26 Aralık 2024 Perşembe
İstanbul 10°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Ağlamayan ve gülmeyen devrimci gazeteci olur mu?

Cengiz Köse

Cengiz Köse

Gazete Yazarı

A+ A-

Gençlik yıllarımızAvusturya’nın Viyana’ya yakın bir şehrinde, Türklerle Kürtlerin yoğun olduğu mahallelerde geçti. Ömrümüzün baharını ve en heyecanlı dönemlerinden birini yaşıyorduk. Yıl 1990’ların başı ve yaz ayları olmalıydı. Bizler Sosyal Demokrat Parti’nin (SPÖ) “Dostluk Derneği” çevresiyle tanışmıştık.
Toplumda yaşadığımız ülkenin dilini bilmeyen yurttaşlarımıza, dernek dil öğrenmelerini teşvik ediyordu. Sosyal danışmanlık ve çeşitli faaliyetler arasında spor da yer alıyordu. Avusturya vatandaşlığı ve uyum politikaları henüz gündemde değilken, bu konularda çalışmaların odağındaydı. Düzenlenen bir futbol turnuvasıyla ilgili, derneğin yeni çıkacak yayın organına muhabir aranıyordu. Tatil için aldığım fotoğraf makinesiyle, göreve talip olduğumu bildirmiştim. İlk muhabirlik ve ‘gazetecilik’ deneyimime burada adım attım. Yayın hayatına başlayacak olan dergi, çok el emeği istiyordu. Daktiloyla yazıyı kâğıda aktaracaksın, fotoğrafçıdan çıkan fotoları alacaksın, makasla kesip yapıştıracaksın ve fotokopiyle bir nüsha taslak hazırlayacaksın. Bu zahmetli işlerin çoğunu bir iki gönüllü arkadaşımız üstlenmişti. Nüsha hazırlandıktan sonra, yayın kurulunun onayından geçerek, matbaaya ulaştırılırdı ve yeni sayının çıkmasını sabırsızca beklerdik.

Dernekte bir bilge abimiz, hayatta en hakiki yol göstericinin ilim olduğunu örnek vererek, eğitime, bilime ve felsefeye önemle işaret ediyordu.

Bu arada yeni oluşturulan kitap köşesi, merakımızı çekmişti. Kitap okuma alışkanlığımızda derneğin sayesinde oldu. Aynı dönemlerde dünya tarihi, siyasetleri ve ideolojilerle de tanışmıştık. “Bilgelik yolunda” önümüze çıkan yol ayrımında hayatın ilk sorusuyla karşılaştık; ‘düşünce mi maddeyi yaratır, yoksa madde mi düşünceyi üretir?’. Temelimizi ‘maddenin düşünceyi üreteceğine’ kanaat getirerek attık ve tecrübemizi bunun üzerine inşa ederek, bilgelik aşamasına az da olsa yükselmeye çalıştık.

Gazetecilik faaliyetleri yeni haber üretmeyi gerektiriyordu. O dönemde zaman ve mekandan bağımsız internet, akıllı cep telefonu ve sanal ortam yoktu. Haberin kaynağına bizzat kendiniz gidip ulaşacaksınız ve buradan topladığınız bilgileri, ev ev sokak sokak dolaşarak kamu oyuna duyurmalısınız. O dönem bilgi elinizin altında değildi, haliyle başka dünyaydı. Şimdi yıllar önce 18 yaşlarında yaşadığım bir anıyı paylaşmak istiyorum.

Ancak yanlış anlaşılma olmasın, okuyacağınız ‘gülme’ kısımları gidilen anma yeriyle ilgili değil, sadece anlatacağım organizasyonla ilgilidir.

Birgün mahallemizde bulunan Türk kahvesinin girişindeki duyuru panosunda, bir bildiri dikkatimi çekmişti. Mauthausen Toplama Kampı’na gezi düzenleniyormuş. (Naziler döneminin toplama kampı ‘anma yerine’ çevrilmiş ve belli günlerde ziyaret edilir). Kalkış ‘Cumartesi günü saat 12.00 yer Bahnhof’un önü, düzenleyen Tertip Komitesi’ şeklinde bilgiye yer verilmişti.
Duyuruyu okurken, aklımda gazetecilik kimliğimle oraya gidip, etkili bir haber çıkarmalıyım geçiyordu. Sonuç itibariyle gazetecilik kimliğimiz, herkesle görüşmemizi gerektiriyordu.                            

Cumartesi günü öğleye doğru Bahnhof’un (tren istasyonu) önüne giderek bekledim. Bir kaç vatandaş daha toplanmıştı. Sende mi Mauthausen’e gideceksin? Evet, eeh nerde kaldı bu otobüs? Hâla bekliyoruz, saat 12.00’yi geçmişti tren garının önü boşaldı ve her yer sessiz, ne de olsa hafta sonuydu. Saate tekrar bakarken aniden bir araba lastikleri öttürerek, önümüzde frenledi. Camı indiren kişi “siz ölüm kampını mı bekliyorsunuz?” diye seslendi. Biz yanıt verdikten sonra motoru çalışmaya devam eden aracın şoförü, ‘haydi atlayın’ dedi. Altı yedi kişi nasıl sığacağız? Hal ederiz! Peki, arabaya bindik ‘Ağabey dışarıdakiler ne olacak? Onları ikinci turda alırız!’ yanıtını verdi. Neyse, araç hareket ederken sanki macera gibi bir ortama sürüklenmiştik. Şehrin sınırını geçtikten sonra, yanımda oturan arkadaş bizi götürenlere: ‘Ağabey siz kimsiniz ve şimdi nereye gidiyoruz?’ sorusuna ‘biz halk için çalışıyoruz, az sonra araç değiştireceğiz’ cevabını verdi. Yanımdaki arkadaş rahatladı ve ‘ben de halktanım’ dedi. Bu arada beni sessiz bir gülme krizi tuttu, ama kendime zor bela hakim olmaya çalışıyorum.

Bir kaç kilometre sonra araç otoyolun BP benzin istasyonuna yöneldi. Hızlıca araçtan çıktım uzaklaştım ve rahat rahat gülmeye devam ettim.

Aracın şoförü, “arkadaşlar burada bekleyin sizi almaya gelecekler” diyerek, otomobiliyle bizden uzaklaştı. Yaklaşık yarım saat sonra, üzerinde ‘Eskicioğulları’ yazılı bir otobüs geldi ve bizi alarak Salzburg yönüne doğru hareket etti.

İlerleyen dakikalarda, daha önce beklediğimiz Bahnhof’ta geriye kalan vatandaşların otobüste olduğunu fark ettik. Oturdukları koltuğa yaklaştım ve otobüsün önce Bahnhof’a uğradığını ve buradan insanları toplayarak devam ettiğini öğrendim.
Madem öyle peki biz niye diğer araçla macera yaşadık? Yine bir gülme..., ancak bu kez diğer arkadaşlar gülüyordu, bende kendimi tutamadım.

Otobüs öğleden sonra güneşli havada, Mauthausen Toplama Kampına ulaştı.
Hepimiz indikten sonra, geziyi Avusturyalılarla organize eden sol bir parti yetkilileri, ‘arkadaşlar şöyle bir toplanın bugünün programını sizinle paylaşmak istiyoruz, ayrıca herkesi buranın tarihiyle ilgili binlerce kurban için, 1 dakikalık saygı duruşuna davet ediyoruz’ anonsunu geçtiler.

Saygı duruşu esnasında otobüs şoförü otobüsten inerek, ‘ya arkadaş siz içeceklerin parasını ödemediniz!’ şikâyetiyle yetkililere yaklaştı. Saygı duruşundan sonra bir tartışma başladı, şoförün yüzünü ve yanaklarını sıkan bir kişi ‘biz içecekleri kamulaştırdık var mı diyeceğin!’ şeklinde karşılık verdi. Neyse araya girenler oldu ve ortam yatıştırıldı. Bu arada göz yaşlarımı sildikten sonra, utanarak bir yandan gizlice gülmeye başladım.

Kampın ziyaretçilere açık bölümlerini grupla dolaştıktan sonra, şöyle bir duyuru yapıldı; ‘değerli dostlar, müze yönetimi bize kullanabileceğimiz bir salon için izin verdi, şimdi oraya gideceğiz hem dinlenip hem de müzik dinleyebiliriz’.
Grup, yetkilileri takip etti ve nihayet vardığımız ‘salonun’ kilise olduğunu fark ettik. Ayrıca bir sahne kurulmuş ve örs çekiçli kızıl bayrak, Aziz Paulus resminin üzerine asılmıştı.
Bir yetkili ‘bu kutsal mekana uygun davranmamız önemle rica edilir’ derken, hoparlördeki ses provası etrafı yıkıyordu.

Herkes yerini aldıktan sonra, yine 1 dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ayağa kalktığımızda kilisenin klapeli sandalyeleri kendiliğinden kapanmıştı, yani tekrar oturmak istediğinizde unutmadan sandalyeyi açmalısınız. Ancak bir kaç kişinin otururken boşluğa düştüğünü fark ettik..., yanımdaki arkadaş yine gülmeye başladı. Sahnedeki konuşma noktalandı ve ardına bağlamasıyla birlikte bir ozan çıktı. ‘Sabah erken çıktım okul yoluna’ türküsünü okurken, sahne arkasındaki iki kanatlı kapıdan vuruntu sesleri geliyordu. Ozan da vurma seslerini farkediyordu ve arada bir arkaya bakıyordu. Sonunda zorlanan kapıların kanatları açıldı ve içeriye saçan ışığın içerisinden kilisenin rahibi ortaya çıktı. Rahip korku, şok ve şaşkınlık içerisinde ortalığa baktı, sağ elini anlına omuzlarına ve göğsüne dokundurarak haç işareti çizdi ve ortamı hızlıca terk etti.

Müzik şöleni bittiğinde, ozan ‘bundan böyle her hangi bir karşılık talep etmeden, her programınıza ücretsiz katılmaya hazırım’ duyurusunu yaparak ‘büyük’ alkış aldı.
Arkamda oturan birisi ‘köşeyi dönersen tabiki paraya ihtiyacın olmaz, bizim gibi ilticacı değilsin’ şeklinde mırıldanıyordu. Bizi yine hem ağlama hem gülme tuttu.

Nihayet gezi programı sona erdi ve otobüse binerek dönüş yolundaydık. Bir vatandaş mikrofonu eline alarak ‘bugünkü etkinliğe yönelik soru, görüş veya eleştirisi olan varsa, söz hakkını kullanabilir’ duyurusunu yaptıktan sonra, karşılıklı tartışmalar başladı. ‘Objektif ve subjektif’ şartlar sözlerine arka sıralardan biri ‘ya kardeşim bu objektif de ne oluyor? Hiç bir şey anlamadım’ diyerek, yan taraftan biri “o gazeteci arkadaşın fotoğraf makinesinin objektifi gibi tarafsız göz şeklinde düşünebilirsin” dedi. Neticede söz düellosu şöyle noktalandı; ‘bak dostum, Lenin diyorki, en kötü eylem eylemsizlikten daha iyidir!’ Otobüs ineceğimiz şehre yaklaşırken yetkililerden biri, ‘Milli piyango’ büyüklüğünde bilet destesiyle dolaşarak bunları satmaya çalışıyordu. Bizim koltuğa yaklaştığında, ‘Ağabey bu gelecek programın bileti mi? diye sorduk, ‘hayır bugünkü etkinliğin satılmayan ve elde kalan biletleridir’ dediğinde, kendimizi tutamadık patladık ve hem ağlayıp hem gülmeye devam ettik.