Abartıyı seviyoruz
Son yıllarda basınımız tanınmaz hale geldi. Hepimizin bildiği gibi basının en önemli görevlerinden biri doğru habercilik ve tarafsızlık. Ama öyle mi oluyor. Doğru habercilik yerine haberciliğin spekülasyonu yapılıyor. Genellikle spor basını birilerini göklere çıkartıyor, birilerini de yerin dibine sokuyor. Bir gün Aziz Yıldırım'ın tam sayfa posteri bir gün Ünal Aysal'ın. Şu bizim Fenerbahçeli çiçeği burnunda Salih'e bakın. Bir çok gazetede tam sayfa renkli manşet. Bu haberin spekülasyonu değil de nedir? Tek sütuna girecek haberleri gereksiz abartılarla tepelere çıkartıyorlar. Sanırım Aziz Nesinin Türk halkının yüzde 65'i aptaldır sözünü doğrularcasına. Yabancı spor basınında, özellikle de futbolun vatanı olan İngiltere'de böyle abartılar oluyor mu? Pek zannetmiyorum. Sosyologların ve psikologların, davranış bilimcilerinin bir açıklaması vardır bu konuda herhalde. Ama diyeceksiniz ki almayın okumayın. Bu nasıl olur? İyi, kötü veya abartılı. Evine hiç gazete girmeyenlerin çoğunlukta olduğu memleketimizde belli bir kesim şartlanmışız bir kere. Gazete bağımlısı olmuşuz. Sabahları gazeteyi hacı bekler gibi bekliyoruz. Ama aksayan taraflarını da söylemek boynumuzun borcu olmalı.
Hemen aklıma şöyle bir anı geldi. 1960 yıllarında Demokrat partinin meclis Başkan Vekili Agah Erozan o zamanlar Fenerbahçe Başkanı. Şöyle bir beyanat verir bir gün. ''Ya bu gazeteler ne tuhaf, parlamento 2. Başkanıyım nadiren ismimden bahsediliyor. Ama şimdi Fenerbahçe başkanıyım lavaboya gittiğim zaman bile gazetelere manşet oluyorum'' demişti.
Galiba spor basınında bu abartılı haber anlayışı hiçbir zaman değişmedi ve korkarım değişmeyecek de.
Bir transfer hikayesi
Yıl 1945. İstanbul'un büyük takımlarının as elemanları hepimiz Ankara'da yedek subay okulundayız. Uçan kaleci kaptan Cihat Arman ile birlikte Başbakan Saracoğlu'nun emri ile Tank sınıfına ayrılıyoruz. Sanki Milli takım oluşmuştu yedek subayda. Rakip futbolcu arkadaşlarla zaman zaman beraber olup, eskilerden konuşurduk. Bizim bu konuşmalarımıza, orada tanıdığımız tıknaz yapılı bir genç de katılırdı. Sonra öğrendik ismini Rıza Işıldar. Lakabı da Koç Rıza imiş. Derdi gücü Fenerbahçe takımında oynamak. Fenerbahçe takımına girmek için aylarca Cihatla yanımızdan ayrılmadı. Askere gelmeden önce de Ankara Gençlerbirliği'nde oynuyormuş. Hatta bizim sol bekimiz Ahmet Erol ile (Bego Ahmet) iyi arkadaşmış. Başımızın etini yedi durdu. Saf bir Anadolu çocuğu idi. Transfere yakın günlerde bizi tahrik etmek için "ben başka kulübe gidiyom ha" diyerek müşteri kızıştırıyordu. Sonunda Onu kulüp yöneticileri ile tanıştırmaya karar verdik. Nasılsa para pul istediği yoktu. Zaten istese de yoktu.
İstanbul'a geldiğinde Stadyumda bekar futbolcular için oluşturulmuş odalardan birine yerleştirildi. Olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıal, Fenerbahçe santraforu Suphi Ural (Lawton Suphi) ile aynı odada kalmaya başladılar.
O günlerde bir Macar takımı ile Beşiktaş stadında maç yapacağız. Sağ bek Murat hastalanınca Koç Rıza'ya gün doğuyor. Kadroya alınıyor. Maç günü müthiş bir lodos var. Denizde dalgalar sanki dağa kalkıyor. Avrupa yakasına geçmek çok zor. Koç Rıza acele ediyor bir an önce gitmek için . "Hadi yahu gidelim artık" diyor. Nasıl gidelim lodos izin vermiyor denince Rıza; "ulan kimmiş bu lodos, çekerim bıçağı şimdi o lodosa" diyor. Çünkü hiç İstanbul'a gelmemiş lodosun denizi nasıl etkilediğini bilmiyor, görmemiş. Lodosu maça gitmemize izin vermeyen birisi zannediyor.
Her zaman yapılan, maç öncesi konuşmalardan sonra Rıza'ya haydi aslanım, görelim seni diye sahaya çıkartılıyor. Macar takımının dünya çapında Suza isimli futbolcusu var. Aman Rıza, bu oyuncuyu sıkı takip et diyoruz. Rıza'dan beklenen cevap çok geçmeden geliyor.. 'Suza da kimmiş? Ben Suza Muza tanımam, iflahını keserim' diyor. Ne var ki Suza, Rıza'nın önünden tünelden geçer gibi geçiyor ve golünü atıyor. Maç sonrası Rıza'ya" hani sen Suza'yı tutacaktın?" diyoruz. Saf saf Suza da kim demez mi? Gülmemek mümkün mü bu cevaba? Herkes yerlere yattı gülmekten
İkinci bir transfer hikayesi
Çalıştığım Yapı Kredi Bankası'ndan 1948 Londra Olimpiyatlarına katılabilmek için istifa ettim. Ertesi yıl, 1949 yılında sınava girerek, "Tütüncülük Yüksekokulu"nu kazandım ve öğrenciliğe tekrar döndüm. Bu sırada büyük kızım Gülderen dünyaya gelmişti. Kazancım, okuldan aldığım elli lira burs parası idi. Tam o sırada İstanbulspor yöneticileri, sütkardeşim Müjdat Yetkiner ve bana kancayı takmışlardı. İstanbulspor ile ilişkimizi sağlayan Boncuk Ömer idi. Günlerden bir gün Karaköy'de bir noterde buluşmak üzere randevu verildi. Müjdat ve Boncuk Ömer ile birlikte gittik. İstanbulspor'dan da Ferruh sözleşmeyi hazırlamış olarak geldi. Bize sadece imza atmak düştü ancak, yapamadık. İkimizin de sağ eline sanki felç gelmişti. Atamadık bir türlü imzayı. Ferruh Bey de şaşırdı bu duruma hayretle ve gözleri yaşararak bize bakakaldı. Sonra bize hitaben; "Çocuklar artık siz gelmek isteseniz de ben istemem. Çünkü ben sizin gibi Fenerbahçeli ve formasını bu kadar çok seven insan görmedim. Keşke herkes sizin gibi olabilse" demişti. Bu haber, Fenerbahçe camiasında bomba gibi patlamıştı. Ama hiçbir yönetici, "Siz bu hareketi yaptınız, alın bu para ile ihtiyaçlarınızı görün" demedi.