4,54 (109) +1 senesine Yunus’ça girerken
4 milyar ve 500 küsur milyon senenin ardından gelen 2024’e elveda yazısı olacak bugünkü yazımız. Aslına bakarsanız, bu kadar eski bir dünyada, son bir senenin ne kadar önemi olabilir ki? Hani deriz ya, “haritada bir nokta” sayılır bu eskimiş 365 gün de. Aynen daha önce geçen seneler gibi. Arslanların, kaplanların, fillerin ve bilumum diğer canlıların hiçbirinin, bizim bu geçen senelere verdiğimiz önemi vermedikleri bir gerçek. Onlar her gelenin, bir gün gitmek zorunda olduklarını da düşünmemekteler. Aslına bakarsanız, düşünüyor gibi yapsak da mezarlık giriş kapılarının üzerindeki kemerlere bunu kocaman harflerle yazsak da bizler de bu gerçeğin anlamını fazlaca biliyor sayılmayız. Çok büyük çoğunluğumuz, aynen bir tavşanın, ya da bir kedinin yaptığı gibi, bu fani alemde hiç düşünmeden yuvarlanıp gitmenin mutluluğu, ya da mutsuzluğu içinde, günlerimizi doldurmaktayız.
LÜTFEN 100 YILLIK BİR BARIŞ!
Bu bitmek üzere olan 2024 senesi de bu anlamda kendisinden önce gelenlerin kaderini paylaşmış oldu. Hem çok uzun hem de inanılmaz derecede kısacık olan bir sene idi. Yeryüzünde yine siyasi oyunlar ve açgözlülük temelinde kurulmuş olan eski düzenin her köşeye taşıdığı ve hayatı zehirleyen çabaları, geçen 365 günümüzü doldurdu. Zaten bu anlamda, her biri birbirini takip eden fenalıkta olan yıllar devrilip gitmiyor mu ki? İnsanlığın tarihine şöyle yukarılardan bir bakınca, insanı memnun edebilecek rahatlık ve güzellikte bir 100 senenin bile, ardı ardına geldiğini göremiyoruz. Hani meşhur Pax-Romana dedikleri Roma’nın ihtişamlı ve yüzlerce sene süren imparatorluğu dönemi bile, Roma’nın sömürüsü altında, hiç de “Roma Barışı” olamıyordu milyonlarca insan açısından. Bir de Pax-Mongolica dedikleri, Cengiz Han’ın sülalesinin oluşturduğu yüz elli senelik “barış” döneminden bahsederler. Orada da yine milyonlarca insan açısından, barış hiç de gelemiyordu hayatlarına.
Tüm bunları düşününce, felsefi açıdan “tarih tekerrürden ibarettir” sözünü haklı çıkaracak bir varlığı var insanoğlunun bu alemde. Elbette, insan aynı insan olarak kaldıkça ve medeniyet adı altında ortaya koyduğu sistem de çoğunluğun sömürülüp, küçük bir azınlığa kurban edilmesi fikri üzerine kurulunca, hep aynı “fasit daire” içinde dönüp durmakta insanoğlu. Zaman zaman, bu çemberi kırabilenler de olmasına rağmen, insanoğlunun genel olarak rahatlayacağı bir zamana, daha çok uzak olduğumuz gerçeği, biraz karamsarlık olsa da önümüzde durmakta.
ZOR GÜNLERİN İLACI: İNSANIN ASLINA DÖNMEK
Bu tür karmaşa ve karanlık zamanlar, insanlarda yeni arayışlar için gayret uyandırabiliyor. Ama sistemin gücüne bakınca, o yenilmezlik duygusu ile, durumdan kurtuluşu ve zararsız atlatmayı genellikle mistik ve ruhani fikirlerde arıyorlar. Mesela bahsettiğimiz o Pax-Romana ile Pax-Mongolica dönemleri arasındaki yüzyıllarda, Yahudilik’ten Hristiyanlık doğarken, kendi içinde onlarca yorum ile farklı Hristiyan inanç sistemlerine yol açmıştı. Bu karmaşa sürerken de İslam ortaya çıkacak ve boşlukları son süratle dolduracaktı. Batı’nın bu ilk çöküşü ile, Moğolların ortaya çıkışı arasındaki 13. yüzyılda ise, insanlığın hali o derece kötü idi ki, dünyanın her tarafında, mistik ruhani düşünce ve filozoflar, mensup oldukları organize dinin kuralları içinde bile farklı dünya yorumları ile insanlığa çözüm sundular ve kurtarıcı oldular. Bunlara en büyük örnekler Hristiyanlıkta St.Francis de Asisi, İslam’da İbn-i Arabi, Mevlana Celaleddin Rumi, Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli, Hindistan’da Amir Hüsrev; karanlık yüzyılın içinde insanlığa ışıklar saçan büyük şairler, filozoflar olarak milyonlarca insana yol göstermiş oldular.
YUNUS’UN 800 YILLIK REÇETESİ
Ölümün ve zulmün kol gezdiği zamanlarda, Yunus Emre’nin Anadolu insanına şu tavsiyesinin ne denli etki edeceğini kolaylıkla görebiliriz:
“Mana eri bu yolda, mahzun olası değil, Mana duyan gönüller, asla ölesi değil.
Ten fanidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez, Olur ise ten olur, canlar ölesi değil”
Haçlı seferlerinin iki yüz senedir mahvettiği Anadolu’nun, Moğollar tarafından ikinci defa perişan edildiği senelerde, insanımız için verilen öğüttür Yunus’un bu sözleri. Ama yüzyılların da ötesine geçecek bir tavsiye, o günden bu yana her zor zamanda kafası karışık olmayan insanımıza bir rehber olmuştur. Aslında günümüz Türk insanının da Yunus’un bu kadar basit ama derin anlatımından alacağı muazzam dersler vardır. Fakat her nedense, Yunus ve onun insanı ve insan sevgisini esas alan felsefi çözümlemeleri, günümüz Türk toplumunda, sadece şarkı sözleri haline getirilmiş ve içimize bir türlü sindirilememiş bir haldedir. Küresel kapitalizm, son kırk senede gözümüzün içine baka baka, belki de dünyanın “en anti-materyalist” kültürlerinden biri olan tarihi Türk kültürünü, evire çevire dünyanın “en materyalist” kültürlerinden biri haline getirmeyi becerebildi. Hani hep deriz ya “Yunus’un torunlarıyız” diye, tam da bu noktada öyle Yunus torunu filan olmadığımız belli olur hale geldi son zamanlarda. O, bir taraftan “ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez; bu hayat denen hayale aldanan, otlar davara benzer” diye bizi uyarıp dururken, büyük çoğunluğumuz “Rabbena, hep bana” kafası ile, sanki yarınlar hiç olmayacakmış gibi dünya aleminin içinde yüzmekteyiz.
AŞK YOKSA GÜZELLİK OLABİLİR Mİ?
Aşık Veysel’in sanki bir kadına yazmış olduğunu düşünüp, hep yanlış yorumladığımız şiirinde dediği gibi, “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa” satırları, her türlü güzelliğin neden güzel farz edildiği ve zannedildiğinin, en güzel açıklamasıdır. Veysel’in aşk kavramını genelleştirip kullandığı şeklinde yorumladığımız bu sözlerini “Güzel Vatan Türkiye’ye olan aşk” olarak yorumlayıp, yeni yılı kutlamak isteriz:
“Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa,
Eğlenecek yer bulaman, gönlümdeki köşk olmasa”
Memleket sadece koskocaman içi boş bir arsa değildir elbette. Ona duyulan aşkı ve hasreti yaratan yüzlerce yıllık hatıralar, alın terleri, gözyaşları, o toprakta emeği olan milyonlarca atamızın bizlere emanet ettikleri her şeydir. Bunun içine şarkılarımız, türkülerimiz, ağıtlarımız, çorbalarımız, kebaplarımız, masallarımız, halaylarımız ve bilumum kültürel varlıklarımız da dahildir. 2025 senesini, 85 milyonluk Türk milletine böyle bir memleket anlayışı getirmesi dileğiyle kutlarız.