Ağustos’un Otyam Yangını
Ağustos adının, Roma imparatoru Agustus'a kadar dayandığı ya da ona ithaf edildiği rivayet olsa da Türkçede bu aya “Harman ayı”, kimi yerlerde de “Temmuz” ayı gibi “Orak ayı” dendiği de olur. Benim içinse Ağustos hem orakla biçen hem de harman eden aydır! Çöl sıcaklarının hissedildiği, her gün yeni bir yangın haberinin alındığı ağustos, çok yakınında olduğum bir insanı yıllar önce kaybetmekle başka bir yangını harlamıştı bende. Orakla biçilmiş, harman olup atılmış gibiydim; çöpüm başka yere, dânem başka yere düşmüştü.
90'lı yılların ortalarıydı, Anadolu bozkırında Suluca Karahöyük'te karşılaşmıştık ustayla. Suluca Karahöyük dediğim Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinden bahsediyorum. İlk kez yan yana gelmiştik ama kırk yıldır tanış gibiydik sanki. Meğerse 1988’de çıkan ilk albümümden beri takibindeymişim ustanın. Hacıbektaş Festival ortamı içinde çaldık, söyledik, konuştuk, halleştik ve aynı gece Avanos’a geçmek üzere o gece yola çıktık.
Yılları birlikte geçmiş ve uzun süre ayrı düşmüş iki dost gibi, yol boyunca sürekli birbirimize bir şeyler anlatıp durduk. Yana yakıla, bağıra çağıra, güle ağlaya… Otomobilimizin farlarıyla aydınlanan Ihlara Vadisi'nin iki yanına dizilmiş peri bacaları, karanlığın içinde, bizi sürekli takip eden, harmanisine bürünmüş dervişler gibiydi sanki.
Bir ara sürekli gülümseyen yüzüne baktım ve “Ne işimiz var bizim bu karanlığın ortasında” diye sordum. Aldığım yanıtla kemiklerime kadar silkelendim “Sen deli, ben deli, bu karanlığa aydınlığı taşımak için divâne olup düşmüşüz yollara daha ne istersin?” Bozkırda yol uzuyor ve iki yanımızdaki peri bacaları karanlığın ortasında teker teker eğilip selamlıyordu sanki.
Sonrasında Fikret Otyam hiç çıkmadı yaşamımdan. İstanbul'a geldiğinde Aydınlık’ta ya da Büyük Londra Oteli’nde buluşur halleşirdik. Hep merak etmişimdir “Otyam'”soyadının nereden geldiğini, hiç de fırsat bulup soramadım. Geçenlerde Filiz Otyam’ı (Filiz ablamı) arayıp nedir bunun aslı diye sordum ve müthiş bir yaşanmışlığı da beraberinde öğrendim.
Filiz Otyam: Fikret'in babası Yemen'de binbaşı olarak görevliymiş, oradayken annesi Naciye Hanım'la evlenmiş. Savaş bitip Türkiye'ye dönmelerine izin çıkınca Hüdeyde Limanı'ndan bir gemiye binmişler. Teyzesi bekar bir hanımmış o da Türkiye'ye gelmek üzere hazırmış fakat evli olmayanlara İngilizler Yemen'den ayrılmalarına izin vermeyince kadıncağız koltuğunun altında bohçasıyla orada kalakalmış.
1977 de biz evlenince Fikret balayı niyetine araştırmacı ruhuyla, “Yemen’e gidelim hem teyzemi arar buluruz hem de balayı bedavaya gelir” dedi. Gittik ama hiçbir şey bulamadık.
Fikret'in babası Eczacı. Türkiye'ye döndüğünde Niğde Aksaray'da eczane yok, gel burada eczane aç diyorlar, gidip açıyor. O sıralar soyadı kanunu var aileye bir soyadı lazım. Önceleri arkadaşlarının önerisiyle “Artur” soyadını alır. Sonra arkadaşlarından bir bakan, şu an hatırlamıyorum Artur soyadı yabancı isme benziyor diyor. (Filiz ablanın hatırlamadığı isim bir dönem Yemen'de birlikte olduğu sonra Başbakan olan Dr. Refik Saydam’dır) Sonunda onun önerisi ile Otyam soyadını alırlar. Otyam yani şifa dağıtan, otlardan ilaçlar yapan, otacı…
“Otyam”dır, Fikret Otyam; Alevilik gerçeği ile yunup yıkanmış bir sünni, Kürd vatandaşlarımızın yaşadığı coğrafyaları bütün gerçekliği ile yazıp çizen bir Türk’tür. Yalnızca elindeki fotoğraf makinesinin vizörüyle değil, yıllarca göğsünde taşıdığı “Teslim Taşı”nın gözü ile de arar bulur gerçeğini. Yarayı saran, çıbana neşter atıp irini akıtan bir “Otyam”dır o.
Bedenî yaşamının son günlerine yakın telefonla aradı beni yorgun ve nefes nefese. Hayyam Albümüm ve kitabımla ilgili duyacağım en güzel şeyleri söyledi. O aralar “Cankuş” adında bir de papağanımız var. Cankuş’u sordu. “Çok isterdim bir papağanım olsun ne güzel konuşuyor keratalar” diye bastı kahkahayı. Ertesi gün Antalya'ya bir çift papağan gönderdim. Sevinçle aradı ne kadar mutlu olmuş. Birkaç kez daha görüştük “bakıp bakıp eğleniyorum bu keratalara” diye durum güncelliyordu…
Assos’tayım telefon her zamankinden sanki daha da farklı çaldı. Telefonun ucunda Filiz abla kötü haberi verdi. Otyam, Gök Tengri’sine uçmağa varmıştı, deyişlerle, gazellerle, semahlarla… Allılarla, pullularla, çaputlarla, yemenilerle… İlk buluştuğumuz yerde Suluca Karahöyük'te yolcu edilecekti. Telefonu kapattım ve Ece ile bindik arabamıza, sabaha karşı Hacıbektaş'a varmayı planlıyoruz. Hiç konuşmuyorum ve yalnızca gidiyorum.
Arabamın farları yıllar önce olduğu gibi asfaltı aydınlatsa da Ihlara’da harmanisine bürünmüş dervişler görünmüyordu artık ortalarda. Bütün paylaştıklarım, içtiğimiz rakılar, çaldığımız sazlar, ettiğimiz küfürler, ağladıklarımız, güldüklerimiz geçti gözümden… Bastım frene ve durdum gecenin karanlığında. Gidemiyordum sanki…
Asfalt üzerime geliyor ve her gittiğim kilometre bendeki Otyam'ı alıp başka bir gerçeğe taşıyordu. O gerçek bana çok uzaktı ve ilk köy yoluna sapıp geri döndüm. Yıllar sonra itiraf etmem gerekirse; Filiz ablayı arayıp gelemeyeceğimizi bir mazeretle beyan ettim. Düpedüz yalan söyledim.
Giderken 2 kişi olarak çıktığımız yolda Assos’a geri dönerken artık 3 kişiydik; Ece ben ve Otyam… O ne güzel geceydi öyle, üçümüz birbirimize neler anlattık ne türküler söyledik, ne şiirler okuduk camları açıp bağıra çağıra…