24 Kasım 2024 Pazar
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Abdülhamit merakı

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

Abdülhamit merakı

Abdülhamit’in gündeme gelmesi karşı-devrim birikiminin bizde ne ölçüde çoğaldığının bir göstergesidir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, Atatürk Devrimi dönemi, çok partili sistemin gelmesi ile (1946) son buldu denilebilir. Çünkü devrimin partisi olan CHP, 1946 genel seçimlerini kazandıysa da 1950 seçimlerini kaybetti ve bugüne değin bir daha hiç seçim kazanamadı. Birkaç seçimde birinci parti oldu ve karma hükümetler kurdu ama Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde çoğunluk hep karşıdevrimci oldu.

Karşıdevrimin Atatürk karşıtlığı

Cumhuriyet tarihimizin karşıdevrim dönemini başlatan adımlar Halkevleri’nin (1951), Köy Enstitü’lerinin (1954) kapatılması, İmam Hatip Okulları’nın açılması, öğretmenliğin ikinci sınıf meslek düzeyine indirilmesi olmuştur. 1950’den bu yana 67 yıldır karşıdevrimci birikim çoğalıyor. (Buna karşılık Atatürkçü birikim de çoğalıyor.) İlk on yıllarda karşıdevrim anlaşılamadı; onu maskelemek için Tören Atatürkçülü uygulandı, Cumhuriyetin yıl dönümleri hararetle kutlanırdı. Fakat özellikle AKP’nin iktidar olması ile Tören Atatürkçülüğü son buldu. Atatürk’e rahatça dil uzatılmaya başlandı. Cumhuriyet’in yıl dönümlerinin kutlamasına kısıtlama; hatta yasaklar getirildi. Derken ordudaki Atatürkçü subaylara, İşçi Partisi’ne (Vatan Partisi) ve birçok Atatürkçü sivillere dehşetengiz bir kumpas kuruldu. O kumpas sonunda boşa çıkarıldı, fakat bir zamanların iktidar ortağı Fetullah’ın tezgahladığı askeri darbe bastırıldıktan sonra yine orduya bir çullanma oldu. Harp okulu (1834’te II. Mahmut kurdu), Kuleli kapatıldı, Gata Sağlık Bakanlığı’na bağlandı ve Abdülhamit adı verildi. Karşıdevrim Atatürk karşıtlığını belli etmişti, şimdi de Abdülhamit’e bağlılığını bayraklaştırıyor.

Birinci Meşrutiyet ve büyük bunalım

I. Meşrutiyet’in kapısını açan önemli bir etken mali bunalımdır. Bu çok ilginçtir, zira Batı’daki özgürlük mücadelelerinde önemli dönüşümlerin mali bunalım ortamında ve büyük ölçüde bundan dolayı gerçekleştiğini görüyoruz. İngiltere’de 1640 ihtilalinin çıkmasının ardında, Stuart krallarının halktan aldıkları vergileri çarçur etmeleri, sürekli vergileri artırmak ya da yeni vergiler koymak istemeleri, parlamento uysallık göstermeyince onunla mücadeleye girmeleri vardır. Fransa’da da Etats Generaux adındaki meclis 1614’ten beri toplanmıyordu. 1789’a doğru Fransa Kralı para bulmak için bütün çareleri tüketmiş, sonunda meclisi toplantıya çağırmaktan başka yolu kalmamıştı. İhtilali başlatan bu meclis oldu. Amerikan İhtilali de mali nedenlerle patlak vermişti.

Osmanlı Devleti 1854’ten başlayarak Avrupa’dan borç almaya başladı. Borçlanma, mali kurumların örgütleyip çıkardıkları tahvillerin borsalarda tasarruf sahiplerine satılması suretiyle oluyordu. Bugün de Türkiye dışarıya borçlanmaktadır. Ne var ki, bugünlerden farklı olarak, o dönemde alınan borçların pek azı demiryolu yapımına giderken, çoğu sarayın lüks harcamaları, silah alımı gibi verimli olmayan alanlarda kullanılıyordu. Abdülaliz döneminde (1861-1876) Osmanlı Donanması tonilato olarak Avrupa’nın ikinci donanması durumuna gelmişti. Abdülmecit’in 12 çocuğundan biri olan Fatma Sultan, M. Reşit Paşa’nın oğlu Ali Galip’le evlenirken 15 gün düğün yapılmış ve 2 milyon altın harcanmıştı. Bir süre sonra borç ödeyebilmek için borç alınmaya başlandı. Osmanlı Devleti’nin maliyesine güvensizlik arttıkça, borçlanma daha ağır şartlarda yapılıyordu. Resmi olarak saraya devlet gelirlerinin 1/14’ü ayrılıyor görünüyordu ama gerçekte sarayın 1/7’sini harcadığı söyleniyordu. Kırsal kesimde kıtlık (örneğin, Ankara bölgesinde açlıktan insanlar ölmüştü) herhalde kaçınılmaz görünen sonucu çabuklaştırdı. Sadrazam Mahmut Nedim Paşa devletin iflasını ilan etmek zorunda kaldı (Tenzil-i Faiz Kararı, 6 Ekim 1875). Buna göre 5 yıl süreyle faiz borçlarının ancak yarısı ödenecek, ödenmeyen faizlere karşılık % 5 faizli tahviller verilecekti.

Böylece Osmanlı Devleti iktisadi ve askeri iflastan sonra bir de mali iflası yaşamış oluyor, daha da bağımlı hale geliyordu. Bu karar muazzam bir tepki doğurdu, zira Osmanlı tahvilleri, birçoğu İngiltere ve Fransa’da olan çok sayıda tasarruf sahibinin elindeydi. Kararla birlikte bu insanların gelirleri %50 azalmış oluyordu. Kamuoyu Osmanlı’nın aleyhine döndü. O zamana kadar ‘’adam olmak için gayret ediyor’’ gibisinden sempati ile bakılan Osmanlı Devleti, artık barbarlığın somut biçimi olarak değerlendirmeye başlandı.

Nitekim daha önceki aylarda Hersek’te Hıristiyan köylüler ayaklanmıştı (1875). Balkanlar’da genellikle, çağ dışı olan Osmanlı yönetimi aleyhinde büyük bir birikim vardı. Slavlar arasında ulusçu duygu ve düşünceler yayılıyor, Osmanlı yönetimi dayanılmaz bir boyunduruk olarak görülüyordu. Rusya bu gelişmeyi körüklemek için elinden geleni yapıyordu. Avusturya-Macaristan bu durumu endişeyle karşılıyordu. Zira güneye, Selanik’e doğru yayılma emeli besliyordu. Bosna Sırbistan’a katılırsa, Karadağ da bu ülkeye katılabilecekti. Böylece hem pek çok Slav nüfus barındıran, Avusturya’yı rahatsız edecek büyük bir Sırbistan ortaya çıkacak, hem de Avusturya’nın Selanik yönünde ilerlemesi tıkanmış olacaktı. Onun için Avusturya, Bosna-Hersek’i eline geçirmek istiyordu. Hersek’teki isyanı da bu amaçla o kışkırtmıştı. İsyan kısa zamanda yayılınca, Avrupalılar ıslahat talebiyle müdahale ettiler.

Ertesi yıl Mayıs başında (1876) Bulgarlar da ayaklandılar. Birçok Müslüman’ın öldürülmesinden sonra ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı. Bizim kaynaklar 1000 Türk’e karşılık 4500 Bulgar’ın öldüğünü, Batılılar ise ölen Türkleri çok kez görmezlikten gelip 15000 kadar Bulgar’ın öldüğünü ileri sürerler. İngiltere’de muhalefetteki Liberal Parti’nin önderi olan Gladstone, kamuoyunda Tenzil-i Faiz kararı dolayısıyla ortaya çıkmış olan Osmanlı aleyhtarlığından yararlanarak, iktidardaki Muhafazakar Parti’ye karşı bir kampanya başlattı. Zira Muhafazakarlar Osmanlı’yı destekliyorlardı.

30 Mayıs 1876’da yeni iktidara gelmiş olan Mütercim Rüştü Paşa hükümeti, Abdülaziz’i tahttan indirdi. (Abdülaziz 4 gün sonra intihar etmiştir.) Bu padişah kötü yönetimden, özellikle mali iflastan sorumlu tutuluyordu. Yeni padişah V. Murat’tı. Hükümet yeni dönemde sarayın harcamalarını denetim altına almak isterken karşısında iki yol görünüyordu. Hükümet üyesi olan Mithat Paşa’ya göre meşrutiyete gidilmeliydi, zira seçilecek meclis sarayın israfını önleyebilirdi. Öte yandan, yine nazır olan Hüseyin Avni Paşa’ya göre, çare padişahı kuklalaştırmak, bütün yetkileri hükümete vermekti. Meşrutiyet bize göre değildi. Hükümet önce ikinci görüşü benimsedi. Ne var ki Hüseyin Avni’yi Abdülaziz’in yaveri öldürdü. V. Murat da çıldırınca meşrutiyet yolu açıldı. Mithat Paşa ile yaptığı bir görüşmede Veliaht Abdülhamit, tahta geçerse meşrutiyeti getirmeye söz verdi. Bunun üzerine V. Murat tahttan indirildi. (tahtta ancak 3 ay kalabilmiştir.)

Tersane Konferansı

Yeni padişah II. Abdülhamit Kanun-u Esasi’nin (anayasa) hazırlanmasını buyurdu. Böylece hem vaadini yerine getirmiş hem de Avrupa müdahalesinin yolunu kesmiş olacaktı. Bütün Osmanlılar siyasal temsilcilerini seçerek meclisi oluşturacaklar, meclis gereken düzenlemeleri kendi yapacaktı. Bu sırada, büyük devletler Balkanlar’da yapılacak düzeltimleri görüşmek üzere, İstanbul’da uluslararası bir konferans düzenlediler. 23 Aralık 1876’da Tersane’deki konferans açılmak üzereyken, Kanun-i Esasi’yi, yani meşrutiyeti duyuran top atışları başladı. Hariciye Nazırı Saffet Paşa, söz alarak, durumu açıkladı ve Osmanlı halkı meşrutiyet sayesinde kendi yönetimini üstlendiğine göre, artık konferans için yapacak bir şeyin kalmadığını bildirdi. Temsilciler bu olup bittiyi pek soğuk karşıladılar ve çalışmalarını meşrutiyeti dikkate almadan yürüttüler. Sonunda konferans, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’ı özerkliğe doğru götürecek geniş bir ıslahat planı ortaya koydu. Plan reddedilirse elçilerin İstanbul’dan ayrılacağı, muhtemelen Rusya’nın savaş açacağı uyarısı yapıldı.

Osmanlı hükümeti özel bir meclise danıştıktan sonra planı reddetti. Elçiler İstanbul’u terk ettiler. Sadrazam Mithat Paşa, konferansın son bulmasından 16 gün sonra Abdülhamit tarafından hem azledildi hem ülke dışına sürüldü. Fakat artık ok yaydan çıkmış olduğu için meşrutiyetten dönülemedi. Seçimler yapıldı ve 20 Mart 1877’de ilk meclis toplandı. 2 ay kadar süren bir dönemden sonra, yeni bir meclis 1877 sonu ve 1878 başında 2 ay kadar süren bir dönem daha toplandı. Kanun-u Esasi’ye göre meclis 2 bölümden oluşuyordu: iki dereceli seçimle oluşan Mebusan Meclisi ve üyeleri padişah tarafından atanan Ayan Meclisi. Osmanlı toplumunun ta 1877’de seçimle gelen bir meclis toplayabilmiş olması, bu ülkedeki demokrasi mücadelesinin önemli bir olayıdır. Örneğin, Rusya’da oluşan meclis ilk kez 1906’da toplanabilmiştir.

Mebusan Meclisi, ilk kez demokrasiyi deneyen bir ülke için dikkate değer bir olgunluk gösterdi. Üyesi bulunan çok sayıda gayrimüslime rağmen (yarıya yakın), savaş karşısında genellikle ideal olarak beklenebilecek Osmanlıcı bir dayanışmanın iyi bir örneğini verdi. Tutanaklar incelendiğinde, hükümet ve idarenin cehalet, yolsuzluk, rüşvet, beceriksizlik, keyfilik, baskı ve zulüm uygulamaları içinde bocalamakta olduğu izlenimi açıkça ortaya çıkmaktadır. Meclis, genellikle, hükümet ve idarenin kusurlarını görebilen ve eleştiren, ilerlemeden yana, özgürlükçü, çağdaş, akılcı, hukuk devletinden yana bir tutum içinde görünmektedir. Bu eleştirilerin devlete bağlılık anlayışı içinde yapıldığını görüyoruz.

Büyük devletler Tersane Konferansı kararlarının reddi üzerine Londra’da toplandılar. Kararları biraz yumuşattılar. Abdülhamit ve hükümeti bunları da reddettiler. Meclis hükümetin tutumunu onayladı. Oysa işin Rusya’yla savaşa doğru gittiği açıkça belliydi. Hükümet herhalde orduya ve eninde sonunda İngiltere’nin Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, yardıma geleceğine güveniyor olmalıydı. Ülkede adeta ulusçu denebilecek bir hava esmekteydi. 24 Nisan 1977’de Ruslar, “93 Harbi” diye de bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nı başlattılar. Sonunda Osmanlı Ordusu yenildi ama buna rağmen yaptığı iki başarılı savunmayla 1839 askeri iflasının geride kaldığını gösterdi. Bu başarılı savunmalar Bulgaristan’da, Plevne’de (Gazi Osman Paşa) ve Erzurum’da (Gazi Ahmet Muhtar Paşa) yapıldı.

Rus Ordusu İstanbul önlerindeyken Ayastefanos (Yeşlköy) Antlaşması bağıtlandı. Romanya, Sırbistan, Karadağ özerklikten bağımsızlığa yükseldiler. Bulgaristan Ege’de kıyıları olan özerk bir prenslik oluyor, böylece Osmanlı’nın Arnavutluk ve çevresiyle kara bağlantısı kopuyordu. Ruslar ayrıca Kars, Ardahan, Batum bölgesini; Avusturyalılar Bosna-Hersek’i alıyorlardı. Bu şartlar İngiltere’ye fazla ağır göründü, İngiliz donanması Marmara’ya girdi. Onun üzerine Almanya araya girerek Berlin’de bir kongre topladı. Burada yapılan barış antlaşmasına göre özerk ve küçük bir Bulgar prensliği, bir de özel statüsü ve merkezi Filibe olan Şarki Rumeli eyaleti kuruldu. Makedonya Osmanlı’ya geri verilerek, ülkenin toprak bütünlüğü sağlandı (1878). Öbür koşullar aynıydı.

Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ederken, belki de Osmanlı ile ilgili geleneksel amaçlarının ötesinde, Osmanlı meşrutiyetine de savaş ilan etmiş oluyordu. Zira Fransız İhtilali’nden beri Rusya mutlakiyet düzeninin koruyuculuğunu yapmış, bu uğurda ordularını harekete geçirmekten çekinmemişti. Rus Ordusu İstanbul önlerindeyken, Abdülhamit, meclisi tatil etmişti. Fakat bunu meşrutiyetin sonu saymak zordur, zira Nisan 1880’e kadar Abdülhamit, meclisi toplamamakla birlikte meşrutiyet devam edecekmiş gibi davranmıştı. Bu tarihe kadar kanunlar, “meclis toplandığında görüşülmek üzere” diye çıkarılmış, Ayan Meclisi’ne atamalar yapılmıştır. Fakat Nisan 1880’de İngiltere’de genel seçimler yapıldı ve Gladstone’un partisi iktidara geldi. Parti açıkça Türk düşmanı olduğu için, Abdülhamit, meşrutiyeti yaşatacakmış gibi görünmenin artık gereksiz olduğunu düşünmüş olmalıdır. Böylece 1880’den sonra Osmanlı Devleti yıldan yıla koyulaşan bir mutlakiyete, hatta bir polis düzenine doğru kaymaya başladı.

Abdülhamit dönemi

II. Abdülhamit, 33 yıl gibi çok uzun bir süre padişahlık yapmıştır. Padişahlığı bir polis devleti olarak tanınır. Bu doğru olmakla birlikte, yukarıda işaret edildiği üzere bu duruma gelinmesi yavaş yavaş olmuştur.

Abdülhamit baskıcılığının ilk büyük icraatı Mithat Paşa’nın yok edilmesidir. Mithat Paşa, Tuna (Bulgaristan) ve Bağdat valiliklerinde kalkınma yolunda pek çok iş başaran büyük bir vali olarak biliniyordu. Bunun için bugüne ya da yakın zamanlara değin devam etmiş olan Ziraat Bankası, Emniyet Sandığı, sanat mektepleri (endüstri meslek liseleri) gibi kurumları başlatan odur. Daha sonra Mithat meşrutiyetin simgesi haline gelmişti. 1877’de Abdülhamit onu sınır dışı etti. 1878’de affetti, yurda dönmesine izin verdi. Daha sonra Suriye’ye vali olarak atandı. Orada kendini göstermesine, yararlı işler yapmasına izin verilmedi. 1880’de İzmir valiliğine getirildi, ardından da tutuklanarak Abdülaziz’i öldürmekle suçlandı. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde kurulan bir çadırda özel bir mahkeme oluşturuldu. Uydurma bir muhakeme sonunda idama mahkum olduysa da, Avrupa kamuoyunun baskısı sayesinde cezası hafifletildi. Bugün Suudi Arabistan’da bulunan Taif kentinde hapisteyken, bir gün, hapishane görevlileri tarafından boğuldu. Abdülhamit bundan habersiz olduğunu ileri sürse de en azından siyaseten sorumlu olduğu şüphesizdir. Böylece bu padişah siyaseten katil cezasını el atından hortlatmış oluyordu.

Abdülhamit döneminde mali iflasın doğurduğu karışıklığı çözüme kavuşturmak gerekiyordu. 1881 Muharrem Kararnamesi’yle belirli bazı vergiler yeni kurulacak ve çeşitli ülkelerdeki alacaklıları temsil edecek bir Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi’ne verildi. Düyun-u Umumiye böylece Maliye Nezareti gibi vergi toplayan, fakat topladığı vergileri doğrudan alacaklılara dağıtan bir örgüt oldu. Öte yandan, Abdülhamit, yeni bir iflasla karşılaşmamak için sarayın harcamalarını denetim altına aldı. Bilinçli bir politikayla kişisel servetini büyük ölçüde artırdı, ülkenin en zenginlerinden biri oldu.

Abdülhamit döneminde eğitim alanında büyük ilerlemeler oldu. Örneğin, 1867’den 1895’e değin, 28 yılda, rüştiye ve buralarda okuyan öğrencilerin sayısı 4 kat artmış bulunuyordu (33449). Ama bu artışa rağmen, Müslüman olmayanların rüştiyelerdeki öğrenci sayısı 2 kat fazlaydı (76359). Müslümanların, Müslüman olmayanlara göre kabaca 3 kat fazla olduğu düşünülürse, Müslümanların, Müslüman olmayanlara göre 6 kat geri durumda oldukları söylenebilir.

Demek ki eğitimde önemli ilerlemeler kaydedilmiş ama, bunlar yetersiz kalmıştı. Demiryollarının uzunluğunda önemli artışlar oldu. Genellikle demiryollarını yabancı sermaye yapmakla birlikte, özellikle hacılara kolaylık olmak üzere kurulan Şam-Hicaz demiryolunu Osmanlı Hükümeti yapmıştır. Zamanla demiryolu yapımında Haydarpaşa-Bağdat-Basra projesini üstlenen Almanlar ağır basmışlardır.

Abdülhamit ruh hastalığı derecesinde aşırı kuşkulu, kuruntulu bir insan olduğundan gizli polis örgütüne çok önem verdi. İnsanların, kuşkulu durumları saraya haber vermeleri teşvik edildi. Gizli polislere hafiye, ihbar mektuplarına da jurnal denirdi. Jurnalleri asılsız bile çıksa, jurnalciler ödüllendirilirdi. Herkes gölgesinden korkar oldu. Öte yandan basına aşırı baskılı bir sansür uygulanıyordu. Mizah, karikatür yasaktı. Gazeteler akşamdan bütün haber ve yazılarını sansüre gönderirlerdi. Sakıncalı bölümler atılır ve çok kez gazetelerde beyaz boşluklar halinde çıkardı. Sansür memurları, ne olur ne olmaz düşüncesiyle Abdülhamit’ten de daha kuruntulu davranmak zorunluluğunu duyuyorlardı. Padişahın burnu büyük diye, burun kelimeleri çiziliyordu. Padişahı münasebetsiz duruma düşüren bir baskı yanlışı yüzünden devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi 1890’da kapatıldı. 1908’e kadar bir daha çıkmadı. Devlet resmi gazetesiz kalmış oldu.

Çağcıllaşmayı önleyen padişah

Osmanlı, Orta Çağ’da direndiği için battı. Orta Çağ’da direnmek matbaayı yüzlerce yıl sonra benimsemek, yüzlerce yıl mahalle mektebi ve medreseden oluşan beş para etmez bir eğitim sisteminde direnmekti. Çünkü Orta Çağ, yığınların cehaleti üzerine kurulmuş bir düzendir. Hem Avrupa’yı göbeğine kadar fethet hem Orta Çağ’da diren. Olacak şey değildi, çağcıllaşma yolunda II. Mahmut yürekli adımlar atmıştı. Bu sayede Osmanlı’nın büyük Petro’su oldu. I. Meşrutiyet yeni bir atılım olabilirdi fakat Abdülhamit bunu önledi. Hasta adam halindeki Osmanlı, Orta Çağ düzeninin yaşamını otuz yıl daha uzattı. Demek ki ilerlemeden, çağcıllaşmadan yana olanlar için Abdülhamit olumsuz bir simgedir.

Türkiye’deki karşıdevrim 1950’den beri adım adım nihai hedefi olan şeriat diktatörlüğüne doğru ilerlemeye çalışıyor. Abdülhamit’i benimsemek bu yolda önemli bir adımdır. Kağnıyı sever, sempatik bulabilirsiniz ama Kızılay’dan Ulus’a gitmek için kağnıya binmezsiniz, Abdülhamit kağnıdır.

Neden Abdülhamit?

Onca padişah varken neden Abdülhamit yüceltiliyor? Geçmişte Fatih, Yavuz, Kanuni gibi şanlı padişahlar var. İktidar sahipleri kendilerini o başarılı padişahlara benzetemiyorlar herhalde. Son padişah Vahdettin, vatan haini idi, düşmanın savaş gemisine binerek kaçtı. Ondan önceki padişah Sultan Reşat, İttihat ve Terakki iktidarı karşısında tam bir uysallık göstermiş, önüne gelen her yazıya imza atmıştır. Bunlar olmazdı. Ama Abdülhamit kendileri gibi müstebit, kendileri gibi cebini doldrumuş. O zamanki gibi bugünün Türkiye’si de borca batık, “hasta adam”.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları