Adaletin kılıcı körleşirse ne olur?
Bu yazı biraz ortaya karışık olacak. Hem kişisel memleket tecrübelerimizi, hem de Türkiye’nin ekonomi ve kültür konusundaki değişimlerinin çok açık bir örneğini sunacağız. Bunlar, bizzat kendi yaşamımızdan ve hem de daha geçen haftadan. Yani, taptaze bir memleket analizi olacak. Türkiye’den veya insanlarımızdan şikâyet ediyor gibi görünsek de, onları bu hale getiren sistemi ve giderek daha da fenaya doğru yol alan düzenimizi yerden yere vurmak amacımız. Aslında, bir ülkenin nüfusu, genellikle o ülkenin siyasi rejiminin ve ekonomik modelinin sadece bir kurbanı olabiliyor. Ne de olsa, sandık temelli, ilginç ama problemli bir demokrasimiz var elimizde. Ve düzenin asıl sahipleri ile sistemden en fazla faydalananlar, tüm olan bitenden “oy veren kitleleri” suçlayarak, işin içinden her defasında kolaylıkla çıkma olanağı da elde etmiş oluyor böylece.
EN GÜZELİNDEN BİR ‘DOST’ KAZIĞI!
Türk dilinin en güzel kelimelerinden biri olan “dost” ile açalım konumuzu. Çünkü altı sene önce bir “dostumuz”, satın alacakları bir ev için bizden borç istemişti. “Dost” dediğin asıl böyle kara günlerde ve ihtiyaç halinde belli olur anlayışımız ve sloganımız ile, hiç tekrar ettirmeden, hayat birikimimizi altı ay sonra geri verilmek kaydı ile, “dostumuza” emanet etmiştik. Çünkü ne de olsa, biz “babadan öyle görmüştük” eski Türkiye’de! Yazımızın anlaşılır olması ve etkisini de arttırması için rakamları da verelim: Altı sene öncesinin 100.000 Türk lirası, yani o zamanın kuru ile 26.000 ABD doları idi söz konusu miktar. Bu rakamları, memleket ekonomisinin ve ona bağlı ahlak ve terbiye konusundaki aşınmayı anlatacağı için, buraya not alalım.
Türk insanının hâlâ bizim içinde büyüdüğümüz ve kültürümüzü edindiğimiz 1980 öncesi insanı olduğunu varsaymanın bir sonucuydu bu. Bu arada, verdiğimiz miktar karşılığında, elimize bir de senet denen bir kağıt parçası tutuşturmuştu bu “dostumuz”.
ADALETE ÇALIM ATMANIN UZMANI MIYIZ?
Aradan birkaç tane altı ay geçip de, “dostumuzun” bu miktarı ödemek konusunda hiçbir niyeti olmadığını anlayınca, bu seneti göstererek dava açtık. Bu noktadan itibaren de, Türk adalet sisteminin ne denli arızalı olduğunun, ilk elden şahidi olma sürecine de başlamış olduk. İlk aşamada, İstanbul’un en mutena semtlerinden birinde yaşayan bu “dost”un üzerinde, açtığımız alacak davasına muhatap olabilecek hiçbir varlık olmadığı ortaya çıktı. Hatta onun avukatı, bizim avukatımıza bu “dostumuzun yek ekmeğe bile muhtaç olduğu” haberini iletip, bu borcun ödenmeyeceğini bizzat ifade etmiş oldu.
Yılmadık, araştırmaya devam ettik ve nihayet bu “dostun” üzerinde bulunan bir ev çıktı ortaya. Ama türlü ayak oyunlarında uzmanlaşan avukatlar sayesinde, borcun ödenmesine konu olan bu evin satışı, 3 kere durduruldu. Bu arada seneler geçmekteydi. Her geçen sene, Türk lirasından da önemli yüzdeler alıp götürmekteydi. “Enflasyon canavarı” sakin ve mazlum şekilde bizim süreci bekleyecek değildi ya!
Herkesin müthiş birer ekonomist olduğu Türkiye’de, enflasyon yıllık yüzde 70-80 veya daha fazlaya dayanırsa, hangi akıllı vatandaş borcunu hemen öderdi ki! Bizim “dost” da memleket ekonomisinin şaheserliğinden faydalanıp, son derece uyduruk, ama kanuna uygun sebeplerle, evinin satışını engellemenin yollarını buldu.
ENFLASYON BİZE CANAVAR, ONLARA MELEK!
Nihayet, geçen hafta, 6 seneden sonra, borcun ödenmesine konu olan evin icra yolu ile satışından tam da “bir gün önce”, bu “dostumuz”un aklına bize olan borcunu ödemek geldi ve bugünkü kanunen ödemesi gereken miktarı “trink” diye ödeyip evin satışını da düşürmüş oldu. 6 senelik macera suresinde, bizim ona “dostluktan” dolayı emaneten verdiğimiz 26.000 ABD tutarına denk Türk Lirası, geçen haftanın ABD dolar kuru ile sadece 6.000 ABD dolarına denk TL ile ödenmiş oldu. Yani Türk adaletinin bu kadar yavaş çalışması ve mekanizmasındaki sayısız delikler sayesinde, borçlu-alacaklı ilişkisinde tahmin edilemeyecek bir adaletsizlik yaratılmış oldu. “Dostumuz” bizden tarafa bakıp, “enayiyi nasıl kandırdım” diye gülümsüyor olmalı şimdilerde!
Gelin şimdi bu kısa alacak-verecek hikâyesinden çıkardığımız siyasal, ekonomik ve sosyal sonuçlara bir bakalım. Çünkü başımızdan geçen bu aptalca hikâye, aslında Türkiye’mizin başından geçirilen muazzam kültürel-siyasal-ekonomik erozyonun kısacık bir özetidir.
Bu tür hikâyelerde ilk kurban, insan ilişkileri olmakta. Türklerin o dünyaca saygı duyulan “dostluk” kavramının, şimdilerde ne denli yerlerde süründüğüne dikkatinizi çekmek isterim. Arkadaşınızın zor gününde imdadına yetişme durumunda iseniz ve bu yukardaki hikâyeye bakarsanız, artık o arkadaşınızı bir bankaya havale etmek dışında bir başka seçenek bulamazsınız. Para gerkiyorsa, bankalar ne güne durmaktadır ki? Yani, eski Türkiye’nin o çok meşhur ve sürekli olarak gururla bahsettiğimiz “erkek sözü” türünden değer yargıları, tarih olmuştur artık. Bunu başımıza gelen bu olaydan sonra, etrafımızdaki insanların artık “erkek sözü” filan vermediklerini, ya da almadıklarını görünce daha iyi anlamış olduk. Ama, bizim için çok geçti artık.
EKONOMİ KİTABI YENİDEN YAZILMALI
İkinci kurban, Türkiyenin ekonomisidir açıkçası. Bu tür bir adalet mekanizması altında, insanların birbirleri ile mantıklı, geleneksel ve normal ilişkiler kurması ve başarı ile sürdürmesi mümkün olamamaktadır. Elde bulunan “senete” rağmen, binbir türlü bahanelerle bu denli basit bir dava, 6 sene sürebilmekteyse, hemen herkesi borcunu ödememek, sürüncemeye bırakmak veya tamamiyle unutturmak türünden ahlak ve kanun dışılıklara teşvik etmiş olmakta bu sistem. Köylerdeki üreticilerin senet ve çek karşılığı yapmak zorunda kaldıkları satışlardan, mahkemelerde yıllarca süründüklerini hatırlayalım. Şehirlerimizi beton yığınına çeviren inşaat furyasındaki, buna benzer borçlu-alacaklı ilişkilerindeki felaket boyutuna gelmiş olan problemleri bir düşünelim. Aynı sorunları, Türkiye’de hayatın hemen her boyutunda, hatta evlilik ilişkilerinde bile, hem de aynı şiddetle bulabiliriz.
Bu tür bir adalet sorununun asıl kurbanı ise, bizce memleketin genel düzenidir. “Gecikmiş adalet, adalet değildir” diye bir sözü, atalarımız laf olsun diye ortaya atıp, binlerce sene içinde test etmediler elbette. Günlük hayatta adaletin olmadığına, veya sistemin işlemediğine inananlar açısından, kanuna-kitaba uymak bir yana, ayıp-günah-yazık türünden Türk milli karakterinin güzelim unsurları bile çöpe gitmektedir.
TBB’NİN ASIL İŞİ PKK KURTARICILIĞI MI?
Yıllık enflasyonun, TUİK rakamları ile bile yüzde 50-60-70 üzerinde gerçekleştiği bir Türkiye’de, bu tür para ile ilgili davalarda, sadece yıllık yüzde 9 faiz işletildiğini duyunca aklımız şaşırmıştı. Ama geçen haftaki mahkeme kararı ile, 6 sene içinde 26.000 dolar karşılığı alacağımızdan 20.000 dolar kaybedip, elimize sadece avunma ücreti olarak 6000 dolar karşılığı Türk lirası tutuşturulunca, adaletimizin hallerini daha iyi kavradık. Halkın, adalet ile ilgili birinci savunucusu olması gereken Türkiye Barolar Birliği gibi güçlü bir örgütün, PKK’lıların özgürlüğü konusunda harcadığı enerjinin binde birini, bu tür konulara harcamadığını da düşününce, artık tuzun da koktuğu bir dönemeçteyiz diye karar verdik kaçınılmaz olarak. Bu güzel ülkeye her açıdan yazık olmakta vesselam.