Ahlaksızlar
Aristo, ahlakın alışkanlıkla öğrenildiğini; Tolstoy ahlak kanunlarının asla çiğnenemeyeceğini çünkü hemen intikam alacaklarını söylüyor. Bernard Shaw ise mükemmel: “Bir milletin ahlakını dişlere benzer, çürüdüğü oranda acı çekilir.”
Sözlük, ahlakı, toplumda kişilerin uymak zorunda oldukları davranışlar, kurallar diye tanımlar. Kadıköy’de, Barlar Sokağı’na yakın oturan bir arkadaşım var. Bir gece hasta, sabah erkenden de işe gidecek; evin önünde birkaç genç bira şişesi kırıyor. Saat iki. Çıkmış cama, yapmayın demiş, rica etmiş. Kıranlardan birinin cevabı: “Neden bu kadar mutsuzsun!” Demek mutlu insanlar, gece ikide başkasının evinin önünde içip şişe kırıyor.
Sümerlerden beri kutsal olan ekmek bizde yere düşünce alınıp öpülür; Bali’deyse saygı, bölgenin en önemli besini olan pirincedir. (Sümer dedik; geçen, Muazzez İlmiye hoca, çevirdiğim tüm tabletleri yaysam ortada din kalmaz demiş, öyle haklı ki. Ahlaklı olmak için dine ihtiyaç yoktur. Bizde ahlak dinle birleştirilmiş nedense!)
Yani içerik ve biçim toplumdan topluma değişse de kişinin iyi yaşamak üzere davranışlarını düzenlemesi evrenseldir. Karşılıklı saygı, dayanışma her yerde aynıdır. Kulaklıkla dinlediğin müziği, başkasının duymasına gerek yoktur, adı üstünde kulaklık! Eh canım zaman değişiyor, tanımadığım birinin evinin önünde gece ikide bira şişesi kırmak da bir gün ahlaki olacak, hatta kırmamak ahlaksızlık sayılacak denebilir; işin kolayıdır. Çünkü başkasını rahatsız etmemek, dünyanın her yerinde başkasını rahatsız etmemektir!
Kısacası ahlakın gökten inmesi, yazılması yetmez; içselleştirmek, benimsemek önemlidir; aileden görülür önce. Dışarıdan dayatamazsın ahlakı. Gireceğin sınavın sorularını çalmak, her koşulda hırsızlıktır, senin olmayanı alıyorsun; insan, hırsızlığın kötü olduğunu ta baştan anlamadıysa zor öğrenecektir; “bizim çocuk tabletten oyun bile indiriyor amcası, pek zeki” demek, yetmez! Toplumların omurgası dijital kültürle değil, eğitimle çatılır. O omurga ki insanın en ufak rüzgârda dağılıp gitmesini önler.
Bir çiftin metroda öpüşmesi ahlaksızlık değildir (mutsuz insanlar ahlakçı olur, der Romain Gary). Boşanma dava tutanaklarıyla düzenlenen istatistikleri inceleyen bir arkadaşım, ülkemizde kardeşler arası tecavüz oranlarına şaşıp kalmış. Çocuk gelinler; dayısından, amcasından hamile kalan çocuklar; işkence edilen hayvanlar, sözüyle eylemi tutmayan siyasiler, üretmeksizin tüketme çılgınlığı, sonsuz gösteriş arzusu; insanı insan eden kurallar yüceltilirken bu kurallara uyanların enayi diye tanımlanması, var olmak için değil varlıklı olmak için yaşayanlar, kuyrukta öne geçme, paçozluk, dedikodu, yüz bin türlü bel altı vuruş, neler neler! Çürüyen toplumların belirtileri bunlar. Üstelik çürüme her yere siniyor.
Ferit Edgü’nün bir öyküsü var, kahraman uyanır, fark eder ki her taraf bok kokmakta. Ne yapacağını bilemez. Güne başlar. Sokaklar, caddeler, otobüs durağı, işyeri... Giderek her yer bok kokacaktır. Artık her şey bitmiştir. Dinsizliği bilemem fakat bunca ahlaksızlığın sonu, nihayet boka batmaktır. Şirazemiz kayıyor dostlar. Tanpınar, Mahur Beste’de ne güzel anlatır: “Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur. Sen cilt yapıyorsun, şiraze nedir bilirsin. Bizde insan şirazesiz kalmış. Hayat onun için ahenksiz, birbirini tutmayan, günün hayatına cevap vermeyen bir yığın ölü kıymetler tarafından idare ediliyor. Dünyaya baktığı zaman ayrı görüyor, kendi kendimize kaldığımızda ayrı düşünüyoruz. Yığınlarca tezat içinde yaşıyoruz...”
İyi pazarlar, görüşelim...