23 Aralık 2024 Pazartesi
İstanbul 11°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

2020’de Türkiye ekonomisi

Ersin Dedekoca

Ersin Dedekoca

Eski Yazar

A+ A-

Son zamanda Ankara ekonomi yönetimi (nedense ısrarla İstanbul’a taşımak isteniyor), bir taraftan 2017 referandumu ve 2018 seçimleri öncesinde görülenlere benzer çeşitli kararlar almakta, diğer yandan da bu kararların alınacağı yeni dönemeçler yaklaşmaktadır.

Ülke ekonomisinin genel durumuna baktığımızda, bir yandan yönetimin “tatlandırılmış müjde ve iyimser yorumları”, “faiz dışı yıllık dengede” 131 milyar TL ile “yeni bir rekor” kırılmış olduğu; diğer yandan Türkiye’nin orta vadede büyüme potansiyeline etkide bulunacak etmenlerden “gayrisafi sabit sermaye oluşumundaki gerileme” ya da “ihracatın büyümeye olan katkısının 2019 yılı 3. çeyreği için negatif” çıkması olguları eşzamanlı olarak yaşanmaktadır. Diğer yandan bu olguların, ekonomi yönetiminin “kapsamlı dönüşüm hikâyesini” örselediği izlenmektedir.

Bu yazımızda, Türkiye ekonomisinin 2019 yılının topluca bir değerlendirilmesinden sonra, 2020 yılı için bir “öngörü demeti” sunmaya çalışacağız.

I. 2019: KÖTÜYE GİDİŞİ FRENLENMİŞ BİR YIL

GSYH BÜYÜMESİ VE BÜYÜMEYE KATKILAR

2 Aralık’ta açıklanan 2019 yılı 3. çeyrek büyüme verilerine göre bu dönemde, bir önceki yılın aynı dönemine göre ulusal gelir yüzde 0,9 oranında arttı.

Ekonomik daralma 2018’in ikinci çeyreğinde başlamıştı. Hem GSYH’ın hem de “özel tüketim”in 2019’un ilk çeyreğinden itibaren toparlandığı gözlenmektedir. Diğer yandan “kamu tüketimi” ve “ihracat”, aynı dönemde büyümeye hep olumlu katkı vermişlerdir. Yatırım tarafında ise henüz bir iyileşme izlenmediği gibi, “özel yatırım harcamaları” daha şiddetli azalmıştır.

Bu bağlamda gözlenen olgu, “büyüme modelinde” çok dikkat çekici bir “dönüşüm” olduğudur. Net ihracattan özel tüketime yönelişle belirginleştiren bir 3. çeyrek büyümesiyle karşılaştık. 2018 ikinci çeyreğinden başlayıp, 2019 ikinci çeyreğine dek korunan pozitif katkılı net ihracat; 2019 üçüncü çeyreğinde negatife dönmüş oldu.

MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇESİNDEKİ GEVŞEME VE AÇIK ARTIŞI

Bu arada büyümeye en net ve kesintisiz desteğini sürdüren tek katkının “kamu harcamalarından” geldiğini görmekteyiz. Bir diğer ifadeyle devlet, harcamasını artırmayı sürdürmektedir. “Hükümet harcamalarının” büyümeye en belirgin destek veren kalemlerden biri olması gerçeğine karşın bütçenin, “denetimden uzak” bir kara delik halini almasından duyulan endişeler de giderek belirginlik kazanmaktadır.

Sonuçta sıkıntı devam etmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde, yeni bir şok yaşanmazsa “pozitif büyüme rakamlarının görüleceği durgunlaşmanın” deneyimlendiği söylenebilir.

Bir yandan da devlet harcamaya devam etmekte, TCMB’nın 12 Aralık’ta devam ettirdiği “faiz düşüşleri” ve devlet bankaları öncülüğünde “kredi genişlemesi” görülüyor. Bu anlamda mesafe kat edilmiş denilebilir. Ancak ekonomi yönetiminin atılım olarak sunmaya çalıştığı olgunun aslında “durgunlaşma”, daha yumuşak bir ifadeyle “zayıf toparlanma” olduğunu söyleyebiliriz.

SERMAYE GİRİŞİNDEKİ İŞTAHSIZLIK

Ekonomi yönetiminin karşı karşıya bulunduğu en önemli sıkıntının, devletin benzer bir harcama temposunu devamlı olarak sürdüremeyeceği ve hane halkının 2010-11’dekine benzer “tüketim iştahı sergileyemeyebileceği” gibi gerçekler nedeniyle, “sermaye girişleri” karşısında yaşayacağını söyleyebiliriz.

10 Aralık’ta açıklanan ödemeler dengesi verileri, toplam sermaye girişinin henüz istenen seviyeye gelmediğini; önce “çöken”, şimdi “durgunlaşan ekonomide” “finansman ihtiyacının azalması” gerçeği karşısında “TL’nın değer kaybının sınırlı kaldığı” çıkarımını yapmamıza izin vermektedir. Bu bağlamda, Ekim Ayı’nda “1.550 milyon $ cari fazla” gerçekleşmiştir.

Finansman açığının giderilmesi konusunda ülkede öne çıkan husus, gerçekleşen ”toplam sermaye girişinin seyri” olmaktadır. Aşağıda, yurtiçi yerleşiklerin ve yabancıların Türkiye’ye doğrudan yatırım, portföy yatırımı ve krediler aracılığıyla getirdikleri toplam döviz ve kaynağı bilinmeyen sermaye girişlerinin (net hata-noksan) toplamı olarak aylık sermaye girişleri (milyon $) gösterilmektedir.

2020’de Türkiye ekonomisi - Resim : 1

Kaynak: TCMB

Yukardaki grafik, kriz sırasındaki sermaye girişinin, durumu idare edecek seviyede seviyede ve durgunlaşma sırasında zaten sınırlı olan finansman ihtiyacını karşılayacak kadar olduğunu göstermektedir.

II. 2020: BELİRSİZLİKLER YILI

ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

ABD-Türkiye ilişkileri yönünden temel risk, yaptırımlar ve Halk Bankası konusundan öte, 2020 Kasım Ayı’nda yapılacak ABD seçimlerinde “Demokrat Parti kökenli bir başkanın seçilmesi” olarak durmaktadır.

Bilindiği gibi Demokrat Parti içinde başkan adaylığı yarışı hızla sürmektedir. Bu yarışta en şanslı aday olan Joe Biden’ın Türkiye hakkındaki görüşleri oldukça katı olup, ikinci sıradaki Bernie Sanders’ın görüşleri daha da uç noktadadır. Sonuç olarak ABD yasama ve yargı sistemi ile idari tarafta OFAC gibi kurumların Türkiye aleyhine atacağı adımlar, Türkiye’ye yatırım yapan kurumların risk algısını arttırabilecektir.

AB İLE OLAN İLİŞKİLER SERİN VE DENGELİ

AB ile olan ilişkilerin de pek sıcak seyretmediğini söyleyebiliriz. Bilindiği gibi AB ile Türkiye arasındaki anlaşmazlıklar oldukça çeşitli: Suriyeli göçmenler, Suriye’nin iç savaş sonrası statüsü, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz kıta sahanlığı, Ege sorunu, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerinden uzaklaşmış olması, vs. Bu listeye ek olarak Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması ve NATO’nun Doğu Avrupa ve Baltık Ülkelerini savunulması konusundaki adımları yavaşlatması, eskiden beri Türkiye’ye daha sıcak bakan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin daha mesafeli duruşlarına yol açmıştır.

AB’nin en önemli güç ekseni olan Almanya ve Fransa’nın Türkiye’de önemli yatırımları ve çıkarlarının mevcudiyeti, Türkiye’nin AB ile ilişkisi serin bir şekilde ve dengede sürmesine yardımcı olacaktır.

Keza. Avrupa bankaları ve sigorta kurumları ile kurumsal yatırımcılarının Türkiye riskini alma konusunda temkinli duruşlarını sürdüreceklerini kolayca öngörebiliriz.

REEL SEKTÖRÜN ARTAN SORUNLARI

Krizin reel sektör üzerindeki sistematik zararları sadece enerji, perakende, inşaat gibi çok bilinen sektörlerle sınırlanmış değil, tüm sektörlere dağılmış durumdadır. Gelişmiş ülkelerde “yapıcı yıkımın işlemesini” kolaylaştıran hukuki ve ticari prensipler ekonominin temelleri içinde yer alır. Amerikan ekonomisinin 1929,1971 ve 2008 bunalımlarından, diğer ülkelere göre süratli çıkışının en önemli nedeni “yapıcı yıkımın” doğru işlemesini sağlamasında yatmaktadır

Ülkemizde ise, reel sektörde ilerleyen kanser benzeri sıkıntılar; banka bilançolarından, işsizlik oranına kadar ekonominin genelini etkiler hale gelmiştir. Şimdilerde Ankara ekonomi yönetimi, reel sektördeki sorunlu sektör ve kurumların, kamu bankaları başta olmak üzere bankacılık sektörü tarafından yapılandırılarak tedavi edileceğini düşünmektedir. Bu yol ile reel sektörün tedavi edilemeyeceği, sorunların çok kısa süre öteleneceği ve sonrasında daha büyümüş olarak ortaya çıkacağı görüşündeyiz.

2018 ekonomik krizinin sistematik zararının önemli bir bölümü halen reel sektör bilançoları içindedir. Son 18 aydan beri şirketler net borç ödeyicisi olmasına rağmen reel sektör, hem faaliyetlerine oranla “yüksek finansal kaldıraca” sahip oldukları gibi, şirketlerin üzerinde varlık-yükümlülük ve gelir-maliyet anlamında kapatılamaz bir döviz kısa pozisyonu mevcuttur.

Sorunlu kredilerin banka bilançoları dışına çıkarılmamasının ana yükü, bankalar ile reel sektördeki sağlıklı kurumların üzerine binmeye devam etmektedir. “Donuk kredilerin” maliyetleri sağlıklı kredilerin fiyatlarına yansıdığı gibi, söz konusu sorunlu kredilerin ulaştığı boyut toplam kredi arzının artmasını engellemektedir. Rakamlara baktığımızda toplam TL kredilerin son bir yılda yüzde 12, toplam kredilerin ise yüzde 8.3 oranında arttığını görmekteyiz. Keza kullandırılan kredilerin de, zorunlu karşılıklar uygulamasındaki tatlı havuç ve kızılcık sopasını içeren uygulamalara karşın reel anlamda artmadığını da yeri gelmişken belirtmekte yarar görüyoruz.

TL TASARRUFLARA UYGULANAN NEGATİF REEL FAİZ

Ekonomideki başka bir risk de TL faiz hedeflemesindeki “ısrarlı” yaklaşımdır. “Yetersiz tasarruf” oranının geçerli olduğu ülkemizde TL’nın istikrarı, TL tasarruf sahiplerinin net anlamda en az “yüzde 2-3 reel getiriye” ulaşabilmesine bağlıdır. Hali hazırda ölçülen enflasyona göre “TL net getiriler negatife dönmüş” durumdadır.

Halen döviz mevduatının toplam içindeki payının %52 olduğu düşünülürse, TL faizlerde daha fazla indirim, örtülü sermaye kontrollerine rağmen, döviz sepetini yukarıya itebilir ve mevcut “dolarizasyonu” daha da yükseltebilir.

TEDİRGİN EDİCİ DÜZEYDEKİ “KAMU AÇIKLARI”

Hazine nakit gerçekleşmelerine baktığımızda, “kamu nakit dengesinden” iyicene uzaklaşıldığını görmekteyiz. Nakit dengesine yıllar itibariyle baktığımızda 2015, 16, 17, 18, 19(Ocak_Kasım)’da sırasıyla -17 milyar, -38 milyar, -60 milyar, -80 milyar ve -93 milyar TL (TCMB ihtiyat fonundan aktarılan tutar ve tek seferlik birçok kaleme rağmen) olduğunu izlemekteyiz. Bir başka ifadeyle, önü alınamaz bir “hazine nakit açığı eğiliminin” mevcut olduğu görülmektedir.

Bu eğilimin kamu borçluluğuna etkisi çok net izlenmektedir. Son dört yılda hazine borç stoku tam yüzde 86 oranında artmış durumdadır. Üstelik döviz cinsinden yükümlülüklerin toplam hazine borç stoku içindeki payı yüzde 35’ten yüzde 49 düzeyine ulaşmıştır. Henüz Hazine borç stokunun düzeyi 1990’lı yıllardaki sürdürülemez düzeyde değil ama, bu eğilim “tedirgin edici” niteliktedir. 2020 yılında bu eğilimin devam edeceğin öngörülmektedir.

YOLUN SONUNA GELEN “SICAK PARA (CARRY TRADE)

Bilindiği gibi geçmişte, TL’nin döviz sepeti karşısında değerinin istikrar kazanması, “carry trade” dediğimiz sıcak para yatırımcılarına yaratılan çifte getiri fırsatı ile sağlanabilmişti.

Hatırlanacağı gibi Eylül 2018’de $/TL kuru 6.50’yi geçtikten sonra, TCMB geç de olsa 625 baz puan politika faizini arttırmıştı. Bu nokta “carry trade” yatırımcıları için ideal nokta idi. Tam bu noktada Türk tahvillerine yaklaşık yüzde 25 gösterge faizi seviyesi üzerinden giren yabancı yatırımcılar, sonrasındaki 15 ayda müthiş bir döviz cinsinden getiriye ulaştılar. Diğer bir ifadeyle, hem “tahvillerin değer artışından” (faizler ile tahvillerin değeri ters orantılıdır) hem de “kur düşüşünden” öyle bir “bileşik getiri” elde ettiler ki, hiçbir gelişmekte olan pazarda bu getiri fırsatı mevcut değildi.

Yerli yatırımcılar ise, carry trade yatırımcılarının kur yüksekken sattıkları dövizleri aldılar ve 18 ay boyunca inanılmaz bir reel kayba uğradılar. Bu arada sıkışıp da yüzde 25+ düzeylerinden tahvil satanlar, ya da BIST 100 87,000 düzeyinden TL varlık satanlar çifte zarara uğramışlardı.

Ancak TL faiz düşüşü artık son sınırlarına gelip, döviz kuru da yavaş yavaş yukarı doğru kıpırdanmaya başladığı zaman “carry trade” yatırımcıları için masadan kalkma zamanı gelmişti.

YÜZDE 2-3 ORANINDA GSYH BÜYÜMESİNİN ANLAMI

2020 yılında Türkiye’nin yüzde 2-3 arasında büyümesi beklenmektedir. Bu düşük büyüme sayısı bile en az 30-40 milyar $ “cari denge hesabında yıllık açık” olarak karşılığını bulmaktadır.

Ekonominin 2019 yılı ilk 10 ayında 4.8 milyar $ cari fazla vermesi, ekonomi soğurken (durgunluk) cari dengenin pozitife dönmesi beklenen bir sonuçtu. Türkiye son 2 senede ürettiği katma değeri arttıramadığı gibi, rekabet yarışında dünya liginde gerilemiş durumdadır. Büyümenin artması, tüketimin artması anlamına gelir ki, bu da “cari fazlanın eksiye dönmesi” sonucunu getirir.

III. SONUÇ

Ülkemizin 2018 yılından bu yana yaşadığı ekonomik krizin temel nedeni, tüm boyutu ile önümüzde durmaya devam etmektedir. Dünya’nın 20 nci büyük ekonomisi olan Türkiye, World Economic Forum’un 2019 raporuna göre “rekabetçilik endeksinde” 61 nci sıradadır. Keza 670 sayfalık anılan rapor, Türkiye’nin “Endüstri 4.0 devrimini” göreceli olarak nasıl kaçırdığını gözler önüne sermektedir. Buna ulaştıracak yolunun temelinde “kurumsallaşma”, “iş sistemleri”, “nitelikli insan gücü”, “teknoloji” olgularının yattığını söylemek, ek bir açıklama gerektirmeyecektir.

Yukarıda geniş olarak yer verdiğimiz “düşük TL faiz hedeflemesinin” de artık sonuna gelinmiş ve “negatif reel faiz” uygulanır olmuştur. Bundan ötesi de artık olanaklı değildir. Keza düzenli bir şekilde artan “kamu nakit açığının finansmanı” amacıyla ihraç edilecek yeni “devlet tahvilleri” de, faizi ve kuru bu düzeyde tutmayı imkânsız hâle getirecektir.

Ülkedeki mevcut sistem, kuralsızlık, yolsuzluk, kayırmacılık, hukuk sistemindeki yozlaşma, insan hakları ve temel özgürlüklerdeki noksanlıklar, demokratik olmayan uygulamalar ve iç/dış siyasette zirveye varmış olan popülizm; Suriyeli (ve diğer) göçmenler, YİD projelerinin kamu üzerindeki yükü, devletin vergi gelirlerini kamu hizmetine dönüştürmedeki verimsizliği/önceliksizliği gibi konularla da karşılıklı etkilenişim içine girmiş durumdadır.

Yukarıda yazdıklarımızı düzeltecek uygulamaları da, 2020 yılında uygulanacak ekonomi politik için çözüm anahtarları olarak düşünebilirsiniz.