'Acar' danışmanlar bunları bilir mi?
Siyasal ve toplumsal kutuplaşma ve kamplaşma o denli arttı ki, ekonomide bile sağlıklı bir değerlendirme, eleştiri ya da özeleştiri yapabilmek neredeyse olanaksız hale geldi.
Bir yandan İhvancı-yobaz ittifakın adeta borazanlığını yapan iktidar yanlısı geniş bir medya, öte yanda ise daha küçük olmakla birlikte Sorosçu-bölücü ittifakın sözcülüğüne soyunan sözde muhalif medya.
Bu şartlar altında bilim ve aklın öncülüğünde, sağduyulu, gerçekçi analiz veya yorum yapmak oldukça güç, alıcısı ise pek yok ne yazık ki.
Ama her şeye rağmen, doğruları ve gerçekleri yazıp-konuşmaktan, durumdan vazife çıkararak tavır almaktan vazgeçmemek lazım bence.
Ülkenin istikrarsız, hiçbir biçimde öngörülemeyen, çelişki ve hatalarla dolu gündeminden fırsat bulup da Mart ayının ilk yarısında büyük iddialarla açıklanan “ekonomi reform paketine” ilişkin bazı konuları ancak bugün gündeme getirebiliyorum.
Bir niyet ve vaatler manzumesi olmaktan, kısıtlı birkaç olumlu iş dışında (küçük esnafa vergi muafiyeti gibi) genelde geçmiş benzer program ve/veya paket açıklamalarında da yer alan genel doğruların tekrarlanmasından ibaret olan bir ekonomi programıydı açıklanan esasında.
Programı dinleyince, T. Erdoğan’ın, slogan düzeyinden ileri gitmeyen açıklamalarıyla, ekonomik gerçeklere ters düşen ideolojik ve militan ekonomik söylemleri marifet sayan bazı “acar” danışmanları, ya bilgisizlikten ya da kasten hatalı açıklamalar yapmasına sebep oluyorlar mı acaba diye düşünmeden edemiyor insan doğrusu.
Bunlardan ilki, T. Erdoğan’ın ekonomik programın açıklanmasında söylediği “kamu borcunun milli gelire oranının yüzde 41 civarında olduğuna, AB ülkelerinde borçluluk ortalamasının ise yüzde 90’a yakın olduğuna…” dair açıklamasıdır.
Halbuki, bu oran, borçların sürdürülebilir olup olmadığı hakkında yeterli bir veri olarak görülemez.
Bizim gibi gelişmekte olan ve fakat ne hikmetse bir türlü gelişemeyen ekonomilerin borç düzeyleri yani borçlarının milli gelirlerine oranları düşük seviyede olsa bile, bu borçların çevrilmesinde sorun yaşamayacakları anlamına gelmez. Çünkü gelişmekte olan ekonomilerin borç düzeyleri düşük olsa da bu borçların ödenmesi ve çevrilmesinde zorluklar yaşanabilir.
Bu ekonomilerin “borç toleransı” gelişmiş olan ekonomilere göre daha zayıf ve düşüktür çünkü.
Nitekim 2020 yılında gelişmiş ekonomilerin brüt kamu kesimi borç yükünün (borç stoğu/milli gelir) ortalaması yüzde 124.9 iken, gelişmekte olan ekonomilerin ortalamasının yüzde 65.3 düzeyinde olması da bu durumun tipik bir sonucu olarak görülmelidir.
İkinci olarak, T. Erdoğan, yine aynı ekonomik program konuşmasında; “…borç stoğunun dış borçlara karşı duyarlılığını azaltabilmek için, döviz cinsi borçların toplam borç stoğu içindeki payını düşürüyoruz. Ağırlıklı olarak kendi paramızla borçlanarak, Türk lirası cinsi senetleri kullanacağız…” mealinde şeyler söyledi.
Halbuki, bizzat kendi iktidarlarında ve birkaç ay öncesine kadar yurtiçinden yoğun ve görülmemiş bir şekilde dövizle borçlandılar. Döviz borcunun toplam borç içindeki payını yüzde 58’e çıkardılar.
Bu tür borçlanmaya ekonomi yazınında “The Original Sin” yani ilk günah deniliyor yıllardır halbuki.
Bir iktidarın ve ekonomi yönetiminin, söyledikleriyle yaptıkları arasında bu kadar yaman çelişki olursa ne umdukları güveni, ne istikrarı, ne de kaybettikleri kredibiliteyi kazanması çok ama çok zor hale gelir.
Kasaba kurnazlığı ile, fırsatçı-algı yaratan söylemlerle gidilecek bir yer, inanılacak bir ortam kalmadı artık.
Acar “danışmanlar” ne borç tahammülsüzlüğünü – (debt intolerance) ne de ilk günahı (Original Sin), bilmezler, anlamazlar, söylemezler. NOKTA.