24 Kasım 2024 Pazar
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

“Abdülhamidçilik” nedir?

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

“Abdülhamidçilik” nedir?

“... kardeşlerim sevilip şımartılırken, bilmediğim bir sebeple babam bana iyi muamele etmezdi.”

“... hocalarım beni azarlarlar, babama şikayet ederdi.”

II. ABDÜLHAMİD[1]

“Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek

Otuz üç yıl bizi korkuttu ‘şeriat’ diyerek!”

MEHMET AKİF[2]

“Herkes Abdülhamid’den ne kadar korkuyorsa, o da kurbanlarının intikamından o derece korkuyordu.”

E.G. RILKE[3]

Başlıktaki sorumuzu iki dönem için ayrı ayrı yanıtlamak gerekir. Birincisi, hükümdar olduğu ve hüküm sürdüğü dönemdeki Abdülhamidçiliktir. Bu, en kestirme tarafından gidersek, çıkarcılıktır, güce karşı teslimiyetçilikçilik ve korkaklıktır. İttifaklar açısından bakıldığında da dış güçlere hizmet edenlerin ortak havuzudur. Geniş bir konudur ve burada ele alınması çok fazla yer gerektirecektir. Bu yüzden üzerinde duramayacağız.

Diğeri bugünün Abdülhamidçiliğidir.

Padişah II. Abdülhamid’e karşı tutum, tarihimizin ve toplumumuzun değerlendirilmesinde turnusol kağıdı işlevi görmüştür. Bütün olumsuzluklarına rağmen tutuculuk ve gelenekçilik, onu savunmak ve hatta olumlamak istemiş, ve yaptıklarını, o günkü şartların çok kötü olduğu gerekçesine sığınarak açıklamaya, yolunun yanlış olmadığı ama “enkaz devraldığı” yolunda bahaneler üreterek onu korumaya çalışmıştır. Gericilik ve karşı devrimcilik ise, döneme ait bütün verileri ve olguları hiçe sayarak onu savunmaya yeltenmiş, ama savunmakla yetinmemiş, yüceltmiş ve ona olmadık payeler vermiştir. Sultanla ilgili konularda çarpıtma, değiştirme, tahrifat, yakıştırma ve yalanlarla dolu geniş bir “literatür” vardır. Sultanın bu “kayırılmaları” içinden bazılarını ele alacağız.

“Sultan Abdülhamid döneminde Osmanlı toprak kaybetmedi!”

“Toprak kaybı” konusu en çarpıcı örnektir. “Abdülhamid Han dönemi”nde hiç toprak kaybı olmadığı, ya da başka ve daha yumuşak (ancak aynı ölçüde yanlış) bir ifadeyle, “en az toprak kaybı olduğu” yolundaki yaygın söylem önemlidir. Böyle bir akıl almaz iddia çok tekrarlanmaktadır, oysa iktidar süresindeki otuz küsur yılda kayıp toplamı, imparatorluk topraklarının yaklaşık üçte biri, nüfusun ise yüzde 20’den fazlasıdır.[4] Bunun sonucu olarak, 1870-80’lerde nüfusun yarıya yakını (belki de yarıdan fazlası) gayrimüslim iken, 1905-1906’da yapılan ve üç ay süren nüfus sayımında bu oran dörtte bire inmiş, imparatorluğun bütün nüfusu 19 milyona kadar gerilemişti.[5] Bu, Hıristiyanların yaşadığı toprakların elden çıkmasından başka bir şey değildi.

Toprak kaybı olmadığıyla ilgili olan bu “savunma”, bizzat sultan tarafından da tekzip edilmişti! Gerçek olmadığı apaçık bu tuhaf ve inanılmaz iddiayı padişahın kendisi yalanlamıştı! “İdaresi güç olan ve milli gücümüzü yiyip bitiren Balkan devletlerini kaybetmiş olduğumuz”, ona göre gerçekti ama, bundan daha önemlisi, Abdülhamid buna hiç mi hiç üzülmemiştir. Çünkü bu sayede “hastalıktan kurtulmuşuz”dur.[6]

“Yahudilerin toprak talebini reddetti!”

Abdülhamid’i savunmaya çalışanların en dikkate değer örneklerinden birisi, Theodor Herzl’in[7], Osmanlı borçlarının Yahudiler tarafından ödenmesi karşılığında Yakın Doğu’da (Filistin’de) onlara bir “vatan” verilmesi yolundaki talebinin reddedilmesidir. Bu davranışıyla “Sultan Han” çok “dirayetli” ve “vatansever” olmuştur! Ama bunun konu edildiği yerlerde, o dönemde on yıllardır Yahudilerin bölgeye göç etmesinden (hatta ettirilmesinden) ve yerleşmelerinden (yerleştirilmelerinden) hiç mi hiç söz edilmemektedir. Öyle ki, “Yahudi kolonileri” bölgeyi sarmıştır.[8] “Ulu Hakan”ın iktidarını kaybettiği 1909 yılında “onlarca koloni”de, çoğu yakın on yıllarda (aslında son 15 yılda) gelmiş olan 90 bin Yahudi yaşamaktadır.[9] Bu sistemli ve sürekli göç için Abdülhamid para almış mıydı ve almakta mıydı bilinmez (çünkü almış olsaydı bile hiç bir yerde yazılmamış da olabilir), ancak bu adı konmamış iznin –göç gizlice ve habersizce yapılmadığı için– bir büyük devlete (veya birçok “büyük devlete”) ödün olduğu ortadadır.[10] Doğan Avcıoğlu, sultanın “bir ara siyonistlere para karşılığı yurt sağlamayı ciddiyetle düşünmüş” olduğunu bile yazmaktadır.[11]

Sistemli bir göç için olmasa bile Sultan Abdülhamid, Kayzer II. Wilhelm’e resmen arazi satışı da yapmıştır. Siyon Dağında, eskiden bir kilisenin olduğu bir arsayı padişah, “dostu” Alman imparatoruna 6 bin altın Lira karşılığında satmıştı. Satılan arsa arazisi Dormision diye anılmaktaydı ve Alman parası olarak ederi 120 bin Marktı. Bu satın alınan yere gene bir kilise, ama bir Protestan kilisesi yapılacaktı. Aslında bu satış, arsanın vakıf toprağı olduğu için yasal da değildi, çünkü Osmanlı hukuk mevzuatına göre vakıf mülkleri satılamazdı.[12]

Bununla birlikte sultanın döneminde yabancılara Hicaz hariç her yerde emlak ve arazi edinme hakları tanınmıştı, böylece yabancılar için Osmanlı topraklarından mülk edinme Abdülhamid tarafından yasal bir hale getirilmiş bulunuyordu. Sultan Aziz’in 1867 tarihli fermanı Avrupalıların Osmanlı topraklarında mülkiyet “sorununu” çözmüştü[13] ama Abdülhamid bunu yasal bir zemine oturtmak yanında, her bakımdan genişletmişti.

Ünlü Rotschild ailesinin Fransız Ordusundaki subayı genç Baron James Rotschild, 1890’ların başında Filistin’de 500 kilometre kare toprak satın almış, araziyi göç etmiş bulunan Yahudi ailelere dağıtmıştı.[14]

Kaldı ki, Abdülhamid’in reddettiği varsayılan Yahudi göçü, bizzat Herzl’in satırlarında da yalanlanmaktaydı.

Sultan, yalnız Filistin’de Yahudi yerleşmesini kabul etmemişti, Yahudi göçünde gelenler “Mezopotamya, Suriye ve Anadolu’ya yerleştirileceklerdi”.[15] (Gerçi Filistin de delinmiştir, ilk olarak Almanya’dan Filistin’e getirilen Yahudilere hiç itiraz edilememişti[16]; Almanya reddedilemezdi. Ancak reddedilemeyen tek ülke Almanya değildi, Almanya’ya sonraları Rusya ve Fransa da eklenecekti.)

Yahudilerin göçü, Batılıların planlı uyguladığı bir stratejiydi!

Yahudilerin Filistin “sorunu”nun 19. yüzyıldaki durumuna bu bağlamda bir göz atmak da yerinde olacaktır.

Orta Çağ boyunca Avrupa’da yaşanan Yahudi düşmanlığı ve kıyımları Büyük Fransız Devrimi’nde farklı bir boyut kazanır. Devrim Yahudileri vatandaş statüsüne kavuşturmuş, Yahudiler de böylece Fransız olmuşlardır. Bunun Fransa’daki sonucu, zaman zaman düşmanlık görülmüş olsa da Yahudilerin her gerektiğinde vatan savaşlarına katılmaları ve bütün siyasal-toplumsal mücadelelerde yer almalarıdır. Ancak Almanya’da aynı durum görülmez. Napoleon’un Almanya’yı işgali döneminde Yahudiler “vatandaştır”, ancak Fransız Ordularının geri çekilmesiyle eski duruma geri dönülür.[17] 1820 yılına doğru ve sonrasında yükselen ve gelişen sağcı dalga Yahudileri sorun yapmaya başlar ve o yüzyılın ortasına gelindiğinde Yahudilere baskı ve saldırılar Almanya’da gündelik olaylar haline gelir. Savunma havasına giren Yahudi toplumu çözüm aramaktadır. On yıllardır, hatta yüz yıllardır Siyon’a dönüş için dua eden Avrupalı Yahudiler, kendi imkanlarıyla bireysel olarak ya da küçük gruplar halinde Filistin’e göçe başlarlar. Tarımsal üretim yapmak için arazi satın alıp yerleşenler olur. Yüzyılın sonuna doğru Siyonizm kavramı kullanılmaya başlanır, yurt arayışı artık gündemdir. 1879’da ilk kez Avusturya’da antisemitizm deyimi belirir.[18]

Avrupa Yahudi toplumu ve Rusya’daki Yahudiler, kendileri için bir vatan söz konusu olsa örgütlü ve toplu bir şekilde göç edeceklerdir. Avrupa devletlerinin büyük çoğunluğu bu konuyu kendi yayılmacılıklarının aracı yapmaya yönelirler. Yahudilerin göç ettirildikleri yerler onların hakimiyet alanı olacaktır. Madagaskar adası, Afrika’da başka bölgeler (örneğin, Uganda) ve elbette Filistin, göç hedefleri olarak ortaya çıkar. Arkasından, hem Yahudi cemaati için hem de büyük Avrupa devletleri için en uygun yerin Filistin olduğu belirlenir. Bu yönde devlet politikaları Yahudilerin göç programlarının hizmetine sokulur. Bir kısmı açıkca, bir kısmı ise örtülü olarak ve gayriresmi bir şekilde Yahudilerin Osmanlı topraklarına, özellikle Filistin ve Mezopotamya’ya yönelik planlı göçü başlar. Avrupa ülkelerinin hiç biri bu göçü planladığını açıklamayacaktır. İşin içinde Kudüs vardır, Kudüs Hıristiyanlığın kutsal kentidir, hiç bir Avrupa hükümeti kenti ve çevresindeki bölgeyi Müslümanlardan alıp Yahudilere vermeyi planladığını ilan edemeyecektir.

Dikkat çekici olan, Filistin’e Yahudi göçü konusunun Batı dünyasının bütün önemli ülkelerinde bir stratejiye dönüşmüş olmasıdır. Bölgede Avrupa ülkelerine oranla daha edilgen bir politika izlemekte olan ABD bile 1880’li yıllara doğru Filistin’de konsolosluklar açmaktan özel ilişkiler geliştirmeye kadar önemli “yararlar” sağlayacak çok sayıda girişimde bulundu. Bunların bir strateji olduğunu gösteren kanıt ise, Amerikan konsoloslarının hepsinin Yahudi olması[19] ve Amerikan Yahudi örgütlenmelerinin bölgede “çalışmalara” yönlendirilmeleriydi.

İşte II. Abdülhamid, bu göç stratejisi ve dalgası karşısında aldığı bazı önlemlerle toplu göçe bir set çekmeye yöneldi. Ne derece başarılı olduğu, yukarıda verdiğimiz rakamlarda görülmektedir. Bu konuda sonuç alamamanın nedeni, resmen karşı çıkar gözüktüğü göçe bir yandan gayrıresmi olarak izin vermiş olmasıydı.

Bu arada, Abdülhamid’in yaptığı son derece olumlu olan bir şey, bu göç dolayısıyla ülkede ve İslam Dünyası’nda ortaya çıkan Yahudi aleyhtarlığını önlemeye çalışmasıdır.[20] Ki bu konuda başarısız olduğu ise söylenemez.

19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında II. Abdülhamid döneminde yaşanan bu planlı ve sistemli göçün Filistin’e yığdığı Yahudiler, Büyük Savaş sırasında İngiltere’nin örgütlemesi ve silahlandırmasıyla Osmanlı Ordularına karşı savaştılar.[21] Savaş sonu yaklaştığında ise, sultanın imkan sağlaması sonucu gerçekleşen Yahudi göçünün kitleleri, Filistin’de devlet kurulmasına yol açacak olan güvenceye kavuştular. 2 Kasım 1917’de İngiliz Savaş Kabinesi Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour’un girişimiyle, otuz yıl sonra İsrail’in ortaya çıkmasını sağlayacak olan Balfour Deklarasyonu hazırlandı. 1918’de Almanya dışında bütün Batı ülkeleri deklarasyona destek verecekti.

“Sultan Avrupalılara her zaman direnmişti!”

Ayrıca, bunların dışında, sultanımızı Avrupa ülkelerine karşı direnen bir tutuma sahip olmakla takdir etmek isteyenlerin dayandıkları başka bir şey daha vardır, Abdülhamid Avrupalılar için “sorun”dur, onunla baş edememektedirler, uğraşmak zorunda kalmaktadırlar; doğrudur, sultan o derece huysuz, çekişmeci ve laf anlamazdır ki, teslim bayrağını çekene kadar bütün konuştuğu muhataplarını yorar ve bıktırır, yormuş ve bezdirmiştir, ancak bu anlamazlıktan gelme ve çekişmecilik, ne yazık ki, tavizkarlığı ortadan kaldıran ya da en azından azaltan bir şey olmamaktadır, çünkü her anlaşmazlık ve tartışma süreci sultanın teslim olmasıyla sonuçlanmaktadır; hep teslim olduktan sonra her şeyi yokuşa sürmenin ne yararı olabilir ki? Bu davranışların “pazarlık kozu” olduğunu düşünmeye çalışanlar, kendini böyle görmeye zorlayanlar, sultanın karşısındakilerin hiç pazarlıkçı olmadığını, yalnızca isteklerini almak için konuştuklarını ve yalnızca dayatmalar yaptıklarını, şartlarını kabul ettirene kadar da ısrar ettiklerini bilmelidirler.

Gerçekte Padişah II. Abdülhamid, Avrupa devletlerinin gücü karşısında teslimiyetçiydi, denge politikaları izleyerek kârlı çıkacağını sanan dar görüşlü bir “politikacı”ydı. Dayatmalara boyun eğdiğinin örnekleri, bu konuyu açıklamaya her bakımdan yeterlidir.

Bugünün Abdülhamidçileri, sultanın Avrupa ülkelerine nasıl tehditler savurduğunu, Avrupa devletlerinin elçilerini nasıl azarladığını, onlara nasıl şartlar koştuğunu anlatıyorlar, oysa gerçek, Düvel-i muazzamanın halife-padişahı her istediği şeye razı ettiğidir.[22]

“Sultan, Avrupalıların en önemli gördüğü ve

hayran olduğu hükümdardı!”

Tahta geçmesi arkasından, –nasıl bir insan olduğu bilinmediğinden– önceleri ciddiye alınan ve dikkatle izlenen Abdülhamid’den, bir süre geçtikten sonra Avrupalıların çekinmesine gerek kalmayacaktı. Neden çekinilmeyeceği sultanın kişiliğinde ve gücünde, daha doğrusu kişiliksizliğinde ve güçsüzlüğünde gizliydi. Kişiliğinin çarpıcı özellikleri ve çeşitli meziyetleri vardı, ikna edilmesi belki kolay değildi ama önem verdiği şeyler yüzünden beklenmedik şekilde değişebiliyordu. Güçsüzlüğünün temelinde de devletin güçsüzlüğü yatıyordu. Avrupalılarsa Osmanlılardaki “gizli” olan her şeyi çoktan keşfetmişlerdi. Bu gizlerin arasında bütün ilişkiler vardır. Padişahın bütün ilişki ve planlarından haberdardırlar.

Batı üstünlüğünü kabullenmiş sultan, Avrupalı yöneticilerle “İslam lideri” olarak daha kolay anlaşacağını, Avrupalıların kendini böyle daha kolay önemseyeceğini ve benimseyeceğini hesaplamıştı. Bunun için yaptığı, onların karşısına dinsel kimliğiyle çıkmak ve bu nedenle benzersiz bir gücü olduğunu hissettirmeye çalışmaktı.

Sultanın çok iyi bildiği konularda bile gerçeğin tersini söyleyebilmesi, kara cahil gibi davranması, kendini kandırdığıyla açıklanabilir. Örneğin, Düvel-i Muazzamanın karşı durulamaz gücünü biliyordu ama onlara karşı ülkesini savunarak ülkesinin bütünlüğünü kendi gücüyle sağladığına da inanıyordu. Oysa, onların arasında en önemlisi elbette İngiltere’ydi; İngiltere, Osmanlı’nın bütünlüğüne saygı gösterdiğinden ve ona dokunamayacağından değil, “Türkiye’yi kendi malları için bir pazar olarak kullanabildiğinden” ve istediği zaman, istediği gibi, istediği kadar borçlandırabildiğinden dolayı üstüne fazla gelmiyor, sıkıştırmıyordu. Örneğin, sultan, halife olarak bir gücü olmadığının farkındaydı, Hilafetin dünya çapında herhangi bir işe yaramayacağını anlamıştı, Cihad çağrısının sonuç vermeyeceğini biliyordu vb. Ama tahttan ayrıldıktan yıllar sonra halife olarak güçlü olduğuna, “bir sözüyle” Cihad yaptırarak Avrupalıları korkutabileceğine de inanmaktadır. Büyük Devletleri “uzakta tutmayı başardığı” için övünmektedir.[23] Diplomatik ilişkilerinde, maksadını aşan konuşmalar, meydan okumalar, gereksiz posta atmalar yapmıştı ve önüne koyduğu hedeflerin de kendini aştığını anlamıyordu. Eli zayıf olan diplomasi kumarbazı olarak sürekli kaybedendir. Her şeyde olduğu gibi diplomasideki çıkışlar da güce, yani elin kuvvetli olmasına dayanır. Kartları bilinen, daha doğrusu elinin zayıf olduğu bilinen kumarbazın hiç bir zaman kazanma şansı yoktur, çünkü blöf yaptığı, kumarı da zayıf ellerle ve blöflerle oynadığı aşikârdır. Hatta, daha ötesi, bazı “zaman kazanma” için yaptığı girişimleri, “düşmanları”nı her zaman daha erken davranmaya teşvik etmiştir, onların bazen “acele” etmesini bizzat kendisi sağlamıştır. “Ataletle hareketi, işgüzarlıkla akameti meczetmek Abdülhamid siyasetinin başlıca düsturu idi!”[24]

Böylece anlaşılmaktadır ki, II. Abdülhamid, Avrupalılar için saygın, önemli ve çekinilecek bir hükümdar değil, istekleri huysuzluk ederek yerine getiren bir zavallıdır.

Alman sanşölyesi Bismarck’ın onun hakkında söylediği ileri sürülen övücü ve takdir edici sözlerin inandırıcı gözükmediği bir yana, gerçek olmadığı da, o sözleri alıntılanlayanların kaynak göstermemelerinden anlaşılmaktadır.

“Sultan çok iyi yetiştirilmişti,

iyi eğitimliydi, olgundu, aydındı!”

1877-78 Savaşı (“93 Harbi”) sonrası, zorlukların büyüme dönemiydi. Oysa Şehzade Hamid’in padişah olması, sultanın kapısını hesaplanmadık bir şekilde çaldığı için Abdülhamid buna hazırlıklı değildi. Otuz dört yaşındaydı, o güne kadar kendi hayatını yaşamıştı! Boş zamanlarını kendine göre değerlendirmiş, özel meraklarının peşinden gitmiş, hayatını hobileriyle doldurmuştu. Ticareti, kâr etmeyi, para kazanmayı, borsa oyunlarını seviyordu. Tahta geçmeden önce bir servet biriktirdiği ve bunu cülus olarak kullandığı biliniyor. Sarayda, kendisi fazla önemsenmeden ve bir hedeften yoksun olarak bir eğitim görmüştü. “Devlet adamlığı”nın gereği olan bilgiyi almamış, sonunda ona göre yetiştirilmemişti. “Zaten kendisi de, etrafı da onu taht’a hazırlayacak bir şekilde eğitim görmesini sağlamamışlardı.”[25] Eğitim görmemiş olmasının hiç iyi olmadığını anlamış olan sultan, “başkatibi Ali Rıza Paşaya, cehlini (cahilliğini) itiraf ederek bir gün ona, ‘babamın elli küsur çocuğu vardı. Bizi okutmaya vakit bulamadı’ demişti”. Doğruydu, “Sultan Abdülmecid sevgi gösterse de onunla gereği gibi ilgilenmemiş, ilgilenememiştir”. Sultan Hamid, “bazı defalar bir şey emrederken istediği gibi ifadeyi meram edemezse kendi kendine kızar; ‘Ah ben okumuş bir adam olsaydım, okumanın yazmanın ne olduğunu size gösterirdim, değil mi Rıza Paşa’ derdi.”[26]

Ayrıca Hamid’in kendisinin öğrenmek istediği konular dışında bir şeyler öğrenme ile ilgili olarak hiç isteği olmamıştı, olmazdı, derslerde kaytarıcıydı. Makinalara, cihazlara, teknik araçlara ilgi duyardı ama yabancı dil öğrenmemiş, din hocasının vermek istediklerini ise geçiştirmişti.[27]

“Genelde bakıldığında Abdülhamid’in eğitimi ilkokul düzeyini aşmaz.” Taner Timur’un bu konudaki belirlemesi de aynı yöndedir: “Sultan Abdülhamid sağlam bir eğitim almamıştı. Ciddi bir Batı kültürüne sahip olmadığı gibi, derin bir İslami bilgiden de yoksundu.”[28] Sonuçta sultanın eğitimi, birçok bakımdan olduğu gibi, dinsel konular olarak da yetersizdi.

“Sultan dindardı, örnek bir Müslüman’dı”!

II. Abdülhamid, “padişah” olması yanında aynı zamanda “halife” olmasını önemli görüyor, ondan çok yararlanacağını düşünüyordu. Dinsel önder olarak öncelikle hükümdarlık otoritesini güçlendirmeye hizmet edecek Hilafet, zaten 19. yüzyılda ve onun iktidarına yaklaşan dönemde eskisine oranla daha önemli ve anlamlı olmuştu.

İslamlık devlet olarak kurulduğu için “Dört Halife” dönemi sonrasında halifeler en güçlü İslam devletinde olmak yanında, saltanata ve hanedana da dönüşmüştü. Bu durum, halifelerin dinsel yönetici ve “imam” olma ve bunlara uygun özellikler taşıma gereklerini önemli ölçüde zayıflatmış ve zedelemiş olmakla birlikte, gene de halifelerin dindar olmaları ve dindar gözükmeleri zorunluğunu ortadan kaldırmamıştı. Padişah Abdülhamid’in halifeliğine bakıldığında dindar ve mümin bir Müslüman lider portresi görülmemektedir. Bu yönde “dindar padişah”, “din önderi halife”, “dini bütün sultan” izlenimi yaratılmak istenmesine, kendi döneminde hizmetlilerin ve yandaşların bu imajın yaratılmasına hizmet etmesine ve bunun bütün gerekleri yerine getirilmesine rağmen, bu gene de sağlanamamıştı.

Bugünlere geldiğimizde “ulu hakancılar” ve “Osmanlıcılar” halifenin dindar olduğunu söylemeye devam etmekteler, ancak sultanın İslam’ın şartlarına ne kadar uyduğu ve uymadığı konusuna dokunamıyorlar. II. Abdülhamid’in her zaman “beş vakit” namaz kılmadığı kesin olarak bilinmektedir, içki içtiğinden çok yerde söz edilmiştir, borsa-banker oyunlarında faiz, riba ve spekülasyonu meşru görmek bir yana, bu yolla çok para kazandığı çok yerde yazılıdır. Bir Batılı yazar onunla ilgili olarak “Padişahın her türlü mali operasyonlardan elde edilen menfaatlere ve faizciliğe karşı gösterdiği temayül, Türk ve İslam geleneklerine o kadar karşı düşüyordu ki”, en iyisi bunlardan fazla bahsedilmemesi gerekli oluyordu diye yazmıştır.[29] Sultanı yüceltmeye çalışan bir yazarımız ise, onun aynı zamanda “milyoner bir işadamı olduğunu belirtiyordu. Bununla onu övüyor muydu, anlaşılamıyor, ancak halife sultanın, “Osmanlının en zengin padişahı” olduğunu de ekliyor.[30]

Mazbut görünmek zorunda olan padişah, bunu genellikle yerine getirmekle birlikte, kadınlarla metres hayatı da yaşamıştı. Belçikalı tuhafiyeci kız Flora Cordier ile ilişkisi[31] Avrupalılara hayranlığının, Avrupai hayat tarzına özenmesinin bir sonucu olsa da, İslami yaşam tarzına ve mazbut insan görüntüsüne pek uymuyordu.

Dindar, dini her şeyin önüne koyan ve mazbut olarak görülmek, bilinmek ve tanımlanmak isteğindeki sultan, bunlarla, hem “geleneklere en bağlı hükümdar”, hem halife olmasına yakışır bir sadelik ve münzeviliğe uygun örnek bir “din adamı”, hem de İslam Dünyası’nın gerçekte de önderi gibi olmak, daha doğrusu gözükmek niyetinde ve mecburiyetindeydi. Takındığı bütün tavırlar bunlara hizmet ediyordu. Gerçekte ise, dinin gereklerini yerine getirmeye hiç niyetli değildi, öyle bilinsin diye göstermek için gereken zamanlarda beş vakit namaz kılmakla ve “Cuma”ları bir gösteriş ve gösteriye dönüştürmüş olmakla birlikte, (zorunlu durumlar dışında) oruç tutmazdı ve alkollü içki içmeye düşkündü.[32] “Sultan Hamid’in dindarlığı bir ahret işi olmaktan ziyade bir siyaset işiydi.”

“Halife olarak İslam Dünyası’na hizmet etti!”

Duruma hakim olma konusunda zorlukları olan sultan, karşılaştığı sorunlarla ilgili olarak zekasıyla olumlu sonuçlar almaya çalışmaktaydı. Meşrutiyeti geçersiz ve işlevsiz kılma, yani kısıtlanmayı önleme planını başarıyla sonuçlandırması yanında ilk uyanıklığı, Kanun-i Esasi’ye bizzat koydurttuğu bir maddedir. Bu, çok öğretici olduğu gibi, bütün siyasal hayatının bir çıkış noktası ve göstergesidir, ayrıca bütün yaptıklarını temellendirecek, biçimlendirecektir.

Osmanlı’da Halifelik hukuku, ilk kez 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla bağımsızlık verilmek durumunda kalınan Kırım Türkleri arasında sultanın dinsel otoritesini sürdürebilmek amacıyla kullanılmıştı.[33] Bu başlangıç, sonradan, 19. yüzyıl başında II. Mahmut tarafından içte, merkezi bürokratik monarşinin yaratılmasına hizmet edeceği düşünüldüğünden hatırlanacaktı. Sened-i İttifak[34] döneminde, ayan ve beylikler üzerinde hakimiyet kurabilmek için ek bir boyun eğdirme desteğine, dinsel otoriteye ihtiyaç duyulmuştu.[35] O zamana kadar hep Sultan’ül Berreyn ve Hakan’ül Bahreyn es-Sultan ibn-is-Sultan (“Karaların Sultanı ve Denizlerin Hakanı, Sultanların Sultanı”)[36] olarak anılan padişahlar, “halife” olduklarını hatırladılar! Bu, şeriat dışında bir adalet kavramının ortaya çıkmasına yol açtığı için, “laikleşme yolunda bir adım” olacak, Hıristiyan tebaaya haklar tanıyan Tanzimat’ın da yolunu döşeyecekti. İçteki bu uygulama, Halifelik sanından en çok yararlanmak isteyen padişah olan II. Abdülhamid’in (1842-1918), Kanun-i Esasi’nin 4. Maddesine kendisinin “din-i İslam’ın hamisi” olduğunu koydurtmasıyla perçinlendi.[37] 3. Madde ise, Halifeliğin “Osmanlı Hanedanına ait olduğunu” ilan ediyordu.[38] Sultan, İslam liderliğini, dinsel merkez olmayı siyasal olarak kullanılabilir diye düşünmüş ve işe yarayacağını sanmıştı. Kaldı ki, yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde hem Hilafet, hem de ittihad-i İslam zaten öne çıkmış durumdaydı. Bu gelişmeye direnmesi mümkün olmadığı gibi, daha önce herhalde aklının ucundan bile geçmemiş olmasına rağmen, padişah olma yanında bu halife olma durumunu da hemen ve hevesle benimmsedi. Onun için ek bir imkandı sanki. “Halife” olması onca, o kadar önemli ve sevindirici oldu ki, kendine hilafetpenah (“hilafetin sığınağı”), emirü’l-müminin (“inananların emiri”), zillullah fi’l-arz (“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”), hadimü’l-Haremeynü’l-Muhteremeyn (anlamı, Medine ve Mekke gibi kutsal kentlerin “hizmetkarı” demektir) gibi unvanlar ekletti. Merasimlerde Osmanlı sancağının yanı sıra halifenin yeşil sancağının yer alması uygulamasını o başlattı.

Batı’ya karşı “İslamın lideri” olacak, öyle görünecekti, ama Batılıların onaylayacağı ve olumlayacağı bir profil de verecekti. İslamcı ve şeriatçı görüntüsü, içte, “Batıcı değilmiş” gibi olmasını, “gavur padişahlar”dan olmamasını sağlarken, Avrupalılar için, İslamcı ama modernliğiyle saygın görülmesini sağlayacaktır. Hıristiyanların halifeliğini farketmesi, ciddi muhatap sayılmasının yolunu açacaktı. Zaman da onu zorluyordu, “harem” dağılmaktaydı, kendisi “tek eşlilik”e terfi ediyordu, yenilikler onu teslim alıyordu ve “Müslüman olarak” gelişmelere Müslümanlardan beklenmeyecek ölçüde açıktı, alamayacağını bilse de Avrupa’dan her şeyi isteyecek kadar rahattı.

Abdülhamid’in “Panislamizmi”, bu ince hesapların, iktidarını güçlendirme çabaları “ilke[si]nin uygulanmasından başka bir şey değildi.”[39]

İslam dünyasına siyasal bir kimlikle çıkmayı, dolayısıyla İslam önderi olmayı düşünmüyordu, Müslüman ülkelerle siyasal temelde ve devletlerarası platformda ilişkiler kurmaktan sürekli kaçınmaktaydı. Devletler dünyasında “önder olmayı düşünmüyordu“, çünkü bunu yaparsa Avrupalıların kendisine yüklenmelerinden ve kendisini cezalandırmalarından çekiniyordu, haklıydı, Batılıların devletler düzeyinde önder olmasına izin vermeyecekleri kesindi, vermezlerdi. Halifenin dikkat göstererek bunu yapmamasına rağmen Avrupalılar belirli ölçüde gene de kaygılıydılar ve hatta yalnızca “Müslümanların önderi” olmak istemesine bile zaman zaman tepkiler gösterdiler. (“Dışa dönük Hilafet siyaseti”, hedef olarak, İslam Dünyası’nda devletleri değil, Müslüman kitleleri belirlemişti. Bunun Batı’ya dönük tarafı ise gücü olduğu yolunda bir izlenim uyandırarak önemli görülmeye çalışmaktı. Yani blöftü, ama yutulmuyordu.)

Dindar bir Müslüman hükümdar olmak yerine, dini kullanmak, değerlendirmek ve istismar etmek isteyen pragmatist bir sultan olmuştur. İslam’a gerçekten hizmet eden ve İslam’ın birliğini sağlamaya çalışan bir halife olmak yerine, Sünniliğin dünya çapında propagandisti olmayı benimsemiş, teolojik anlamda da din felsefe ve uygulamalarında kısıtlayıcı ve gericileştirici bir rol oynamıştır.

“Sultan Hamid reformcuydu, yenilikçiydi!”

19. yüzyılda Osmanlı’da “reformculuk” iki anlam taşıyordu. Birisi, Tanzimat reformculuğuydu, “Batıcılık”tı. Bu aynı zamanda Avrupa ülkelerinin Osmanlı’yı sokmak istedikleri kalıbın karşılığıydı. O yüzyılın sonuna gelindiğinde ise Düvel-i muazzamanın Osmanlı’dan reform talepleri, Osmanlı devletini şekillendirmeye değil, imparatorluğu parçalamaya yönelik hale gelmişti. Azınlıklar ve gayrimüslimler için ıslahat yapılmalıydı! Islahatlar, özerk yönetimler yaratacak, özerklikler ayrılıkçılıkların ortaya çıkmasını sağlayacak, ayrılıkçılıklar ayrı devlet kurmalara varacaktı.

“Islahat”, Avrupalılarca dayatılıyor ve onların müdahale olanaklarını yaratıyordu.

Diğer refomculuk kavramı, devrimcilikten muhalefetin her türlüsüne kadar olan geniş yelpazenin içindeydi. Jön Türklük, Meşrutiyetçilik, bilimcilik, çağdaşlaşmacılık, laiklik bunların hepsi bu reformculuğun kapsamı içindeydi.

O günlerde de, bugünlerde de Abdülhamidçilik iki reformculuğu da sultanımıza yakıştırmıyor! Abdülhamidçilerin düşündüğü reformculuk, bunların dışında olan başka ve “olumlu” bir şeydir. “Batı’ya ve Batıcılığa karşı olmakla birlikte yenilikçi olmak” ile “Batı’ya açık olmakla birlikte gelenekçi olmak” şeklinde ifade edilebilecek bir karışıklıktır. Batı’nın devrimlerine, bilimsel gelişmelerine, siyasal gelişmelerine karşı durmak ama yenilikçi olmak! Batı’ya teslimiyetçilik yapmak ama gelenekleri temsil etmek, geleneklere sarılmak!

Geleneklere bağlı olmaya çalışmak, iktidarda kalmayla ilgiliydi. “Nefs-i Hümayun” için din, buna hizmet eden araçlardan biriydi.

Sultan için Panislamizmin bir önemi, devrimci “Osmanlı reformculuğu”na karşı kullanılabilir olmasında yatıyordu. Osmanlı’daki muhalefet de benzer değerlendirmeler yapmaktaydı.[40] Çünkü Osmanlı’da Abdülhamid dönemindeki devrimci-ilerici reformculuk, devlet dışıydı, iktidar alanı dışıydı.

II. Abdülhamid, özünde Tanzimat reformculuğunun devamı ve mirasçısı sayılabilir. Başta eğitim yatırımları ve ülkenin telgraf, demiryolu vb. gibi modern araçlar ile donatılması gibi yenilikler, sultanın, kişisel hakimiyetini güçlendirmek ve yenilikçi olduğu yolunda izlenim vermek istediğindendi.

Ancak Abdülhamid’in teknik gelişmeleri takip etmek istediği, teknolojik gelişmeleri gerek kendi özel hayatına, gerekse devletin çeşitli alanlarına getirdiği tartışılmaz bir gerçektir.

“Sultan israfa karşıydı ve paraya önem vermezdi!”

Sultanın sade bir görüntüsü arkasında muazzam bir kişisel servet bulunuyordu. Hal edildiği zaman Yıldız Sarayı’nda sayımı yapılan para, değerli eşyalar ve mücevherat inanılmaz ölçülerdeydi. Yatırımları, banka hesapları, borsa oyunlarına katılımlarının yüksek düzeyi şaşırtıcıydı. Kendisinden başka kimsenin girmediği “marangozhanede, mahzenlerde, elbise dolaplarında ve çuvallar içinde saklanan paralar, mücevherler ve hisse senetleri” envanter yapıldıktan sonra hazineye devredildi.[41]

Yıldız Sarayı’nın harcamaları olağanüstü düzeydeydi. 12 bin personelden söz edilmektedir.[42] Ayrıca 1500 koruma ve 275 özel yaver, her zaman yanında değilse de yakınında bulunurdu. Özel arşivinde yüzlerce memur çalışıyordu.

“İmparatorluk bütçesinin üçte biri polis teşkilatına harcanıyor”du.[43] Jurnalcilik, iyi gelir getiren bir “meslek”ti. Parça başına iş yapan jurnalciler günde en az 1500 jurnal üretiyorlardı! Sayısı bilinmiyor ama jurnalcilerin alt jurnalcileri, onların da altları vardı.

II. Abdülhamid, kendisini tanımladığı en önemli kimliği olan “halife” olarak, gerek yurt içinde, gerek yurt dışında herhangi bir yararlı şey yapmamış, yapamamıştır. “Halife” sanının Osmanlı ve dünya Müslümanlarına göz boyamak için dağıttığı hediyelerin sağladığı itibar dışında pek bir getirisi olmamıştır. Ancak yerli yersiz dağıtılan bu değerli hediyelerin giderleri, devlet hazinesinden çıktığı gibi, öğrenen herkesi şaşırtacak kadar yüksekti.

Sultan Halife Abdülhamid ve

Abdülhamidçilik nerede buluşuyor?

Abdülhamid bugün gene bayrak yapılmıştır. Savunulmak ötesinde toplumumuza her bakımdan adeta dayatılmaktadır. Adı, uygun veya değil, her yere verilmeye çalışılmakta, değerli ve önemli olduğu izlenimi uyandırılmak amacıyla her vesileyle, vesile yoksa da uydurarak ve zorlayarak, onunla ilgili törenler, anmalar, sempozyumlar, konferanslar düzenlenmektedir. İş, gülünç bir noktaya varmış, ne kadar yüksek bir kişilik, ne kadar güçlü bir padişah, ne kadar olgun bir insan olduğu gösterilmek için devlet televizyon kanalında özel bir dizi bile planlanmış ve uygulamaya konmuştur.

Sultan II. Abdülhamid, yaşadığı dönemde dinci, şeriatçı, İslamcı, tarikatçı, hilafetçi bir gericiydi. Ancak dindar değildi. Dindar olmadığı bilindiğine göre, ve bilindiği halde, bugün, dini temsil etmek isteyen akım, tarikat, cemaat, cemiyet, parti vb. her kurum neden Abdülhamidçidir? Çünkü bugün Abdülhamidçi olanlar da dindar değildir. Aynı iplikten dokunmuşlar, aynı kumaştan yapılmışlardır. Dindar olmamakta buluşmuşlardır. Özetle: Bugünkü Abdülhamidçiler nasıl dindarsa, Padişah Abdülhamid de öyle dindardı. Bugünkü Abdülhamidçiler ne kadar dindarsa, Halife Abdülhamid de o kadar dindardı.

Abdülhamid iç politikasında müstebittir. Bu sıfat kendisine boşuna verilmemiştir. Baskıcı, jurnalci, yasakçı, sürgüncü, sansürcü, komplocu ve entrikacıydı. Tarihimizin ünlü ve başarılı yöneticisi Mithat Paşaya, Ergenekon benzeri bir kompo kurmuş, mahkum ettirmeye çalışmış ve paşayı Taif zindanlarında gönderdiği adamlarla boğdurtmuştur. Öldürüldüğünden emin olmak için başını İstanbul’a getirtmiştir.

Çekindiği insanları ve muhaliflerini yok etmeye çalışmıştı padişah Hamid. Orduyu, kendisini iktidardan alacak güç olarak değerlendirdiğinden, orduya karşı komplolar kurmuş, orduyu zayıflatmış, etkinlik yapamaz hale getirmeyi hedeflemişti. Donanmayı çalışamaz hale getirmiş, adeta yok etmişti.

Özetle: Bugünün Abdülhamidçileri nasıl Ergenekon, Balyoz vb. tertipleri yapmış, nasıl general temizliğine yönelmiş, davalar açmış, nasıl yurtsever subayları tasfiye etmişse, sultan da orduyu ve donanmayı aynı şekilde zaafa uğratmış, orduya benzer şekillerde savaş açmıştır. Bugün donanmamıza nasıl bir komplo kurularak deniz kuvvetlerimiz nasıl göçertilmeye çalışılmışsa, sultan da aynı şeyi yapmıştır.

Ayrıca II. Abdülhamid çıkarcı, rüşvetçi ve nepotistti[44]. Milli çıkarlar onun için hiç bir zaman önemli olmamış, milli değerler hükümdar Hamid için bir anlam taşımamıştır. Arapçayı devletin resmi dili yapmayı planlamış ama gerçekleştirememiştir. Türkçülük onun için “zararlı bir cereyan”dır. Özetle: Bugünkü Abdülhamidçiler Türk olmayı ne kadar ters buluyorlarsa, dinin birleştiriciliğini esas olan halife sultan da o kadar ve aynı şekilde Türklüğe karşıdır.

Sultan için yasallık ise hiç bir şey ifade etmemiştir. Özetle: Bugünün Abdülhamidçileri nasıl yasalara karşı olmaya ve yasal olmayan yolları kullanmaya mecbur kaldıysa, II. Abdülhamid de aynı çizgiye girmiş, aynı şeyleri yapmıştır.

Abdülhamid dış politikasında, dinciliğinin gereği olarak sahte bir Panislamisttir. Onun Panislamizmi, İslam’ın dinsel önderi olmak değil, öyle gözükmekti, İslam’ın birliğini sağlamak değil, sağlamaya çalışan insan görüntüsü vermekti. Halifeliği, iktidarı için bir araç olarak kullanmaya çalışmıştır. İslam Dünyası’nın çıkarları için bir şey yapmamıştır. Özetle: Sultanın İslam Dünyası’na nasıl bir hayrı dokunmamışsa, bugünün Abdülhamidçilerinin de İslam Dünyası’na herhangi bir hizmeti ve yararı olmamıştır, olmamaktadır. Hatta İslamcı-terörcü örgütleri destekleyerek İslam Dünyası’na en büyük zararı verenler olmuşlardır.

Abdülhamid, Batı Dünyası’na karşı teslimiyetçidir, onlara karşı uzlaşıcıdır. Dengecilik ve blöfçülükle politika yaptığını sanmıştır. Özetle: Abdülhamid nasıl, tutarsız, gülünç ve zikzaklı bir dış politika izledi ve kendini kandırdıysa, bugünkü Abdülhamidçiler de öyledir, bağırıp çağırarak, politika ve diplomasi dışı davranışlar yürüterek kendilerini kandırmaktadırlar. Abdülhamid nasıl bir gün savunduğuna ertesi gün saldırmaktadır, bugünün Abdülhamidçileri de aynı şekilde dün dediklerinin bugün tersini yapmakta, dün sevdiklerinin bugün karşısına dikilmektedir.

Bugün Abdülhamid ile ilgili olarak devlet katında büyük sistemli bir kampanya yürütülmektedir. Osmanlıcılığı güçlendirmek, geriye gidişi gerçekleştirmek ve gericilik olan “Abdülhamid kampanyası”nın özü, Cumhuriyet düşmanlığıdır. Özetle: Abdülhamid nasıl Meşrutiyete ve devrime karşıysa, bugünkü Abdülhamid kampanyacıları da benzer şekillerde Cumhuriyete ve devrime karşıdır. Abdülhamid toplumu ne kadar geriletmiş, germiş ve baskı altı almışsa, bugünün Abdülhamidçileri de aynı şekilde gerici ve baskıcı olmaya özenmişlerdir. Abdülhamid meşruiyet ve yasallık konusunda ne kadar sorumsuzsa, bugünün Abdülhamidçileri de aynı şekilde sorumsuzdur ve daha da sorumsuz olmaya çalışmaktadır.

Sonuç: Özgürlükler ve Cumhuriyet vazgeçilmezdir!

Abdülhamid’e karşı yapılan Meşrutiyet Devrimi’nin birinci hedefi hürriyettir. Neden acaba?

Devrimin önderleri Jön Türklerin birinci sloganı, hürriyettir. Neden acaba?

Devrimler olmayan ve gerekli olan, istenen ve vazgeçilmez olan şeyler için yapılır. Hürriyet yoktu ve gerekliydi, hürriyet isteniyordu ve vazgeçilmezdi. Bundan, bugünün Abdülhamidçilerinin neyden yana oldukları anlaşılmıyor mu?

Osmanlı padişahı Abdülhamid ile bugünün Abdülhamidçileri, Orta Çağ’da, eskiye bağlılıkta, din istismarcılığında, Türklüğe karşı olmakta, Arapçılıkta, laiklik düşmanlığında, yasa tanımazlıkta, iktidara denetim ve kısıtlama istememekte, baskıcılıkta, nepotizmde, halkın tepkisine karşı olmakta, kendilerini kandırmakta buluşmaktadır.

Bugünün Abdülhamidçileri Cumhuriyet düşmanıdır. Bugünün Abdülhamidçileri Sultan Abdülhamid ile Anayasa ve meclis karşıtlığında tam olarak buluşmuştur. Yeni Anayasa “operasyonu” ve Yeni Anayasanın özü, “neden Abdülhamidçilik” ve “nedir Abdülhamidçilik” sorularına verilecek en yeterli yanıttır.

Dipnotlar

[1] Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, Dergah Yayınları, İstanbul: 1984, s. 207.

[2] Zeki Sarıhan, Mehmet Akif, Kaynak Yayınları, İstanbul: 1996, s. 30.

[3] Anna Grosser Rilke, Avrupa Saraylarından Yıldız’a: İstanbul’da Bir Hoş Seda, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul: 2009, s. 149; akt. Bilim ve Ütopya, s. 65.

[4] “Ulu Hakan” döneminin listelenmiş kayıpları konusunda destekli bilgi için bkz. Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, İstanbul: 2006, s. 128; ayrıca Erik Jan Zürcher, Modern Türkiye’nin tarihi, İletişim yayınları, İstanbul: 2031, s. 127 ve Şerafettin Zeyrek, “II. Abdülhamid Döneminde Yitirilen Topraklar”, Bilim ve Ütopya, sayı 22, Nisan 1996, s.34. Hüner Tuncer’in Osmanlı’nın Rumeli’yi Kaybı adlı kitabı da, toprak kayıplarını devletin Avrupa parçası temelinde ele alan en önemli çalışmadır.

[5] Kemal Karpat, Osmanlı Nüfusu: 1830-1914, Timaş Yayınları, İstanbul: 2010, s. 110-11; akt. Hakan Özdemir, Abdülhamid’i Deviren Kurşun/İsyan, Suikast, İhtilal, Timaş Yayınları, İstanbul: 2014, s. 57.

[6] Pensées et souvenirs, s. 171 [Siyasi Hatıratım, s. 133]; akt. François Georgeon, Sultan Abdülhamid, İletişim Yayınları, İstanbul: 2012, s. 365.

[7] Avusturyalı bir gazeteci olan Herzl (1860-1904), Siyonizme siyasal nitelik kazandıran insandır ve Judenstaat (“Yahudi Devleti”) adlı kitabın yazarıdır. 1897’de Avrupalı Yahudilerin ilk biraraya geldiği toplantıyı (Basel Siyonist Kongresi) örgütledi.

[8] Abdülhamid için olumlama ve güzelleme olarak yazılmış bulunan bir Arap yazarın kitabında da dönemin Yahudi göçü oldukça ayrıntılı olarak sergilenmiştir; bkz. Refik Şakir en-Nedşe, II. Abdülhamid ve Filistin, Semerkand, İstanbul: 2004, s. 116-123.

[9] Göç sonucu olarak rakam vermemekle birlikte en-Nedşe, yılda 7 bin Yahudinin gelmesiyle Filistin’deki Yahudi nüfusunun sürekli artmakta olduğunu belirtmekteydi (s. 121).

[10] Orta Doğu’ya ve Osmanlı topraklarına Abdülhamid dönemi boyunca yapılan Yahudi göçü o kadar çok kaynakta yer almaktadır ki, bunları sıralamayı gerekli görmüyoruz. Aslında Avrupa’dan Osmanlı topraklarına Yahudi göçü Abdülaziz zamanında 1867’de başlamıştı (bu tarihi daha öncelere götüren kaynaklar da vardır, örneğin, en-Nedşe, s. 114 vd.). “Ancak göç bir önemi olmayacak ölçüde azdı, ... Yahudilerin Erez İsrael’e yerleşmeye ciddi bir şekilde başlamaları, 1890’larda Rothschild’lerin desteği ile mümkün olacaktır.” (Israel Margalith, Le Baron Edmond de Rothschild et la Colonisation Juive en Palestine, Paris 1957; akt. Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları/İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, İmge Kitabevi, Ankara: 1998, s. 248.) En-Nedşe, yerleşmenin önemli bir şekilde başlamasını, gene aynı şekilde, daha önceye götürmüştür ve “1882’den itibaren göçün bir sel halini alması”ndan söz etmiştir (s. 118).

[11] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni/Dün-Bugün-Yarın, Tekin Yayınevi, İstanbul: 1987, s. 218.

[12] Bu bilgileri, 15 Nisan 2017 Cumartesi günü Habertürk televizyon kanalındaki Levent Yıldız’ın “Tarihin Bilinmeyen Yüzü” adlı haftalık programında konuk olan Cengiz Özakıncı’dan öğrendik.

[13] Timur, s. 244 vd.

[14] Jabotinsky, Sadece Bir Emir Kipi/İsrail’i Kur!, Yeditepe Yayınevi, İstanbul: 2014, s. 38 not 25. James Rotschild (1845-1934), büyük savaş sırasında Siyonist örgütlenmelere büyük destek verdi, Filistin’deki Yahudi lejyonuna katıldı ve gönüllü toplama kampanyasını yürüttü.

[15] Avcıoğlu, s. 215 vd.

[16] En-Nedşe, s. 116.

[17] Yahudilerin devrimle özgürleşmesi ve karşı devrimde yurttaş olamaması konusuna değinen yazımız için bkz. “Devrimde Vatan Savunması: Fransa, Devrimsiz Vatan Savunması: Almanya”, Teori, sayı 326, Mart 2017, s. 16-34.

[18] Geniş bilgi için bkz. H.G. Adler, Die Juden in Deutschland / Von der Aufkläerung bis zum Nationalsozialismus, Serie Piper, München: 1987; ayrıca Orhan Koloğlu, Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit, İletişim Yayınları, İstanbul: 1998, s. 263, 266-67.

[19] Bu konuda bilgi için bkz. en-Nedşe, s. 121 vd.

[20] Geniş bilgi için bkz. aynı eser, s. 266 vd.

[21] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Jabotinsky.

[22] Bu konuda bilgi için bkz. Georgeon, çok yerde; ve Alp Hamuroğlu, “Halife II. Abdülhamid’in Panislamizmi ve Batı”, Bilim ve Ütopya, sayı 233, Kasım 2013, s. 26-40.

[23] Pensées et souvenirs, s. 8, 136, 170; 55, 62-63 [Siyasi Hatıratım, s. 45, 113, 132-33; 70-71, 75]; ve Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım), Selçuk Yayınları, İstanbul: 1960, s. 231; akt. Georgeon, s. 292-93 ve 489..

[24] İrtem, s. 29.

[25] M. Kemal Pekdemir, Tarihin Tartışmalı Padişahı Abdülhamid, Neden Kitap, İstanbul: 2009, s. 121.

[26] Aynı eser, s. 121 ve 123.

[27] Sözcü gazetesinde Yılmaz Özdil, sultanın Fransızca ve İtalyanca bildiğini ve bir kitap kurdu olduğunu yazdı (“Napolyon evet diyor... Sezar sen de var mısın kardeşim?”, 4 Şubat 2017). Başka yakıştırmalar da var. “Onun için çok şey denebilir” ama ona ”asla bilgisiz denemez, özellikle tarih konusunda yüksek eğitimli, kültürlü bir aristokrat”tır diye de ekliyor. İşin ilginci, Özdil bunları, bilgi sahibi olmakla birlikte kaytarıcı olanlarla, bilgi sahibi olmadan bir şeyler ileri sürenler, üfürükçüler, uydurukçular için söylemiş. Üstelik amacı aslında sultanı yüceltmek de değilmiş. Ne demeli? Bu konuda, sultanın eğitim düzeyi ile ilgili olarak, ona düşmanlık etme niyeti olmaksızın, en geniş ve ayrıntılı kitabı yazan Georgeon’a başvurmalı (s. 30-45). Ayrıca başka bilimsel tarihçilerin yazdıklarına da bakılabilir.

[28] Timur, s. 323.

[29] Joan Haslip, Bilinmeyen Taraflarıyla Abdülhamid, İstanbul: 1964, s. 52 ve 163; akt. Avcıoğlu, s. 212.

[30] Pekdemir, s. 122.

[31] Avcıoğlu, s. 212.

[32] Belli bir dönemden sonra sağlık sorunları yüzünden içemediği biliniyor. Ancak içtiği dönemlerde Batı’da en tanınmış içki markalarının ürünlerini getirttiği, önem verdiklerini her zaman özel bir bölmede sakladığı birçok yerde yazılmıştır.

[33] Bu antlaşma ile, Rus devletine Osmanlı Ortodoks Hıristiyanlarının koruyuculuk hakkı tanınmasına karşılık olarak Osmanlı hükümdarına da halife olarak Kırım Müslümanları üzerinde ruhani bir yetki tanınmıştı (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, İstanbul: 2002, s. 538). Ancak Osmanlı devleti gene bu antlaşmayla, Kırım Hanlığı ile Karadeniz kuzeyindeki Müslüman Tatarlar üzerindeki hakimiyetinden de vazgeçmiş oluyordu (Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Ankara: 2008, s. 437 vd.).

[34] Bir uzlaşma belgesi olan “Sened-i İttifak” (1809), Türk anayasa hukukçularının bazılarının “ilk anayasa” olarak değerlendirdiği “sözleşme” nitelikli bir hukuksal metindir.

[35] Çetin Özek, Devlet ve Din, Ada Yayınları, İstanbul, s. 398 vd.

[36] Bu unvanda ilginç olan, Arap illerine bir gönderme bulunmamasıdır. Karalar Anadolu ve Rumeli, denizler Akdeniz ve Karedeniz’dir. Sultanların “halife” olmasıyla birlikte Araplar, Arap illeri ve Arapça öne çıkacaktır. Bunun belirgin uygulaması da Abdülhnamid’e aittir.

[37] T.W. Arnold, Halife Maddesi, İslam Ansiklopedisi; akt. Muzaffer Sencer, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, İstanbul 1968, s. 64.

[38] “Anayasa sadece, İslam’ı devletin resmi dini olarak tavsif (madde XI) etmekle kalmayıp, ‘Zat-ı Hazret-i Padişahî hasbel’l -hilafe din-i İslam’ın hamisi ve bilcümle tebaa-i Osmaniyenin hükümdarı ve Padişahıdır’, (madde III) demek suretiyle Osmanlı Sultanına İslam’ın koruyuculuğu misyonunu da resmen yüklemiştir.” Bkz. A.S. Gözübüyük ve S. Kili, Türk Anayasa Metinleri, 1839-1980, Ankara: 1982; akt. Azmi Özcan, Pan-İslamizm/Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1914), TDV İslam Araştırmaları Merkezi, İstanbul: 1992, s. 59. Ayrıca bkz. Lewis, s. 462; Zürcher, s. 125. Zürcher, Selim Deringil’in The well-protected domains: ideology and the legitimation of power in the Ottoman Empire / 1876-1909 adlı çalışmasında (I.B. Tauris, Londra 1998) “Abdülhamid’in nasıl rejimin ideolojik tabanını güçlendirmek için İslam’ı kullanmış olduğunu büyüleyici bir şekilde” resmettiğini yazmaktadır (not 6).

[39] İsmail Müştak Mayakon, Yıldız’da Neler Gördüm?, İstanbul 1939, s. 66; akt. Timur, s. 324.

[40] İngiltede’de çıkan bir dergide yayımlanan bir makale, Jön Türklerden Prens Sabahattin’in bir mektubuna yer veriyor, yukarıdaki görüşler orada da yansıtılıyordu; “Abdülhamid, Sultan and Khalif, and the Panislamic Movement”, Blackwood’s Magazine, Eylül 1906, s. 291-310; akt. Timur, s. 345.

[41] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Georgeon, s. 255 vd. ve 593 vd; Ercan Dolapçı, “Yolsuzluğun Osmanlıcası”, Aydınlık, 17 Aralık ve “Abdülhamid’in Sıfırlayamadığı Paralar” Aydınlık, 18 Aralık 2014. Tutumlu, sade ve mütevazı görüntü verme rolünde öylesine başarılıydı ki, ona muhalefet edenler, hatta aralarında Jön Türklerin önderlerinin de olduğu “düşmanları” bile onu bu bakımlardan takdir ediyordu (s. 273).

[42] Bir yazarımız “15 bine ulaşan” bir rakamdan söz etmektedir. Bkz. Mecit Ünal, “Cahil, Ama Kurnaz ve Sinsi Bir İntikamcı”, Bilim ve Ütopya, sayı 233, s. 13.

[43] Vicente Blasca Ibañez, Fırtınadan Önce Şark; İstanbul 2907, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul: 2007, s. 109; akt. Bilim ve Ütopya, s. 65.

[44] “Nepotizm”, iktidar imkanlarını kullanarak eş-dost, hısım-akraba kayırıcılığı yapmak, yakınlarını ve yandaşlarını gözetmek ve zenginleştirmek demektir.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları