların neler olduğunu belirtiyordu. Akçura bu konuşmasında Türkiye’nin Milli Demokratik Devrimi’nin stratejisini çiziyordu. Ona göre Türkiye’nin çağdaş bir devlet olmasına muhalefet eden sınıflar tasfiye edilmeli ve Batılı emperyalistlere bağımlılığa son verilmeliydi.

Akçura 31 Mart ve Şeyh Sait İsyanlarına değinerek Türkiye’deki bütün gerici hareketlerin kaynağında feodaller ve yobazların ittifakı olduğunu vurguluyordu. İrticai eylemlere destek sağlayan feodal büyük toprak sahipliğini tasfiye etmek amacıyla köklü bir tarım reformu yapılmasını öneriyordu. Bu reformla büyük toprak mülkiyeti ortadan kaldırılacak, kişisel bağımlılık ilişkilerine son verilecekti. Böylece talepleri karşılanmış olan köylülük, çağdaş devletin bir dayanağı haline gelecek; bu da kent burjuvazisine, ulusal burjuvaziye iktidarı başka hiçbir güçle paylaşmak zorunda kalmaksızın devleti yönetme olanağı sağlayacaktı. Yani bir yanda emperyalizm ve toprak ağalığı ve “yobazlık”ın bulunduğu gericilik, diğer yanda milli tüccar ve sanayicilerden oluşan milli burjuvazi ve köylülüğün oluşturduğu devrimci güçler.17

Ziya Gökalp, Kurtuluş Savaşı yıllarına geldiğinde, önderlerinden olduğu İttihat ve Terakki’nin hatalarından da ders çıkararak, siyasi bakımdan Turancı hayallerden uzaklaşıp Anadolu’yla sınırlı bir Türk devletinde ikna olmuş durumdadır ve çok daha devrimci bir programı savunmaya başlamıştır. “Halkçılık dönemi, toplumların siyasal gelişmelerinde ulaştıkları en son ve en yüksek aşamadır” demekte ve toplumun üç çeşit nimetinden herkesin aynı ölçüde yararlandırılmasını istemektedir.

Bunların ilki, eşit siyasal haklardır.

İkincisi, eşit eğitim ve kültür olanaklarıdır.

Üçüncüsü ise, üretim araçları mülkiyetindeki eşitliktir.

Ziya Gökalp bu üçüncü ilkeyi şöyle açıklamaktadır: “Üçüncüsü ekonomik araçlar ve tekniklerdir. Bu araçlarla tekniklere sahip olanlar, büyük servetleri kazanabilirler. İşte dünyaya gelen bütün insan yavruları, toplum tarafından bu üç bölüm toplumsal kuvvetlerle eşit ölçüde donatılmalıdırlar. Bir sınıfa bunlardan bazısını verip de, ötekilere vermemek toplumsal uyumu bozar.”

Toprak reformundan yana olan Ziya Gökalp, bu alanda eşitliğe büyük önem vermekte ve ekonomik eşitlik sağlanmadıkça, siyasal eşitliğin lafta kalacağını belirtmektedir:

“Örneğin bütün köylüler gibi bir karış tarlası bile olmayan yarıcı ve rençperlere, köylülere de Milli Meclis’e seçmek ve seçilmek gibi siyasal egemenlik haklarını vermişiz. Oysa tarlaları olmayan bu zavallılar bir köy ağasının tutsağıdır. Bazı yerlerde bunlar, evlerini bulundukları köyden başka köye taşımak hakkından bile yoksundurlar. Çünkü köy ağası onları bitmez tükenmez bir borç ile sonu gelmez biçimde kendi köyüne bağlamıştır. Ekonomik bakımdan herhangi bir bireyin tutsağı olan bu yüz binlerce köylünün siyasal planda egemenlik haklarına sahip olmasından ne çıkar.”18

  1. Türkçülük ve devletçilik

Prens Sebahattin’in İngilizci-darbeci liberalizmiyle 1902’de yolların ayrıldığı bin dokuz yüzlerin başından itibaren Türkçüler için emperyalizm aynı zamanda liberalizm demekti. İttihatçıların değişmez maliye bakanı olarak görülen Cavit Bey’in liberal ekonomik siyasetinin de iflas etmesiyle İttihat Terakki ve Türkçülerde, “Milli İktisat” deneyiminden başlayarak, Sovyet Devrimi’nin de etkisiyle devletçilik fikri adım adım netleşmiştir.

Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar “Milli İktisat”ı savunan, milli bir burjuva sınıfı yaratmayı hedefleyen Türkçüler ve İttihatçılar, bağımsız bir ekonomi konusunda kafaları net olmakla birlikte, devletçiliğin zorunluluğunu biraz gecikmeli olarak, özellikle savaş yılları içinde adım adım kavramışlar ve uygulamaya çalışmışlardır. Nitekim Akçura, I. Dünya Savaşı’ndan sonra “Milli İktisat” siyasetinde vurgulanan milli bir burjuvazi yaratma hedefinin de yeterli olmadığını görmüş ve devletçilik fikrine varmıştır. 1919’larda aynı zamanda kurucusu olduğu ve daha önceki Milli Meşrutiyet Fırkası’nın devamı olan Milli Türk Fırkası’nın yayın organı İfham gazetesindeki bir seçim propagandası yazısında şöyle deniyordu:

“Ekonomide ve sosyolojide, o [Akçura], halkçılık ve devletçilik ilkelerinin Türklerin hissiyatına, geleneklerine, bugünkü ve gelecekteki çıkarlarına en uygun ilkeler olduğuna inanıyor.”19

  1. Türkçülük ve antiemperyalizm

Bütün Türkleri tek bir antiemperyalist cephede birleştirme perspektifi Akçura’nın tahlillerinde ve çeşitli yazılarında çok açıktır. Akçura’nın, özellikle “Üç Tarzı Siyaset”te de görüldüğü gibi bütün çabası, Türklerin bağımsız bir devlet olarak varlığını ortadan kaldırmayı hedefleyen Batı emperyalizmine karşı geniş Türklük alemini tek bir cephede birleştirmektir. Avrupa’nın hâkimiyetini, Türklerin Anadolu’dan sürülerek ve dağıtılarak devletsiz kalmasını başka türlü önlemek zor görünüyordu. Akçura, emperyalizmin ve ezen ve ezilen dünya ayrımının son derece bilimsel, gerçekçi bir analizini yapıyor, her koşulda emperyalizmi birincil hedef alan doğru bir strateji çiziyordu.

Bolşevizm’in, köylülüğü ve ezilen ulusları kucaklayan devrimci siyasetleri, başta Akçura olmak üzere bütün Tatar, Azeri vb kökenli devrimci Türkçülerin fikirlerini ve eylemlerini temelden etkilemiştir. Emperyalizmin ve sömürgeciliğin gerici siyasetleri ve taktikleri her yerde aynıydı. Çarlık iktidarı devrimcilere, yani Bolşeviklere ve Türkçülere (Ceditçilere) karşı Müslüman dinci muhafazakârlarla (gelenekçiler) işbirliği yapıyor, bunun için dinci faaliyetlere izin veriyor, ama ulusalcı halkçı faaliyetleri yasaklıyordu. Türkçüler de doğal olarak Bolşeviklerle işbirliği yapıyorlar, devrimci faaliyetlerinde onlardan destek alıyorlar, onların fikirlerinden besleniyorlardı.

Son derece öğretici bu saflaşma geçici bir saflaşma değildi, çağın temel bir saflaşmasıydı ve doğaldı. Ekim Devrimi’nde, içsavaş döneminde ve büyük ölçüde daha sonra da devam etmiştir. Bolşeviklerle Türkçülerin ittifakı Anadolu Devrimi’nde ve 1940’lara kadar Cumhuriyet Devrimi’nde Mustafa Kemal önderliğinde sürdürülen hayati önemde tarihi bir ittifaktı.

Türkçüler, dinsel çatışmadan kaynaklanan kaba, Hıristiyan düşmanı, Batı karşıtlığı biçiminde bir antiemperyalizmi savunmuyorlardı. Batı’nın Aydınlanmacı ilerici yanını gerici yanından ayıran bir antiemperyalist bilinç düzeyine sahiptiler. Gökalp, 1922 yılında yazdığı “Garp Meselesi” başlıklı makalesinde bu ayrımı, “Siyasi Garp meselesi, medeni Garp meselesi” biçiminde yapıyor ve şöyle devam ediyordu:

“Avrupalılara karşı aldanmamızın başlıca sebebi, medeni Avrupa ile siyasi Avrupa’yı birbirine karıştırmamızdır. Avrupa’nın birçok yüksek zekâlı alimleri, yüksek ruhlu şairleri, yüksek idealli filozofları var. (...) Bunlar bize ‘doğru, güzel, iyi’ ideallerinin en mükemmel örneklerini gösterirler. (...) Bu yükselmiş insanlar bize medeni Avrupa’yı gösterirler. Bizim başlıca hatamız Avrupa’nın siyasilerini, diplomatlarını, tüccarlarını da bu fikir kahramanlarına benzetmemizdir. (...) O halde, medeni Avrupa’ya karşı duyduğumuz saygı ve güven hislerini, asla siyasi Avrupa’ya karşı duymamalıyız.”20

Türkçülerin devrimci (halkçı ve antiemperyalist) niteliğini Akçura’nın 1919’da İstanbul Türk Ocağı’ndaki konuşması çok güzel ve etraflı açıklamaktadır:

  1. “(...) Bizde Türkçülük akımının git gide iki kola ayrıldığını iddia etmek istiyorum. Bu iki akımı şimdi moda olan tabirlerle tarif etmek istersek, birisine ‘demokratik Türkçülük’, diğerine ‘emperyalist Türkçülük’ diyebiliriz. Demokratik Türkçülük, milliyet esasını, her millet için bir hak olarak kabul ediyor ve Türkler için talep ettiği bu hakkı, diğer milletlere de aynı derecede hak olarak tanıyordu. Demokratik Türkçülük, ihtimal ki Türklerin çoğunluğu diğer milletlere mahkûm durumda bulunduklarına ve hatta hâkim sayılanlarının bile iktisadi ve kültürel olarak yalnız mağlup değil adeta bağımlı olduklarına ve bu nedenle haklılığa dayanarak kurtuluşun mümkün olacağına inanmaktan kaynaklanmaktaydı... Bundan başka, demokrat Türkçüler, Türkün mevcut birikmiş milli kuvveti, şimdilik kendi kendini yaşatmaya ancak yeter diye düşünüyorlardı; diğer milletleri temsil etmek şöyle dursun, yönetmeye çalışmayı bile, o kuvveti zayıflatmaya neden olacağından zararlı sayıyorlardı. Emperyalist Türkçüler ise, daha çok Avrupa nasyonalistlerine benziyorlardı; herkes için geçerli hakka değil, sırf kendi kuvvetlerini artıran milliyetçiliğe taraftardılar.

  2. “Demokratik milliyetçilik hakka dayanan ve sadece savunma amaçlıdır. Gasp edilen hakkı almaya, gasp edilmek istenen hakkı savunmaya çalışır; emperyalist milliyetçilik ise, saldırgandır, diğerlerinin hukukuna tecavüzü bile onaylayarak kendi milliyetini güçlendirmeye çalışır. Saldırgan milliyetçilik dünyada henüz bitmiş değildir. Fakat zannediyorum ki bu tür milliyetçilik er geç son bulmaya mahkûmdur. Rusların, Avusturyalıların, Almanların başına gelen, bir gün olup diğer emperyalistlerin de başına gelecektir.”21

    1. 20. yüzyılın en önemli ayrımlarından birini oluşturan bu emperyalist ve demokratik (yani antiemperyalist, devrimci) milliyetçilik ayrımı aynı zamanda sınıfsal bir temele de oturuyor. Emperyalist milliyetçilik, yukarıda Gökalp’in Osmanlı emperyalist soyluları ile Türk halkı arasındaki ayrımda vurguladığı gibi, feodal sınıfların ve kapitalistlerin, yani sömürücü sınıfların siyasetidir. Demokratik milliyetçilik ise, başkalarının toprağında hiçbir zaman gözü olmamış ve olmayan mazlum, ezilen halk sınıflarının, yani emekçilerin siyasetidir. Devrimci milliyetçilerin (Türkçülerin) ve Kemalistlerin siyaseti hiç kuşkusuz emekçi halkın siyaseti olan demokratik milliyetçiliktir.

    2. (Devam edecek!...)

1 Ayrıntılı bilgi için bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, c.1, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s.440-441.

2 21 Maddelik Türk Derneği Nizamnamesi ilk olarak Sırat-ı Müstakim, c.1, s.21 (1 Kânunisani 1324-14 Ocak 1909), s.331-332’de yayımlanmıştır. Ayrıca kitapçık olarak da yayımlanmıştır. Türk Derneği Nizamnamesi, Karabet Matbaası, 1324 (1908)’den akt. Sarınay, age, s.105.

3 Bu konuda bkz. Mehmet Ulusoy, “Ulusal edebiyatın ve halkçılığın öncülerinden Ömer Seyfettin, Teori, Eylül 2005, sayı 188; Arda Odabaşı, “Dilde devrimcilik: Genç Kalemler ve Yeni Lisan hareketi”, Teori, Ekim 2003. sayı 165.

4 O sırada Manastır’da yayımlanmakta olan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi Akil Koyuncu’nun önerisi ile Genç Kalemler olarak değiştirilerek, imtiyaz sahipliğine İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumi’sinde kâtip olan Nesimi Sarım getirilir. Böylece Genç Kalemler dergisinin küçük boydaki birinci serisinin yayını başlar. Geniş bilgi için bkz. Tahir Alangu, Ömer Seyfettin Ülkücü Bir Yazarın Romanı, May Yayınları, İstanbul, 1968, s.156-158; Arda Odabaşı, “Dilde Devrimcilik ve Yeni Lisan Hareketi”, Teori, Ekim 2003, sayı 165, s.35.

5 Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin 1884-1920, s.11’den akt. N. H. Polat, age, s.41-42.

6 “Yeni Lisan”, Bütün Eserleri, Makaleler 1, Dergâh Yayınları.

7 Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri 4: Harem, Bilgi Yayınevi, s.118 (“Fon Sadriştayn’ın Oğlu” hikâyesi).

8 T. Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları / Siyaset Bilimi Dizisi, İstanbul, 1999, s.109.

9 T. Zafer Tunaya, age, s.109-110.

10 T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, c.1, İletişim Yayınları, İstanbul,, 1998, s.459.

11 T. Zafer Tunaya, age.

12 Jacop M. Landau, Pantürkizm, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1999, s.51.

13 “Reşit Galip’le ilgili açıklama”, Çığır, 1934; 12-13’ten akt. Georgeon, age, s.108-109.

14 “Halka Doğru Cemiyeti”, T.Y., XIII/9,1918’den akt. Georgeon, age, s.109.

15 Yusuf Akçura, “Halka”, Halka Doğru, yıl 1, no. 22, Eylül 1913, s.169’dan akt. Füsun Üstel, Türk Ocakları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s.112.

16 Ziya Gökalp, “Halka Doğru”, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları 1977, s.41.

17 Bkz. Türk Yurdu, c.10. Ayrıca Teori dergisinin bu sayısında aynı yazının tamamı yer alıyor.

18 Ziya Gökalp, Yeni Türkiye’nin Hedefleri, 1956, s.46-51’den akt. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 2. kitap, İstanbul Matbaası, 1974, s.465-466.

19 İfham, 10 Aralık 1919’dan akt. Georgeon, age, s.130.

20 Ziya Gökalp, Terbiye’nin Sosyal ve Kültürel Temelleri-1, MEB Yayınları, 1997, s.253.

21 Yusuf Akçura, “Cihan Harbi’nde İştirakimiz ve istikbalimiz”, Siyaset ve İktisat, s.15-18’den akt. Georgeon, age, s.173-174.