23 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Hakikat

Yavuz Alogan

Yavuz Alogan

Eski Yazar

A+ A-

ABD’nin Türkiye’nin iç politikasını yönlendirme gücü ve cüreti karşısında şaşırmamak elde değil. Elbette bunun uzun bir tarihi geçmişi var: Demokrat Parti iktidarıyla başlıyor, 27 Mayıs sonrasında, 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de yurtsever subayların, bağımsızlıkçı devrimcilerin tasfiyesiyle devam ediyor; ardından, Özal’ın 24 Ocak kararlarıyla zemini hazırlaması ve Demirel’in partisini Tansu Çiller’e teslim etmek zorunda kalması; nihayet, “Ben BOP eşbakanıyım” diyen birinin Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla Türk Ordusu’nun gücünü kırması; derken efendim, fazla iddialı çıkıp sınırları aşan eşbaşkanı darbeyle devirme girişimi.
Ve şimdi… son numara: inişe geçen ve “metal yorgunluğu”na uğrayan siyasi iktidarı şantaj yoluyla hizaya getirerek FETÖ’yle örtük bir uzlaşmaya zorlama, Türk Ordusu’nda kalan son yurtsever subayları ona tasfiye ettirme, ne kadar Kemalist ve ulusalcı varsa hepsini “darbeci” gibi gösterip siyaset alanının dışına sürme operasyonu.
Buna siyaseti “dizayn etmek” deniyor. Eskiden bu işi daha incelikli yöntemlerle yaparlardı. Şimdi bağıra bağıra yapıyorlar. Reis’i istemedikleri, her hareketini kuşkuyla karşıladıkları kesin. AKP’nin kalıntılarını da içine alan muhafazakâr bir işbirlikçi merkez partisi istiyorlar. Onun karşısında “çağdaş” ve işbirlikçi bir CHP, HDP’yi de peşinden çekerek muhalefet rolü oynayacak. Böylece yeni bir siyasi yapı oluşacak. Fakat öncesinde Reis’i ülkede ne kadar Kemalist ve ulusalcı varsa hepsini siyaset alanından tasfiye etmeye zorluyorlar: yeni bir başlangıç için mıntıka temizliği! Bunun için Saray’a muhtemelen şantaj yapıyorlar. Ve elbette en önde duranlara saldırarak kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar.
Michael Rubin geçen cumartesi günü iki tivit attı: “Eğer Perinçekgiller emekli edilirse, Perinçek darbe sırasında SADAT’ın işlediği cinayetleri ifşa eder mi?” ve “Erdoğan, Perinçek’i kandırdı mı? Eğer Perinçek’in ordu içindeki elemanları 30 Ağustos’ta atılırsa, Erdoğan kazanabilir.”
Cephenin genişliğine ve hızına bakınca insan şaşırıyor. Bir ülkenin medyası nasıl bu kadar kolay bükülebiliyor, kamuoyu denilen şey nasıl bu kadar gevşek ve oynak olabiliyor? ABD’nin verdiği 830 tır dolusu silahı sindirmekte olan PKK’nin savaş ağası Mustafa Karasu ile “milliyetçi” Yavuz Selim Demirağ’ı, CHP’nin işbirlikçi şemsiyesinin altına sığınan soytarılaşmış “sosyalistler” ile Michael Rubin’i, “Perinçek yanlısı askerler ile Erdoğan’ın İslamcı ordusu yakında çatışmaya başlayabilir” diyen Foreign Policy (15.07.17) ile Türkiye ve Yeni Şafak gazetelerini aynı hedefte (asker ve sivil Kemalistler) birleştiren bu yönlendirmeyi nasıl yapıyorlar acaba? Ülkeyi CIA ve onun yerli ortaklarından arındırmanın bir yolu yöntemi yok mudur?
Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil, 1975’te bir gazeteciye mülakat verirken “CIA gelmiş, altımı oymuş” diyerek Türkiye’deki siyaset zümresinin kırılganlığını ortaya koymuştu. O sırada kendisi Cumhurbaşkanlığı’na vekâlet ediyordu. Emperyalistlerin şantajına maruz kalmasına yol açacak rüşvet, yolsuzluk ve karanlık işlere bulaşmamış sağcı bir politikacıydı. Reis’in ani bir çıkışla “Behey, CIA! He heyyt iftiracı alçaklar!” diye kükremesini bekleyebilir miyiz? Hiç sanmıyorum. Oyun içinde kendi oyununu kurmaya çalışır.
Émile Zola göklerden inip bu kez Türkiye için bir “Hakikat” romanı yazmaya çalışsaydı, çok şaşırırdı. 19. asırda Yüzbaşı Alfred Dreyfus’a karşı linç psikolojisine kapılan kamuoyu, “Hakikat”le yüzleştikçe vicdanların yükselen sesine kulak vermişti. Oysa emperyalizm şu sıralarda Türkiye’de öyle şaşırtmacalar yapıp, öyle büyük bir gürültü çıkarıyor ki vicdanın sesini duymak neredeyse imkânsız. Zavallı Émile Zola vicdanın sesini bastıran sosyal medya ve gazeteleri görünce kim bilir ne kadar şaşırırdı… Zaten kulakları da ağır işitirdi.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları
HDP sorunu 24 Ağustos 2019
Müşterek harekât 17 Ağustos 2019
Yeni bir dünya 06 Ağustos 2019
Üretim devrimi 03 Ağustos 2019
Demokrasi sorunu 30 Temmuz 2019